Bir ses bir sözle taşındığım yıllar
Yaşadığım bir evden ne kadar memnun kalırsam kalayım, gece on ikiden sonra sivri topuklu terliklerle gezinen bir üst komşu veya duvarın hemen öte tarafında bangır bangır konuşan birileri varsa gözümü karartıp taşınma kararı almışımdır. 38 yılı bulan evlilik hayatımda, üç ülkede yirmi beş civarında ev değiştirdim. Savsaklanan bir mesele yüzünden huzursuz olmaktansa “taşınalım bari” diyordum eşime, memnun değildik ki zaten.
- Bir evden diğerine taşınmak, verilmiş bir emeği de geride bırakmak demek. Bir komşu yakınlığı, bir pencere manzarası alışkanlığı, bir mekân uyumu oluşmuştur mutlaka.
Geride bıraktığınız evi, kapı pencere kasaları, perdeleri, dolapları, döşemeleri, su tesisatıyla bir ölçüde kendi usulünüze göre düzene sokmuşken taşındığınız evin farklı problemlerine kafa yormak zorunda kalırsınız. Tesisat ve badana ustalarına ulaşamadığınız yerlerde iş başa düşer.
1990’ların ortalarında kiralama kültürünün henüz bilinmediği Bakü’de, kiralayacak ev bulamadığımız için ailece birkaç ay otelde kalmıştık. Takip eden üç buçuk yıl içinde, Sovyet mimarlık anlayışıyla inşa edilmiş dört evde oturduk. Ev sahiplerim mülk kiraya vermek nedir usullerini yeni öğreniyorlardı, dolayısıyla kolay geçmedi bu süre.
Sovyetler döneminde yapılmış konutlar, hayatın kamusal alan merkezli inşasından hareketle, son derece hesaplı planlanmıştı. Sektör zamanla farklı projelere yönelmiş de olsa, orta geçmişin mirası yüksek modernizmin amaçlarına uygun bir şekilde monoton ve kişisellikten uzaktı. Vakit geçirmek için park ve meydanlara, kültür merkezlerine yönelmeliydi insanlar. Binalarda algıladığım, insanların bakışlarındaki perdeleri delip geçen Sibirya üşümesi birçok öyküme sızmıştır. Düğün ve taziye törenleri, sitelerin ortasında ayrılan ortak alana kurulan çadırlarda gerçekleşirdi. Herhangi bir evin, içinde yaşayana göre değişme şansı son derece sınırlıydı. Seksen yıl gibi bir sürede mekânları belirleyen ideolojinin toplumu ne ölçüde etkilediğini anlamaya çalışarak gezinirdim şehirde. 1997’de İstanbul’da gerçekleşen Habitat toplantılarında, Turgut Cansever’in de katıldığı bir atölye çalışmasına “Bakü Şehircilik ve Mimarisine Sosyalizmin Etkilerinden İstanbul İçin Çıkarılacak Bazı Dersler” başlıklı bir metinle katılmamda bu gezinme ve incelemelerin katkısı büyük.
Bakülü ev sahiplerinin mülklerini kiraya verme usullerini yeni öğrendiği yıllar
Bulabildiğimiz ilk kiralık ev, hüzünlü bir sessizlikle uzayıp giden Şehitler Hıyabanı’na yakın bir mahallede, meclis binasının hemen arkasında bulunan Profesörler Sitesi’nin beşinci katındaydı ve eşyalıydı. Ev sahiplerimiz Kimya Fakültesi’nde ders veren öğretim üyesi bir çiftti. Moskova’da üniversite öğrencisi olan oğullarına harçlık temini için evlerini kiraya vermekten başka bir yol bulamamışlardı. Kendileri, küçük kızlarıyla birlikte ebeveynlerinin evine taşınmışlardı. Bize kiraya verdikleri yüz metrekare kadar genişlikteki ev, ekonomik kriz yüzünden bakımsız bırakılmıştı. Oturulur hâle getirdiğimizde ev sahipleri çıkmamızı talep ettiler. Enflasyon yüzünden öğretim üyelerinin maaşı bir hayli düşmüştü. Evi satıp iki küçük ev alacak, birinde otururken de diğerinin kirasıyla gelirlerini artıracaklardı. Onca emek verdikten sonra taşınmak için toparlanmak zorumuza gitmişti. Sitenin ortak alanlarına alışmaya başlamıştık. Her evin kendi bahçesi de vardı, profesörler bu bahçelerde domates patlıcan gibi sebzeler ekiyor, çay saatini orada geçiriyorlardı. Tepeye doğru giderken sıklıkla petrol kuyularının uzantıları ile karışan dut ağaçları çıkıyordu karşınıza. Evden baktığımda hoşuma giden manzaranın içine karışarak yürüyüşler yapıyordum.
Bakü’de yaşadığım ikinci ev, ilkinin biraz aşağısına düşüyordu, bir avlunun etrafında tasarlanmış birkaç apartmandan birindeydi. Avlu, etrafındaki apartmanların sakinleri için toplantı alanıydı, özel günlerde veya akşamüstlerinde bir tarafında kadınlar bir tarafında erkekler toplanırdı. Evlere sığamayan insanlar avlularda buluşup çay içerlerdi. Çok susuzluk çekmiştim bu evde. Salonun penceresi, geniş bir bahçenin öteki kıyısında güvercinlerin doluştuğu bir alana bakıyordu. Bazen çocukları alırdım, güvercinlerin yanına giderdik. Yakınlarda farklı türlerde bakımlı ağaçlarla kaplı büyük bir park vardı, o parkta oturur, çocukların koşuşmalarını izlerdim. Fena bir ev değildi, sorun şu ki ev sahibi biz yokken dolapların yukarı gözlerinde bulunan kendisine ait eşyaları bahane ederek giriyordu içeriye, anahtar vardı elinde. Bunun bizi rahatsız ettiğini, anahtarı değiştireceğimizi söylediğimizde şaşırmıştı. Nasıl güvenmezdik ki ev sahibimize, o bize evi konusunda güvenmemiş miydi?
Üçüncü ev şehrin merkezine yakın sayılırdı ve genişçeydi, ancak mutfağı ufacıktı ve eşyaları aşırı tozluydu. Girişi bakımsız, yıkık döküktü. Ev sahibemiz bir gün kapımızı çaldı ve geniş evinin bir odasında oturma izni istedi bizden. Evini kiraya vereli beri kızının yanında kalıyordu, ama hiç rahat değildi orada. Beni anneniz bilin, diyordu. Onu eve kabul edemediğimiz için biz taşınmak zorunda kaldık. Üzgün bakışlı, çok çekmiş bir kadındı. İçime dert oldu.
Dördüncü ev denize yakındı; önündeki yol sağ taraftan Lengaran şehrine, sol taraftan ise sanayi şehri Sumgayt’a gidiyordu. Bir site içinde, pencereleri küçük, karanlık ve kasvetliydi. Yıpranmış bir devlet dairesi havasına sahipti eşyaları. Sık sık deniz kenarındaki lunaparka götürürdük çocukları. Fazla oturmadık o evde, odaları ve eşyaları hafızamda pek yer tutmamış.
Tahran’da biri Pepsi Kola mahallesinde sekiz ev değiştirmek
Tahran’a 1986’da eşimin askerliği nedeniyle gittiğimizde, Pepsi Kola fabrikasına yakın olduğu için bu meşrubatın adıyla çağrılan bir evde yaşamıştık. Devrimden sonra firmanın adı da kolanın formülü de değişmişti ama mahalle yine Pepsi Kola diye biliniyordu. Eşim askerdi, alt katında bir fırın olan üç katlı evin orta katında, çoğunlukla yalnız yaşıyordum. Fırını çalıştıranlar Azeri Türklerdi, berberi diye bilinen ve “Türk pastası” diye adlandırılan pideyi andıran bir ekmek yaparlardı. Ev sahibemiz, kocası uyuşturucu kuryeliğinden hapiste olan bir kadındı, sık sık kapıyı çalar, gelecek kiraya mahsuben bir miktar ödeme yapmamı isterdi. Karşımdaki komşumun kocası ise asker kaçağıydı, evde gizlenirdi. Akrabaları gelir giderdi, komşular bilirdi kaçak olduğunu. Caddeden savaş cephelerinden gönderilen cenazelerin geçtiği bir dönemdi. Şehirler Savaşı başlatılmıştı. Gece kırmızı alarm verildiğinde, bir buçuk yaşındaki kızımı alıp merdivenin altına koşardım. Yığma, eski bir binaydı, merdivenin altına koşmanın pek anlamı yoktu ama en yakın barınak da beş yüz metre ilerideydi. Şehirler Savaşı şiddet kazanınca, kızımla birlikte İstanbul’a gitmem yönünde eşimle karar aldık.
Yedi ev değiştirdim Tahran’da, çeşitli dönemleri kapsayan on beş yıl boyunca. Bu evlerden dördü, bir küçük tepede düzenlenmiş Park-ı Pervaz’ın civarındaydı.
Mir Damat Meydan’ına çıkan evden, ev sahibinin oğlu evleneceği için geri dönmüştük, aşinası olduğumuz Park-ı Pervaz civarına. Filistin Meydanı’na çıkan bir sokak üzerinde olan evden ise, farklı bir ülkede yaşayan sahibesinin bir gün çıkıp gelerek evimizde belirsiz bir süreliğine kalma talebi yüzünden, Tahran’a bitişik bir şehir olan Kerec’e bağlı Mehrşeh’in bir köyüne taşınmıştık. Bahçeli bir evde bir sene kadar yaşadıktan sonra Bakü’ye gittik. 2000’lerin başında yine Tahran’daydık ve şehrin kirli havasından kaçmak istediğimizde bir kez daha Mehrşehr’e, bu kez bir sitede yaşamak üzere taşındık.
O yıllarda kiracının bin evi vardı
Kiracılığın sağladığı bir iç rahatlığından söz etmek mümkündü o yıllarda, taşınırdık işte, kiracının bin evi var, derdik. Ama her zaman da isabet edilmiyordu evin sahibi konusunda. Park-ı Pervaz civarındaki evlerden birinden, gece yarısı yükselen tuhaf sesler yüzünden çıkmak istedim. Giriş katında oturan, bir molla olan ev sahibesi, derinlerden gelen bu sesten söz ettiğimde, kâle almadığını anlatan bir ifadeyle bakıyordu yüzüme. Tuhaflık o seste değil de bendeydi sanki. Şah dönemi saray mollalarından olduğunu öğrendim zamanla, saraydaki çeşitli programlardan Şah ve Şahbanu Farah ile çekilmiş fotoğraflarını gösterirdi; yeni rejimi eleştirir, Beklenen Mehdi’nin yolundan saptığını söylerdi. Mütehakkim bir kadındı, aileyi kocası değil o yönetirdi. Çocuklarından biri boşanmıştı, onun için üzülürdü. İyi hoştu ev sahibesi olarak ama geceleri derinlerden gelen sesleri kafamdan uydururmuşum gibi yüzüme bakıp kalmasından hoşlanmıyordum. Bu eve taşınmamıza vesile olan eşimin arkadaşı civarda bir evde oturuyordu. Neticede bir arka sokaktaki eve taşınma kararı almıştık ki, dedikoduları ondan öğrendik: Meğer zemin katın altında evlenecek oğlu için bir küçük daire yaptırıyormuş Hoca Hanım ve kanuna aykırı bir iş olduğu için de gece sürdürülüyormuş inşaat faaliyeti. Herhâlde yapılan aslında yarı bodrumu yaşanacak hâle getirmekti.
İnsanın kendi rızasıyla evden eve taşınabilmesi bir derlenip toparlanma vesilesi, yirmi yıl önce bunu yapabiliyorduk. Şimdilerde İran’da şehrin dar gelirlilerin yaşadığı güney bölgelerinde bile kiraların ateş pahası olduğunu duyuyorum. İstanbul gibi Tahran’da da sürekli bir inşaat var, boş ev sayısı her iki şehirde de çok fazla ama bu kiraların düşmesini getirmiyor.
Gurbet geliniydim, çocuklarımla gelip gidiyordum, kendi evim olmadığı takdirde sürdüremeyecektim yurdumla bağlarımı… İstanbul’a geldiğimizde kalabilmek için Küçükyalı’da aldığımız daireyi, yaz mevsimini köyde geçiren anne ve babamın evinde kalabildiğim yıllarda bir tanıdığın zor durumda olan kız kardeşine kiraya vermiştik. Çocuklar büyüdükçe ayrı bir evde kalma ihtiyacı kendini hissettirmeye başladı. Kiracı kadından evi boşaltmasını istedim, bir yıl kadar önce. Hiç yanaşmadı buna, ulaşılmaz biri oldu, biz yine annemlerin evinde kaldık yazın gittiğimizde. Kiracı daha da ulaşılmaz olmuştu, sonunda çareyi o evi satmakta buldum. Kiracının buna cevabı, dolap, doğrama ve duvarları bıçakla kazıyarak ayrılmak oldu. Böyle çirkin bir öfkenin kabul edilebilir bir yanı yok, benzer şekilde, kiracı üzerindeki ev sahibi baskısı dar gelirliler için bir yazgı olmamalı.
Kavrayışlı ev sahipleri elbette az değil ama yaygın olan kiracıyı diken üstünde yaşamaya sevk eden bir baskı. Bütün hayatı boyunca edindiği birikimi, ek gelir hatta belki biricik gelir olsun diye bir eve yatıran ev sahipleri de hiç az değil, onlar da haklı olarak prensip sahibi kiracılar arıyorlar. Tutarlı bir konut politikasının asli amacı olmalı dar gelirliyi -kredi borçlanmasına mecbur kalmadan- kiracılıktan kurtarmak.
Gecekonduları apartmana dönüştüren süreç, hiç hakça yürümedi. Çamurlu arazilerin çilesini çekenlerin bir kısmı yıllar sonra rantiyeye dönüştüler. Rantiye adaletsizliğinde tarihsel bir rövanşın cilvesi elbette var: Göçü teşvik eden politikalar, daha iyi hayat şartları için yerinden yurdundan olan insanları şehirlerin kıyılarında kendi hâllerine terk ediyordu.
Sovyet sistemi işçiye ve köylüye geleneksel ve dinî âdet ve alışkanlıklarını ayakta tutmalarını zorlaştıracak türde konutlar sunuyordu, kapitalist sistem ise ömür boyu borç yükleyen bir planı telkin ediyor, ev sahibinin yıldırdığı dar gelirliye. Mimar Ahmet Yılmaz yedi yıl önce, Türkiye’nin son 20 yılda 6 milyon konut üretmek suretiyle 24 milyon bir nüfusu yeniden iskân eden bir ülke olduğunu, öyleyse bütün konut meselesini çözmüş olması gerektiğini dile getirmişti (Şehir Düşünce dergisi, sayı 6, 2015). Aradan geçen yıllara rağmen konut açığı bir türlü kapanmıyor,
- kiracılık bin ev sahipliği değil, diken üstünde yaşamak demek. Her an kapıya dayanabilecek bir ev sahibi düşüncesiyle insanlar nasıl rahat bir uyku uyur da sağlığını korur ve toplum için faydalı bir çalışma ortaya koyabilir ertesi gün…