Bir mesele olarak dindarlaşma için ihmal edilebilir notlar
Türkiye gibi bir ülkede yaşamak aslında çok keyifli ve fazlasıyla heyecanlı. Keyifli ve heyecanlı çünkü sevgili memleketimiz bazı “ele avuca gelmez”liklere ve “öngörülemez”liklere sahip. Genel olarak konuşacak olursak; her türlü teorinin gerçekçi kaynağı olarak Batı’dan devşirdiğimiz kavramsal çerçeveyle memlekete bakmaktan tutun da bu toprakların bitmeyen, bir türlü “rayına” oturmayan iç hallerine kadar geniş bir spektrumdaki her bir olgusal durum bizi günün sonunda “pek anlam veremediğimiz” bir ülkenin eşiğine getirip bırakıyor. Tıpkı son seçimlerde olduğu gibi; sahi neden hâlâ bu kadar yüksek oy alıyordu acaba şu akape; bunca yılın, bunca olan bitenin, bunca yıpranmışlığın üstüne?
Ontolojik öngörü ya da dindarlığın içe bakışı üzerine
Güncel politik meseleler şimdilik bir yanda dursun. Ama söz konusu politik meseleyi de aslında dikey olarak kesen ve onu içerden kat eden bir olguya, yani dindarlığa, daha doğrusu dindarlıktaki artış ya da azalışlara, değişim ya da dönüşümlere baktığımızda durum -tıpkı politik olgu(lar)daki gibi- yeterince belirsiz, yeterince anlaşılmaz ve bir o kadar “can sıkıcı” bir yerde duruyor; en azından ilk anda: Giderek daha fazla mı dindarlaşıyoruz yoksa dindarlık çoktan “kapital” süreçlere tahvil edilen içi boş bir “inanç” meselesine mi dönüşmüş durumda?
Bir mesele olarak dindarlaşmayı birkaç katmanda ele almak, mezkûr olguyu anlamızı bir nebze olsun kolaylaştırabilir. Bunlar; ontolojik, cemaatsel ve politik durumlardır. İlkiyle başlayalım: Felsefenin yerini almaya susamış sosyal bilimlerin jargonuyla söylenecek olunursa, “modern dünyada dinin (varolma) imkânı” öteden beri önemli bir tartışma konusu. “Büyüsü bozulmuş” ya da “katı olan her şeyin buharlaştığı” bir dünyada dinin otantik olarak varolamayacağı neredeyse ortak bir kabul hâlini almış durumda. Doğrusu bu, belli bir oran ve manada doğru bir tespit. Elbette ilgili tespitin ardından hemen ilave etmememiz gereken küçük bir hakikat kaydıyla: Söz konusu otantiklikten uzaklaşmanın kaynağı, dinin çeşitli anlamlardaki çözülüşünden ziyade, bizatihi dinin kendi içinde taşıdığı ve sık sık atıf yapılarak inananlarına haber verilen gelecekteki bozulmayla ilgili. Dolayısıyla hangi analiz birimini ele alacak olursak olalım, dinin hanesine yazılacak bütün kayıplar aslında ta en başından dinî kavrayış için “öngörülebilir”dir; daha doğru bir ifadeyle, çoktan “teori”nin içinde yer alan bir anlama sahiptir. İlgili jargonu sevenler için daha da ileri giderek söylersek, söz konusu tespit, dinî açıklama için çoktan satın alınmıştır.
Bu açıdan bakıldığında dinin kendisiyle ilgili “öngörüsü” zaten yeterince “kötümser bir gerçekliğe” dayanmaktadır bir yanıyla. Hz. Peygamber’in, “Ey ashabım, siz öyle bir zamandasınız ki, dinin emir ve yasaklarının onda birine uymazsanız helak olur, Cehennem’e gidersiniz. Öyle bir zaman gelecek ki, emir ve yasaklarının onda birine uyabilen, Cehennem’den kurtulur.” hadisi söz konusu durumun bir teyididir. Bu bağlamda dinin hem yaygınlık alanının ama daha önemlisi söz konusu yaygınlık alanının içeriğinin olası azalmasına dair elimizde net bir veri var; en azından İslam için, bu topraklar için. Bu bize, dindarlaşmayla ilgili geniş erimli bir analiz yaptığımızda, -dönemsel yükselmeler yahut alçalmaları ihmal edilebilir olarak alırsak- net bir “bilgi” vermekte: İslam’ın “insanlık tarihi projeksiyonu”nda hem niteliksel hem de niceliksel açıdan insanın Yaradan’la ilişkisinin gün geçtikçe zayıflayacağı, hatırı sayılır bir oranda azalacağı, nihayet son Müslüman insanın dünyadan çekilmesinin ardından kıyametin kopacağı salık verilir. Dolayısıyla, ilk insandan beri giderek artan “imanî” niteliksel ve niceliksel artış, Hz. Peygamber’in nübüvvetiyle zirveye ulaşmış ve o andan itibaren kaçınılmaz sonuna doğru yol almaya başlamıştır (İslam tarihi literatüründeki “kıyamet” anlatıları, bu bağlamda bir korkudan ziyade “gerçekçi” bir yorumlama ameliyesidir). Bu zaviyeden bir mesele olarak dindarlığa bakıldığında modern zamanların çözücü etkisine yapılan her bir atıf aslında Cenab-ı Hakk’ın muradı üzere işleyen “takvim”in gerçekleşmesinin hem bir teyidi hem de bu çözülmeye karşı (insani boyutta) gösterilen tepkiyi anlatır. O yüzden, -dönemsel artış ve azalışlar ihmal edilerek söylendiğinde- “İslam, şüphesiz garip olarak başladı ve günün birinde garip hâle dönecektir.”
Bir yaşam alanı olarak cemaatten bir yok-nesne olarak topluma
Öte yandan meselesinin en az ontolojik boyutu kadar önemli bir diğer husus ise cemaatsellikle ilgili boyutudur. Cemal Bali Akal, Modern Düşüncenin Doğusu çalışmasında, “Modern (anlamda) devleti düşünmek, devleti düşünmektir.” der. İlk bakışta bir totoloji gibi duran bu ifade -aslında- devletin tam da modern bir olgu olduğunu, dahası modernliğin başlangıç noktasını ifade ettiğini hatırladığımızda yerli yerine oturan bir gerçekliği anlatır bize. Sanılanın aksine “devlet” tüm zamanları kat eden bir siyasal organizasyondan çok, tam da modernliğin kurulumuyla birlikte ortaya çıkan bir siyasal organizasyon pratiğinin adıdır. Dolayısıyla, modern olmayan bir devlet zaten yoktur. Modern anlamda devleti düşünmek, bu anlamıyla “yeni” olanı, yani moderniteyi de düşünmek demekti.
Akal’ın modern düşünceyle devlet arasında kurduğu ilişkiye atıfla ve onun bir devamı olarak söyleyecek olursak, modern anlamda toplumu düşünmek, aslında toplumu düşünmenin ta kendisidir zira toplum -bir kez daha- tam da moderniteyle birlikte ortaya çıkan bir olgudur. Modern olmayan toplum yoktur, çünkü aslında modernlik öncesinde toplum değil cemaat(ler) vardır. Bir yaşam kurucu form olarak cemaat, insan tekine sahici anlamda “serbest”iyet veren yegâne kipi anlatır bize (Burada “serbest”’in otantik anlamda “bağlılık”la ilgili boyutunu dile getirmeye bilmem gerek var mı?). Zira cemaat, kişioğlunu kendisiyle başbaşa bırakmadan ama modern anlamda onu bir tahakküm ve hegemonik gücün kollarına da itmeden onun yaşamasını sağlayan otantik bir arada yaşama formunun adıdır. Öte yandan cemaat, kişiye vicdani anlamda sınırlarını da sadece dışarıdan değil içeriden hatırlatan ve onu hemcinslerine karşı sadece hukuki değil, bu hukukiliği önceleyecek ontolojik bir bağla da borçlulukla işaretleyen formdur. Dolayısıyla cemaat, kişiyi dışardan içeriye kadar kat eder fakat bunu yaparken onu yok etmez; tam tersine onun sahici bir canlılıkta yaşamasını mümkün kılan formu böylece örer, üretir.
Oysa içi boş öznelikler yumağını anlatan toplum, kendisini oluşturduğu varsayılan (burada toplumsal sözleşmeler janrının “hayali kurulumlarını” hatırlamakta fayda var) bireylerden müteşekkil bir boş-kümedir. Gerçek değil fiktiftir ve bu hâliyle kendisini oluşturduğunu varsaydığı bireyi hiçbir hegemonik güçten (mesela devletten) korumaz; hatta bırakın korumayı, onu “hukukilik” adı altında yalnız bırakır, terk eder. Terk edişi, bir yandan modern anlamda devletin kişioğluna karşı duyduğu tuhaf hınçtan kaynaklanıyorsa (“İnsan insanın kurdudur”) bir yandan da daha en başından toplumun devlet söz konusu olduğunda içi boş bir olguyu, bir boş kümeyi anlatmasındandır. Toplum boş bir kümedir, yok hükmündedir. Toplum diye bir şey yoktur çünkü modern anlamda devlet, her türlü hegemoninin yegâne sahibiyse (Hobbes’un Leviathan’nının alt başlığı: “Bir Din ve Dünya Devletinin İçeriği, Biçimi ve Gücü”dür), bunun karşı kutbunda, denklemi asimetrik olarak mümkün kılan bir boş-küme olarak toplum vardır. Başka bir ifadeyle modern anlamda devletin yayılım alanını mümkün kılan tam da bu içi boş bireylerin oluşturduğu ve onları her şey karşısında savunmasız bırakan toplumun ta kendisidir.
Dolayısıyla cemaatsel inşanın tam zıddında yer alan toplumun, giderek her türlü formuyla görünür olduğu, hatta bunun biricik meşruluk zemini olarak savunulduğu modern zamanlarda dinin, kendisi için ilahi buyruğa birebir uyan bir şekilde hayattan çekilmesini tahmin etmemek ise büyük bir yanlış okuma olacaktır. Cemaatsellik, içinde barındırdığı yaşam formlarıyla, yukarıda söylendiği üzere, kişioğlunun sağlıklı varoluşunun zemini oluştururken, aslında dinin varoluşun mümkünlüğünü de sağlamaktaydı. Toplumun ve bunun bir devamı olarak toplumsallıkların, yani toplumcu organizasyonların geçer akçe olduğu bir zeminde ise, dinin hem (sahici) varolma imkânı azalır hem de -anlık artışlarda bile- toplumsalın tuzağına yakalanır ve kendisi için bir kazanım olarak gördüğü durumlar günün sonunda kendisine hep zarar verir.
İlaç mı zehir mi: Politiğin hegemonyasında bir ih(ti)mal olarak dindarlık
Gelelim politik duruma. Burada mesele biraz daha karmaşık bir tonda ilerliyor. Ontolojik ve cemaatsellikle ilgili olguların üstüne binen politik olgu, bir yandan dünyanın kendi içinde taşıdığı gelgitlere ilaveten memleketin üzerine bir karabasan gibi yapışan ve yaşanan “gecikmiş modernlik”le birlikte, bu toprakların dindarlık durumunu bir kez daha belirleyen önemli bir faktör olarak karşımıza çıkar. Modernleşmenin, artık bir standart anlatı olan tepeden inmeci versiyonuyla başlayan süreç, memleket için açtığı yaralar dindarlığı bir kez daha belirleyen bir faktör oluverir. Bu son ayakla birlikte, ontolojik öngörü kendini bir kez daha teyit etmiş olurken bir cemaat ikliminde yaşam alanı bulabilen dindarlık toplumsalın giderek yaygınlaşan baskıcılığının altında, politikanın kuşatıcılığını en kılcal hâllerine kadar yaşar, tecrübe eder. Devletin ikircikli “din” kavrayışı, bir yok-nesne olarak toplumun içi boş bireyleri ve onların meydana getirdiği oluşumlarla birlikte dindarları da tuhaf bir hâletiruhiyeye sevk eder: Şimdi bu devlet bizim tam olarak neyimiz oluyordu sahi?
Dindarlığın cemaatsellikle birlikte şekillenmesi sürecinde, bir siyasal organizasyon olarak egemenle girilen ilişkide dindarlar/dindaşlar kendilerine bir alan bulabilmişlerdi. Bu sadece, egemenle paylaştıkları ortak ontolojik paydadan değil, dindarlığın bir yaşama alanı oluşturan cemaatseliklerine dair egemenle mutabakat içinde oldukları daha derin bir paylaşımdan dolayıydı aslında. Başka bir ifadeyle egemen, kendi gücüne rağmen dindarlığın cemaatsellikle birlikte kendini gerçekleştirebileceğini hem biliyor hem de bunu onaylıyor, dahası buna rıza gösteriyordu. Egemen için bu durum ancak yönetilemez bir noktaya geldiğinde bir mesele olmasına rağmen, hiçbir zaman dinin yaşam alanı olan cemaatsilliğe müdahale etmek ve ona karşı bir pozisyonla kendini tanımlamak onun için düşünülemez bir şeydi. Bu, sadece pratik ya da çıkarsal boyut arz ettiğinden dolayı değil, gerçekçi bir analizle egemenin de (egemenliğine dair) sınıra karşı rıza göstermesinden kaynaklanıyordu. Egemen, kendi meşruiyetini bu cemaatsellikle çoktan sınırlamıştı. O, gücün ya da iktidarın sahibiyse bu; meşruluğun kaynağına karşı duyduğu bakışla mümkündür. Bu bakışın düştüğü yer ise cemaatle arasındaki ilişkinin kaynağını cemaatin kendi içinde taşıyor olmasındandır. Modern devlet teorilerinin, hukukiliği nesnelleştirip “içini boşalttıkları bir zeminde” (bkz. Kant’ın içeriksiz maksimlemesi: “Öyle davran ki eylemine ölçü olarak aldığın ilke, tüm insanlar için geçerli, genel bir yasa hâline gelsin.”), klasik cemaatsellik kavrayışı, her zaman içeriklendirilebilir somut ve yasayı doğrudan vaaz eden bir yerden konumlanırlar.
Toplumsallığın yükseldiği modern zamanlarda dindarların her defasında karşı çıktığı unsurların devletin kendi alanından, kendi egemenlik sınırlarından bir taşma ve bir aşma arzusu olduğunu hatırladığımızda, ortaya çıkan katofonik durum daha da anlaşılır bir hâl arz etmekteydi bu anlamda. Başka bir ifadeyle, egemen kendini devletleştirdiği, yani bir siyasal organizasyon pratiği olarak karşısında bir toplum varsayımıyla, fiktif ve gerçek olmayan bir mekanizmayı kendisine muhatap aldığı her durumda cemaatler buna karşı çıkmıştır aslında. Böylesi bir karşı çıkış ise bir yandan “anakronik”tir. evet (zira artık kendi hükümleri kalmamıştır). Bir yandan ise dinî yaşamın mümkünlüğünün ortadan kalktığı bir durumda gösterilmiş bir feryat hükmündedir.
İşte Türk modernleşme pratiği, çifte bir yükle, bir yandan egemenin kabuk değiştirmesinin ve bir yönetme aracı olarak “kendi” toplumunu oluşturmaya çalışmasının üstüne, bunu “doğal” olmayan yollarla icra etmesi süreciydi. Gelinen noktada, dindarlık yaşadığı bütün ağır şoklara ve kayıplara rağmen varlığını sürdürdü ve bulduğu her fırsatta yüzeye çıkmaya, kendini gerçekleştirmeye devam etti. Hepimizin hikâyesi olan bu serencamda atladığımız nokta bir anlamda yaşanılan durumun bir devlet-toplum çatışması ya da sadece kuru bir modernleşme olduğuna kendimizi inandırmamızla ortaya çıkmaktaydı.
Oysa ortaya çıkan manzara son derece karmaşık ve bir o kadar da ironikti ki söz konusu durumun dindarlarda açtığı yaraların manası iktidar olma pratikleriyle daha da görünür hâle geldi. Öyle ki dindarlar, iktidara ortak oldukları ve giderek iktidar olmayla birlikte bir siyasal organizasyon pratiği olarak devletin kendisine açtığı ve süregelen “incitici” tavırları (bir nebze de olsa) azaltıcı hamleleri (“kamusal alanda varolabilme imkânı”), (bir siyasal yönetme aygıtı ve pratiği olarak) devletle kurulabilecek mutabakat için yeterli bir neden olduğunu inanmayı hızlıca tercih ettiler. Devletin, eski “egemen” olmadığını, dahası, onun (devletin) ancak bir toplumla birlikte kendini mümkün kılabileceğini, ancak böylece yönetme gücünü daim kılabildiğini ve nihayet bu durumun az da olsa kıyıda köşede kalmış olan “cemaatsel kırıntıları” da bitireceğini görecek durumda değillerdi hiç şüphesiz. Kim bilir, zamanın fitnelerinden birisi de -dindarlar için buydu galiba: Her şey o kadar karmaşıklaşmıştı ki kimin dost kimin düşman olduğunu anlamak sanıldığı kadar kolay değildi.
Zaman ahir, müminler garip: Zor ama imkânsız değil
Bütün bu ahval ve şerait içinde bir mesele olarak dindarlaşmanın nasıl bir manzara arz ettiği, yani ontolojik taahhüt ve öngörü, cemaatin yerini topluma bırakması ve nihayet politik olanın yanıltıcı serabıyla birlikte daha açık, berrak, anlaşılabilir bir hâl almaktadır.
Gelinen noktada ise karşımıza ilki “teorik” ikincisi ise pratik iki sonuç çıkmaktadır. Önce ilkinden başlayalım: Teorik olarak üç boyutta gerçekleşen dindarların durumunu doğru bir şekilde anlamadığımız zaman, meselenin hakikatini ne yazık ki ıskalamak kaçınılmazdır. Başka bir ifadeyle söz konusu üç unsur bizi sahici anlamda bir umutsuzluk, çöküş ya da geri çekilmeden ziyade, kendi sınırlarını ve sınırlılıklarını görerek meseleye bakma salahiyeti verecektir. Dolayısıyla bu üç unsurun bize söylediği temel geri bildirim, bir kötümserlik ya da geri çekilmekten ziyade, hem başa gelen olayın ne olduğunu anlamakla ilgili bize belli bir gerçeklik zemini sağlaması hem de olası iyileşmelerin de ancak bu zaviyeden bakıldığında elde edilebilecek olmasından dolayıdır. Bu unsurlar doğru bir şekilde anlaşılmadığında mesele ne yazık ki bir kez daha ıskalanacaktır. Dahası yine bu süreç, dindarların dost-düşman analizlerinde arada kalan “aktörler”e karşı da daha sağlıklı bir değerlendirme içinde fazlasıyla yardımcı olacaktır.
Teoriyi tamamlayacak bir şekilde, pratik yani siyasal alanda meydana gelen gelişmeler de yine aynı gerçeklikle analiz edilmeyi hak etmektedir. Politik olanın güncel olanla buluşabilme gücünün bizlerde oluşturduğu heyecanı bir tarafa bıraktığımızda karşımıza çıkan manzarayı okumak daha kolay bir hâl alacaktır hiç şüphesiz. Daha doğru bir ifadeyle hem kendi siyasetini devletle eşitleme hem de toplumsallaşmaya karşı gösterdiği direnç anlamında dindarların önündeki yaşam alanı sağlayıcı imkâna, yani cemaat olabilmeye dikkat kesilmek gerekmektedir. Buysa siyasal ufku aşan Allah’ın muradına sahici bir açılmayla mümkün olabilir elbette.
Dindarlaşmaya dair, bir yok-nesne olarak toplumdaki azalış ya da artışlarının, bütün diğer unsurları atlayarak yapılacak her türlü analizin kadük kalması ne yazık ki kaçınılmazdır. Zira olup biteni anlama noktasında cari anlama aparatlarına bel bağlanmış ve mesele sahici bir şekilde kavranmamış olacaktır.
Tasavvufta, zamanın büyükleri, içinde bulundukları vakti anlamak için şöyle derler: İçinde bulunulan zaman bir tekkenin varolması için uygun değildir. (Siyasal anlamda) egemenin dinî bir yaşam alanı olan tekkeleri kapatması aslında Cenab-ı Hakk’ın muradının bir zalim tarafından gerçekleştirilmesidir. Bu durum için salık verilen ise şudur: Tekkeler kapandı, artık mürid için seyr-i süluk her yerdedir; her yer bir tekkedir müride. Bu ise hem bir zorluğu hem de bir kolaylığı anlatmaktadır. Zorluk, standart yahut fazlasıyla test edilmiş, her defasından vasılı Hakk olan usulün olmaması; kolaylıksa herkesin kendi içinde bulunduğu şartlarda değerlendirileceği/yargılanacağı bilgisidir. Ama daha da önemli olan husus, bütün bu ahval ve şerait içinde müridin yolla ilgili sorumluluğuna dairdir ve Hz. Peygamber’in, yazının başında zikrettiğimiz hadisi tam da bu durumun bir teyididir.
Belki de dindarların ve dindarlığın hâlini, dahası ondaki artış ya da azalışları değerleyeceğimiz zemin, sanılanın aksine bizi daha en başından gerçekliği belli ve kısıtlanmış, dolayısıyla çarpıtılmış bir analiz birimi üzerinden kuran kuramlar değil de daha otantik temas noktaları olmak zorundadır. Bu, hiç şüphesiz, hakikate açık durmak anlamında bize daha fazla bir imkân sunacaktır; her ne kadar gerçekliğe dayanmak, ona katlanmak, onunla yüzleşmek biraz acı verici olsa da. Asıl iyimserlik galiba biraz da budur.