Bir Sivasi Çelebi: M. Fatih Güneren

İBRAHİM BAZ
Abone Ol

2004 yılının ilk günleriydi. Doktora tezi olarak çalıştığım Abdülehad Nuri-i Sivasi’nin ailesinden bir şahsın İstanbul’da yaşadığını öğrenmiştim. Tezi hocam Ethem Cebecioğlu’na henüz teslim etmiştim ve savunma gerçekleşmemişti. Bu nedenle acaba başka bir şeyler daha bulabilir miyim diye şeyh efendinin ailesinden bu zatı görmek istiyordum. Lakin itiraf etmem gerekir ki bir eser görmek veya bilgi almaktan ziyade bir başka merak için İstanbul’a gitmeyi arzuluyordum. Tez yazımı esnasında tanımadığım bir pîr-i fâniyi defalarca rüyamda görmüştüm. Merak ettiğim; acaba gördüğüm şahıs ile İstanbul’da göreceğim şahıs sima olarak birbirine benzer miydi? Buna göre rüyada gördüğümün kimliği konusunda bir kanaat oluşacaktı.

Bir hafta içinde İstanbul’da yaşayan şahsın ev telefonunu buldum ve kendisini aradım. Büyük bir nezaket ve memnuniyet ile karşıladı. Görüşme talebime olumlu cevap verdi ve Nişantaşı’nda bulunan evine davet etti. Bir sonraki haftanın perşembe gününe randevulaştık. Üniversiteye ve hocama teslim ettiğim tez nüshasından bir adet daha çoğalttım ki eli boş gitmeyeyim.

Ankara terminalinden çarşamba gecesi otobüsle yola çıktım ve sabah ezanlarıyla birlikte İstanbul’a vardım. Sabah erken vakitte terminalden hızlı şekilde Nişantaşı’na gittim. İlk defa gittiğim bu semtte adrese ulaştıktan sonra yakın bir mekânda randevu saati olan 10’a kadar beklemeyi tercih ettim. Görüşme esnasında soracaklarımı kaydettiğim küçük not defterini gözden geçirirken, masamda yalnızların yoldaşı çay, simit ve yine çay vardı...

Saat tam 10’da kapıya vardım. Doğrusu içimde tarifsiz ama tatlı bir heyecan vardı. Kapı açıldığında karşımda tahminimden biraz daha yaşlı bir beyefendi vardı. Acaba diye düşünürken, içeri davet eden ses tonundan görüşmek için geldiğim kişi olduğunu anladım.

M.Fatih Güneren

Selamlaşmadan sonra içeri girdik ve çok büyük olmayan bir salona geçtik. Öğrencilik yıllarında gittiğim her şehirde, o şehirde bulunan tanınmış âlim ve şeyhleri ziyaret etmekten öğrendiğim en önemli derslerin biri; âlimin yanında sözün, ârifin yanında kalbin ve bütün büyüklerin yanında gözün muhafaza edilmesinin gerekliliği olmuştu. Şimdi karşımda duran kişi de yalnız kendisi değil, ecdadı Şemseddin Sivasi, Abdülmecid Sivasi ve Abdülehad Nuri Sivasi,’nin manevi ağırlığını taşıyordu benim gözümde. Yani Sivasilerin… Bütün bunlar bende bir süre sükûta sebebiyet verdi…

M. Fatih Güneren

Kısa bir selamlaşmadan sonra orta sehpa üzerine önceden hazırlanmış yiyeceklere çay eşlik etti. Bu esnada getirdiğim tezi kendilerine takdim ettim. Büyük bir memnuniyetle aldı ve öperek kısa bir göz gezdirdikten sonra benimle ilgilenmek adına yanına bıraktı. Beş dakikalık sürede yalnız bir büyük ecdadın torunu değil aynı zamanda bir İstanbul beyefendisi ile muhatap olduğum bütün hâl ve tavırlarından belliydi. Bilgisini bilmiyordum ama görgüsü görünüyordu. Bir kez daha konuşmaktan çok dinlemeyi ve izlemeyi tercih ettim.

Neden bu konuyu çalıştığım bahsiyle başlayan sohbet benim açımdan uzun ve tatlı bir seyahat gibi uzadı gitti. Bütün seyahatlerimde, tavizsiz plandan ziyade zuhurata tabi olmayı hatta kaybolmayı tercih ettiğim gibi burada da ev sahibinin iradesine göre gelişti sohbet.

Ben tez çalışması ile ilgili bilgiler verirken o da hayat hikâyesini ve ailesinin ayak izinin peşine düşmesinin serüvenini lütfetti. Bu sırada öğrendim doktor olduğunu. Ailesini araştırdıkça yaklaşık dört asır önce yaşamış ecdadının himmetinin kendisinde nasıl değişikliklere vesile olduğunu. Yaşantısı İslami bir boyut kazandıkça Nişantaşı zihniyetindeki kimi arkadaşlarının nasıl arkalarını döndüklerini. Ancak kendisinin derya dalgıçları gibi ecdadının şiir incilerini topladığını ve bunları Sivasi ilahileri olarak derlediğini... Bunlar arasında beni en çok etkileyen, yaşantısı İslamileştikçe kimi arkadaşlarının ondan uzaklaşması, sormadan onu yargılaması olmuştu. Bu da esasında kaderin tecellisi idi.

Zira ecdadı 17. yüzyıl Kadızadelilerinin gazabına uğrarken, kendisi de Nişantaşı Kadızadelilerinin kadrine uğruyordu. İsim ve resim değişse de zihniyet değişik şekillerde tecelli etmeye devam ediyordu.

Sohbet uzadıkça babasının, Halvetiyye’nin dört kolundan biri olan Şemsiyye’nin son şeyhi Hüseyin Şemsi Güneren Efendi olduğunu öğrendim. Şemseddin Efendi 1888 yılında Sivas’ta doğmuş, değişik görevlerden sonra İstanbul’a gelmiş. Musiki merakı ve sevgisi nedeniyle Arif Sami Toker Bey ile yakın arkadaş olmuş ve ecdadının ilahilerinin hem bestesini yapmış hem de onları notalandırmış. İstanbul’da özellikle Abdülbaki Gölpınarlı, Reşat Ekrem Koçu, İbrahim Hakkı Konyalı gibi ilim erbabı ile dostluklar kurmuş. Sohbet ilerledikçe soyadlarının nasıl Güneren olduğunu da öğrenmiştim.

Hüseyin Şemsi Güneren

Anlattığına göre soyadı kanunu çıktığında babası Şemseddin-i Sivasi’ye “Kara Şems” denilmesi nedeniyle, bu ismi soyadı olarak talep etmiş lakin resmiyet kabul etmemiş. O da “Şems-i Aziz” olsun demiş ancak yine kabul edilmeyince, bu terkibin tercümesi olarak şems yerine “Gün”, aziz yerine “Eren” kelimeleri tercih ederek Güneren olsun teklifinde bulunmuş ve kabul görmüş. Bunu anlattığında aklıma yüksek lisans tezinde çalıştığım Abdülhakim Arvasi gelmişti. Talebesi Necip Fazıl da “Abd” kelimesini kul, “Hakîm” kelimesi de Tanrı şeklinde tercüme ederek, Tanrı Kulundan Dinlediklerim demeyi tercih etmişti.

Hüseyin Şemsi Bey’in babası Şeyh Mehmet Efendi aile efradıyla

Sohbet ikimizi de içinde sürüklerken, söz babasına geldiğinde hasreti sesinde heyecana sebep oluyordu. 1950’li yıllarda Eyüp semtinde bulunan Abdülmecid Sivasi ve Abdülehad Nuri Efendi’nin türbelerini birlikte ziyarete gidişlerini, o anı yaşar gibi anlatıyordu. Ziyaret esnasında harap olmuş türbelerin hâlinden üzülmeleri üzerine babasının “Merak etme evladım. Onlar büyük zatlardır. Kendileri ne zaman isterlerse o zaman türbeleri tamir ettirirler” dediğini karışık duygularla dile getiriyordu.

Ve daha nice özel ve güzel hatıra... Zaman hızla geçerken benim aldığım lezzet, gece yarısı dönüş bileti aklıma geldikçe sekteye uğruyordu. Nihayet söz demini buldu. Vakit ikindiye yaklaşmıştı. Ben izin istemek için niyetlenirken, kendisinin iştiyakı hiç bitmemişti. Bunca saatten sonra beni özel çalışma odasına davet etti ve birçok özel fotoğraf gösterdi. Bazılarını da dijital ortamda lütfetti. Ben tam da bitti derken “Gel hocam, sana başka bir şey göstereyim” diyerek bir kitaplığın önüne götürdü. Alttaki kapaklı kısmı açtığında onlarca yazma eser bize bakıyordu. “Bunlar dedelerimden bize kadar intikal edenler” diye eserlerin Sivasi silsilenin eserleri olduğunu söyledi. Önünde diz çöktük ve ben eserleri incelerken, el yazısı bir liste getirdi. Bu listeyi Ahmet Turan Arslan Hoca’nın yaptığını söyledi. Daha düzenli olması için kâğıt kalem alarak Ahmet Turan Hoca’nın hazırladığı listeyi temize çektim ve kendilerine verdim.

Yüzden fazla yazma eser ve bir silsilenin akademik serisi. İçerisinde Abdülehad Nuri Efendi’den seçkilerin yapıldığı ve sohbetlerinden tutulmuş notların bulunduğu orijinal eserler de vardı. Bazılarını dar vakitte uzun uzun inceledim.

Akşam olduğunda izin isterken bir soru sordu: Eserlerin Sivas İlahiyat Kütüphanesi’ne devrini istediklerini, kendisinin kararsız kaldığını ve benim düşüncemin ne olduğunu.

Ben de Sivas’a değil Süleymaniye Kütüphanesi’ne intikalinin daha uygun olacağını söyledim.

Nasıl olacağını sorunca, ben görüşme yapabileceğimi söyledim. Bu görüşmede kullanmak üzere listeyi küçük fotokopi makinasında çoğaltarak bana da bir nüsha verdi...

Gün gurup etmişti ayrıldığımda. O akşam otobüs biletini iptal ettim ve İlim Yayma Cemiyeti’nin Vefa yurdunda Necdet Yılmaz Hoca’nın himmeti ile misafir oldum. Ertesi gün erkenden Süleymaniye Kütüphanesi’nin kıymetli müdürü merhum Nevzat Kaya Beyefendi ile görüştüm, konuyu aktardım ve listeyi takdim ettim. O esnada bir telefon görüşmesi gerçekleşti ve birbirleriyle tanıştılar.

Nevzat Abi’den izin alarak Eyüp’te bulunan Abdülehad Nuri Efendi’nin kabrini ziyaret edip ve ardından cuma namazını kılıp İstanbul’dan ayrıldım...

Yol boyunca ziyaretine gittiğim şahsın, vedalaşırken edebi bir kenara bırakarak bütün detaylarıyla baktığım yüzünü ve rüyamda gördüğüm şahsın yüzünü düşünerek...

Bu sırada kalbim ikilem içinde kalmıştı. Suret mi yoksa siret mi?

Yol yormuştu. Bir beşik gibi sallanan otobüste çalan müzik ninni gibi geliyordu... Uyudum.

Aklı kitaplarda kalanlara söyleyeyim. Bir süre sonra başka kimler vesile oldu, bilmiyorum ama Süleymaniye Kütüphanesi’ne devredildi. Hüseyin Şemsi Güneren - Dr. M. Fatih Güneren kataloğu altında kayıt altına alındı.

Yıllar yılları kovaladı. Üç yıl kadar önce Ağrı Üniversitesi konferans için davet etmişti. İlgilenmek için de gerçek bir gönül adamı araştırma görevlisi Alper Ay’ı görevlendirmişlerdi. Bizi alıp misafirhaneye yerleştirdikten sonra uzun uzun sohbet ettik. Ahmed Yesevi Hazretleri hakkındaki doktora tezini konuştuk. Konu bir yerden Sivasi ailesinin kitaplarına geldiğinde büyük bir heyecanla, bütün eserlerin dijitallerinin elindeki bilgisayarda bulunduğunu söyledi. Yaptıran kişinin da şimdi Sivas’ta rektör olan Alim Yıldız Hoca olduğunu belirtti. Biz bir yandan çayı tazelerken bir yandan da kitapları benim bilgisayara aktardık.

Çok şükür.

İşte bütün bu hatıraları ve eserleri muhafaza eden bir İstanbul çelebisi Dr. M. Fatih Güneren (1929-2018) Beyefendi Hakk’a yürüdü.

Çelebi Çalab’a gitti.

Allah rahmet eylesin...