Bir metin gezginiolarak Suavi Kemal
Baudelaire’in flâneur’ü “dünyanın merkezinde iken dünyayı gözlemlemek ama dünyadan saklı kalmak” isteyen “tutkulu bir gözlemci” idi. Suavi bir kitap flâneur’udur, ancak bu dediğim zihinsel bir eğilim olmanın ötesinde bir gezginlik. Bir kitap, bir fikir nerede tartışılıyorsa, orada olabilirdi. Kitap dostluğu, kitap aşinalığı, kitabı değerli kılan toplantılar, Suavi’siz olmaz.
“Suavi’yle de konuşmuştuk bunu!” Ne çok kişiden bu sözü duyarsınız. Yirmi beş yıla yakın bir süreden beri tanıyorum onu. Önce mutlaka bir kitabevi toplantısında tanışmış olmalıyız. Dergah’ta Mustafa Kutlu’yu ziyaretlerimde de tanımış olabilirim ilk defa. 2000’li yılları İran’la Türkiye arasında geçirdim. Özellikle yaz aylarında İstanbul’da olabildiğince çok görüşme yapmaya, ziyaretlerde bulunmaya çalışırdım. Haftanın iki günü çocuklarımın ellerinden tutar, bir faaliyet veya buluşma için karşıya geçerdim. Sık sık da arkadaşlarımı bir araya getirirdim Küçükyalı, Mağara Sokak’taki evimde. Suavi de bazen bu toplantılara katılırdı. Genellikle dinler, bazen bir cümlesiyle tıkanmış olan konuyu açardı. İsabetli yorumlarıyla geliştirirdi bahisleri. Genç yaşına rağmen bu birikimi nasıl edinmişti? İyi bir okur olmak için kitap listelerine ihtiyacımız yok aslında. Dikkatle okunmuş bir kitap bir diğerini çağırıyor.
Baudelaire’in flâneur’ü “dünyanın merkezinde iken dünyayı gözlemlemek ama dünyadan saklı kalmak” isteyen “tutkulu bir gözlemci” idi. Suavi bir kitap flâneur’udur, ancak bu dediğim zihinsel bir eğilim olmanın ötesinde bir gezginlik. Bir kitap, bir fikir nerede tartışılıyorsa, orada olabilirdi. Kitap dostluğu, kitap aşinalığı, kitabı değerli kılan toplantılar, Suavi’siz olmaz. Bir kitap okumaya başlamışımdır, Suavi okumuştur veya hakkında bir fikri vardır mutlaka. İyi bir dinleyicidir, oysa bir metni çok uzun bir süre içinde kaleme aldığını çıkarıyorum konuşmalarından. Olguların ve sürprizlerin, olumlu çabaların içinde ve şahididir. Bazen bir yorumla katılarak izler ve bu izlenimleri şiirlerinin, öykülerinin derinlerine damıtır. Birçok fikir ve kaynak onun söyleşileriyle de dolaşır gruplar arasında. Birbiriyle ilgili olsalar bile fazla görüşmeyen veya sınırlı ortak ilgilere sahip insanlar onun dostluğunda bir çevre oluştururlar farkına varmadan. Bu, Akif Emre’nin de bir niteliğiydi. Böylesine bir ilişkiler ağını birbirini inkâr eden dönemler boyunca canlı tutmanın hiç kolay olmadığı açık.
- Düşüncelerini dile getirmede gösterdiği titizliğin bir sonucu olmalı minimalist üslubu. Ne kadar bilirse bilsin az geldiğini gösteren bir yerden sarf eder sözünü, bu da onu güvenilir kılar. Türlere dönük de benzeri bir vefası olduğu söylenebilir. İyi bir okur olmanın tabii bir sonucu olmalı beslendiği türleri kendi döneminin katkılarıyla zenginleştirmek. Roman dışında her edebi türde yazdı Suavi: Öykü, şiir, deneme.
Roman taslakları da hiç eksik olmadı. Yedi sekiz yıl kadar önce Balkanlar’dan Türkiye’ye uzanan bir roman kurgusundan söz ettiğini hatırlıyorum. İçinde karmaşık olaylar barındıran postmodern bir roman yazmak için uygun dili, niye yazmıyor? Bütün metinlerinde belirgin olan minimalizmi onu özellikle romandan uzak tutuyor olmalı. Kendini yazdıklarında görünür kılmamayı yeğlediği de geliyor akla. Şiiri tercihi, şiirde yol alması da aynı sebebe dayanıyor olabilir: Şiir kişiselliğin veya içselliğin en fazla damıtıldığı, dönüştürüldüğü tür.
Üç şiir kitabı yayımlandı Suavi Kemal’in, ilk kitabı Heves’te yer alan Müntehir Yüzbaşı Hamdi’nin İntihar Mektubu’nu, hüzünlü epik anlatımıyla hatırlarım hep. Hayatta kalma hakkını hiç yenilgi tatmamaya bağlayan onur algısı intiharı nasıl olur da bir yenilgi olarak öğrenmez… Onur, başarı, bir ailenin reisi veya bir yuvanın kurucusu olmak ve daha nice kabulle sağlam kılmaya çalıştığımız bedenler niye her zaman sağlam ruhlara yerleşmiyor… Müntehir subayın destanı kalbe dokunan temposuyla, toplumsal cinsiyetin erkekler üzerinde oluşturduğu baskıyı düşündürüyor.
Sahi, “ilk geyik avında ölmemek” de nasıl bir başarının taşlaması? Bütün Ayrılıklar’da yer alan Acz’ı yeniden okudum bu yazıyı yazarken. Dingin, mutlu saatleri rahat bırakmayan aynı baskı değil mi “ok atımı mesafede anbean adım adım büyüyen bir ok, hayır mızrak…”
çöl yaklaşıyor hızlı adımlarla
balkonumdaki saksılarda büyüyen
pembe domates fidelerine…
Düşünce kaydışart altına alındığında şiddet başlıca açıklama ve çözüm yolu olarak yerleşir ufkumuza, beri taraftan, gerçekten düşünmek düşünceli olmadan mümkün değil. Japoncada düşünmekle üzülmek aynı kelimeyle ifade edilirmiş. Süs bitkileri değiliz sonuçta. Öyleyse, tutarsızlıkları makul göstermeye çalışan sahte ve daha kötüsü de aptalca duyarlıklar karşısında kelimelerden başka neye tutunabiliriz. Çöl, maskeli balo, balkon, pembe domatesler, sığınak, çay… İlk geyik avında ölmemenin anlamı, “suçun” bu mahcup ikrarı, çölleşmenin sorumluluğunu büsbütün başkalarına yüklemeden tanımlayabilme gözü pekliğini mi gerektiriyor… Bu bir aymazlık, dahası göz göre göre işlenen suç, fakat “çöl” bütünüyle de çıkıp gelmiş değildir domates fidelerinin üstüne; henüz vakit var! Yüzbaşı Hamdi nasıl olup da onca güçsüz düşebilmişti? Yüzbaşı Hamdi bir kurban, asker kimliğine dayanan soğukkanlı görünen muhasebesi, kendini koyduğu yerin yüceliğinin bir umuda tutunmasına engel olduğunu da getiriyor akla. “Biz” düşüncesinden yoksunluğun bir zaafı bu aynı zamanda; sahih bir “Biz”de biri ötekinde eriyip kaybolmamalı. Trajediye inanmak da yenilgiye teslim olmayı getirmeyebilir bu durumda.
- Suavi Kemal Yazgıç’ın şiirleri üzerine konuşurken modern şiirin hayatiyet kazanma yönünde gerçekleştirdiği sıçramaları da konuşmadan olmaz. Şiirin olayı elbette her zaman insani tecrübenin en damıtılmış hâli olarak yer bulabilir bir metinde. Kelimeler ihtişamlı yığınlar hâlini aldığında ise başka bir sanat hamlesi sökün ederek uyarılar gönderir.
Belçikalı Kavramsal Sanatçı Marcel Broodthaers, 1969’da düzenlediği edebi sergide Mallarme’nin Bir Zar Atımı Asla Ortadan Kaldırmayacak Rastlantıyı başlıklı şiirinin on iki çift sayfasına on iki levhayla yer vermişti. Ranciere bu sergilemenin, “sanatta modernite diye tabir edileni ve onun politik açıdan ortaya sürdüklerini yeniden düşünmeye de davet eden, kelimeler ve mekân arasındaki ilişki hakkında, daha kapsamlı bir tefekküre kapı araladığını” yazıyor, Kelimelerin Mekânı Mallarme’den Broodthaers’e isimli kitabında. 19. ve 20. yüzyıllar arasında vuku bulan sanatsal hareketlilik her sanata bir tür özerklik kazandırdı. Fotoğraf makinesi ve sinemanın icadına götüren sürecin bütün sanat ve edebiyat türleri üzerinde değiştirici bir etkisi oldu. Ranciere’e göre şiirin imtiyazı reddedilirken, “saf yüzey sanatı” niteliğinin varsayımıyla resim olmuştu sanatın rüştünü ispat etmekle yükümlü tutulan. “Saf yüzey” form oluşturma yönünde ortak bir başlangıç için tasarlanmış özelliksiz nötr bir zemin.
Orada sanat eserleriyle yer değiştirmek isteyen hayat tasarıları gerçek bir sanat eseri hâlinde temayüz eder. Beri taraftan modernist teorinin öne sürdüğü gibi bu hareketlilik her sanatın kendi materyaliyle özerkleştiği anlamına da gelmemekteydi: “…sanatları birbirinden ayrı tutan temsil modeli çöktüğünde, ortaya çıkan, her sanatın kendi materyaline yoğunlaşması değil, aksine, bu materyallerin dolaysız olarak birbirine karışmaya başlamasıdır. (…) Şair artık bir hikâye veya kendi duygularını anlatmayı bıraktığında, dilin geçişsizliğini değil yazının plastikliğini keşfeder.” Modernist paradigmaya karşı çıkan bir yüzey fikrinin uygulandığı yerde sanatların formları dilin önermelerinden, “sanatsal olmayan” da hayatı kuran formlardan ayrı değildir. Bu güçlü dalga, “selam”ı hayata geri getirme ihtiyacının da eseri. 60’ların güncel sanatçısı için kentsel dönüşüm geçiren New York’ta, semtine yabancılaşan bir ihtiyarı caddeden karşı karşıya geçirmek bir sanat faaliyetiydi.
Mallarme’nin şiirinde, göstergeler, formlar ve eylemler arasındaki özdeşliğin yüzeyinin estetik devrim politikası denilen şeyi hayata geçirdiğini gösterir bize Ranciere. “Yüce” şiirin zemine ait olana, şeylere yönelen ilgisini elbet yadırgamıyoruz, büsbütün kayıplara karışmış bir ilgi de değildir bu şiirimizde. Suavi Kemal Yazgıç şiirinde de seçilmiş mekânlar gündelik hayat bezginliği içinde alışılmışlığın ihmalini getiren ayrıntılara çeker dikkatimizi. Yanlış ve kötücül, bezginliğe değil olabilirliğe dair bir kabule yol açar. İroni, metnin hayata güvenli bir seslenişi, ötekine dönük olarak da ustalıklı bir atıf hamlesidir. İkinci şiir kitabı Taş Suya Değince de yer alan “Pusu Marşı İçin La” hayata ilişkin sürüp giden sorgulamayı gündelik hayatın ayrıntılarıyla önümüze getirir Suavi Kemal. Dünyanın işte bu şekilde akıp gittiğini biliriz. Irmağa gidemediğimiz için muhtacızdır Japon balıklarına.
- “eve dönerken iki ekmek alırım -biri kepekli-
- geçerim bilgisayarın başına
- sayarım dökülen saçlarımı…”
- ayağımın altında bir parke zıplar neden sonra
- ve karım çeker ütünün fişini
- “pardon şekerim” diyerek”
Edebiyat eleştirmenleri ironinin tanımının yapılamayacağını söyler. Bu nedenle de bir kavrammış gibi düşünülüp tanımlanabileni ironiden saymamak gerekir. İronik olan her yere cevap yetiştirme iddiasına girmemesi, “Ben buradayım!” diye bağırmamasıyla tanınabilir belki de… Suavi Kemal yıllarca Karton Piyer mahlasıyla yazılar kaleme aldı. İsmin seçimi bile ironik, çünkü, iç mimaride kendi gerçekliğimizin ötesinde bir tüketim savurganlığına duçar olduğumuz yılların bir eğilimine işaret ediyor.
Karton Piyer önce Gerçek Hayat’ta yazdı, ardından Kitap Postası ve Cafcaf’ta; peki neden sonraki kuşaklara aktarılamadı bu yazar, niye bir cümlesi, bir esprisiyle dolaşmıyor dilimizde? Dünya Bizim’de 2009’da gerçekleştirilmiş bir söyleşide Karton Piyer’den “Esrarengiz Yazar Karton Piyer” diye söz ediliyor. Acaba Asım Gültekin mi, diye düşünenler de oldu hakkında. Dönem dönem kaybolup geri döndü ve çoktandır bir yerde yazmıyor. Bu soruya Dünya Bizim söyleşisinde şöyle cevap vermiş: “Bu arz talep meselesi. Bir dönem, benden başka kimse Karton Piyer"i talep etmedi. Varlığını benim inatla talep etmeme borçlu.” 2015’te Pierre Karton’un Suavi Kemal Yazgıç müstearıyla çıkardığı Horkhaymırdan Alzhaymıra Türk Aydını adlı kitabı okuduk. Bu bir fırsattı, geri dönebilirdi, bir köşede okumayı sürdürebilirdik? Neden olmadı? Neden o köşeden ayrıldı, sonra nasıl geri geldi, artık niye yazmıyor? Kıymet bilmek vurguyla ve atıfla oluyor, güzellemeyle değil.
Suavi Kemal geçmişe gömülen emekleri gün yüzüne çıkarmayı vazife edinmekten de geri durmuyor. Kültür ve edebiyat yazıları bir hayli zengin bir içerikte ve geniş bir toplama sahip, izlediğim kadarıyla. Hece Dergisi’nin Alaaddin Özdenören Özel Sayısı’na, “Şairin ‘Devlet ve İnsan’ı” başlıklı yazısıyla katılmıştı. Duran Boz’un hazırladığı Okuma Hikâyeleri’ne ise “Okurluğumun Cahiliye Dönemi” başlıklı bir yazıyla katılmıştı. Orada annesinin kendisine kütüphanesi olan bir ev verdiğini ama herhangi bir kitap tavsiyesinde bulunmadığını belirtiyor. Nasıl da incelikli bir kitap okumayı sevdirme yöntemidir bu! Aynı yazıda üniversiteyi bitirip de askerlikten döndükten sonra evde geçen ve üç yıl süren “klasikler” okuma dönemini de anlatıyor. İzmit Gölcük’te geçen o dönemde Mustafa Kutlu küçük kitap kolileri gönderir, hatta Gölcük’e gelip onu evden çıkartırmış, beraberce bir kahveye gidip sohbet ederlermiş; ne hoş bir hayat hikâyesi ayrıntısı. Öyle ya, Kutlu da bir şehir gezgini değil midir!
Atıfta bulunduğum her iki yazı da Suavi Kemal’in zihninin geçmişin birikimiyle birlikte yol alma sorumluluğunun altını çiziyor. Ne nostaljiktir bu anlamda metinleri ne de hafızasız. Tersine, üzeri örtülen viraneler hakkında veya sipariş gündemler üzerinden konuşmamak için sürekli kazımalar yapıp kıyaslamalar çıkarıyor orta yere. Bilgilenmeyi ve paylaşmayı bir hayat felsefesi gibi kuşandığını izliyorum yıllardır. Bir tür adaletin tesisi çabası bu; edebiyat konusunda en iyi yargıç zaman değil midir? Suavi Kemal Yazgıç’ın yetişkinlerin zihin dünyasına dönük olsa da büyük bir birikimi sade bir dille yorumladığı yazıları keşke lise ve üniversite öğrencilerine ulaşabilse… Gerçekten lise öğrenciler ne tür kitaplar okuyor? Hayal dünyasına gömülmek kötü bir şey değil, endişe verici olan komplo teorilerileriyle yaratıcı hamleleri ketleyen metinlerde kaybolmak.