Bir Mandela da çıkaramadılar!

AHMET DEMİRHAN
Abone Ol

7 Ekim’de başlayan Hamas- İsrail savaşından sonra Jürgen Habermas’n, birkaç isimle birlikte “Dayanışma İlkeleri Üzerine Açıklama” başlığıyla imzaladıkları bildiri çokça tartışıldı.

Ahmet Demirhan / Yazar

İçeriğine bakıldığında hayli “savunmacı” görünen ve İsrail’in Gazze’de anlatmaya kelimelerin yetmeyeceği vahşetinin suçunun Hamas’a yüklemesi dışında, alttan alta İsrail’in Hamas’a karşı mücadele altında, Gazze’ye ve Filistin’in tamamına orantısız bir güç uyguladığını kabul eder görünen ancak bu durum karşısında dahi özellikle Almanya’da olası bir anti-Semitizm dalgasını kabul edilemez bulan bildiri, Filistinlilerin toptancı bir “Yahudi hayatını yok etme” amacı karşısında, “Yahudi hayatının ve İsrail’in var olma hakkının özel olarak korunmaya değer temel unsurlar”- dan olduğunu, bu değerin de arkasında bir “siyasi kültür”ün bulunduğunu, dolayısıyla bu değer ve kültüre yaslanan “demokratik bir ethos”un harekete geçirilmesi gerektiğini ilan ediyordu.

  • Kısacası İsrail, olası yeni bir anti- semitizm karşısında “demokratik bir ethos” adına koşulsuz desteklenmeliydi. Bu çağrıda ilginç olan husus ise genel bir kategori olarak “Yahudi’nin soyut hayatı” karşısında, “Gazzelilerin vahşilerin elinde yitip giden hayatı”- nın neredeyse hiç mesabesine indirgenmiş olmasıydı. Dayanışma çağrısı ancak İsrail söz konusuysa geçerliydi.

Benzer bir örnek, Habermas’ın mensup olduğu Frankfurt Okulu’nun eleştirel teorisini daha demokratik ve çoğulcu bir eksende geliştirme üzerine çalışan İstanbul doğumlu siyaset felsefecisi Şeyla Benhabib’in, 400 kadar felsefecinin İsrail’in Gazze’de yaptıklarını kınayan bir mektuplarına verdiği cevapta geldi. Benhabib, sözkonusu felsefecilerin Hamas’ın eylemlerini savunduklarını iddia ediyordu. Ona göre, “Hamas Gazze’nin sivil nüfusunu rehinesi olarak kullanan nihilist bir örgüt”tü ve “Gazze sokaklarında çocuklar ölürken” bu “nihilist” örgütün lideri İsmail Haniye de Katar’da lüks bir otelde yaşayan biriydi. Yani, o bilindik Batılı İsrail karşısında tam bir Doğulu Hamas klişesi utanmazca öne sürülebiliyordu. Evet, “Uluslararası Af Örgütü’nün söylediği gibi, “Gazze dünyada en büyük açık hava hapishanesi”ydi ama bunun nedeni Hamas’ın İsrail Devleti’ni yıkmayı amaçlayan imhacı bir örgüt olmasıydı. Hamas olmasaydı, Gazze de bu hâlde olmazdı…

Sanki Gazze, Akdeniz’in uluslararası havaalanıyla olsun, uluslararası marinasıyla olsun, dört şeritli otobanıyla olsun dünyanın her tarafından neşeli turistlerin akın ettiği cenneti andıran turistik bir beldesiydi de bütün meseleyi Hamas bu idilistik beldeyi cehenneme çevirmiş gibi bir indirgemeciliğe tabi tutan bu tür örnekler çoğaltılabilir. Ancak bu tutumun arka planında neyin yattığını, en azından neyle karşı karşıya olduğumuzu görmek adına anlamak zorundayız.

Öncelikle belirtmek gerekir ki ortada, Habermas’ın ya da benzerlerinin bir “filozof” olarak konuşurken şiddeti, ırkçılığı, yabancı düşmanlığını, göçmen karşıtlığını, anti-semitizmi veya İslamofobiyi engellemek için farklılığa, çoğulculuğa, insan veya vatandaşlık haklarına, demokrasiye, en temelde de yaşama hakkına çağrı yapan fikirler üretmeleri ile Gazze’de yaşanan kelimelerin anlatmaya yetmediği vahşeti ve soykırımı haklı çıkarır bir tutum takınmaları arasında olası bir çelişki aranmakla çözülebilecek bir mesele yoktur. İsrail’in şimdiki hükümetinin aşırı sağcı, faşist, kimi fundamentalist dinci gruplardan müteşekkil bir hükümet olmasıyla, bu hükümetin Orta Doğu’daki tek sözde demokratik bir devlet olarak İsrail’in siyasi çarkını döndüren mekanizmalarını çalarak, onu şiddet sarmalına sürüklemiş olmasıyla da açıklanacak bir durum da yoktur. Üstelik Habermas veya Benhabib ile İsrailli lider Netanyahu’nun aydınlık-karanlık, insan-hayvan, medeniyet-barbarlık gibi Batılılara kendi “antropolojik güvenliği”nin nasıl inşa edildiğini hatırlatarak, Gazze’nin topyekûn yok edilmesi kararlılığını meşrulaştırması arasındaki fark, sanıldığından daha azdır.

Habermas veya benzeri başka isimleri, Gazze karşısında kendi felsefi konumlarıyla çelişen düşünürler olarak görmek, o felsefi tutumun doğru olduğunu kabul etmek ve Filistin’e de o felsefi tutumlarla çözüm aramak demek. Sanki İsrail biraz daha çoğulculaşsa, demokratikleşse ve bu doğrultuda reform yapsa; Hamas’ın yerine de mesela bir Mandela olsa her şeyin daha kolay olacağını ummak demek.

  • Oysa İsrail’in güvenliği ile Habermas’ın felsefesinin de sözcüsü olduğu bir geleneğin ürünü olan Batı’nın “antropolojik güvenliği” arasında bir ilişki kurulursa, mesele felsefesiyle çelişik tutum alan filozoflara veya düşünürlere indirgenemez. Böyle yapılırsa, mesele tamamıyla Filistinlilerden beklentiler üzerine odaklanan, hatta onları suçlayan bir boyutla ele alınmış olur: Bir Mandela da çıkaramadılar!

Jacques Derrida.

Bu durumda Mandela ile Habermas’ın yaşattığı vahşet karşısında dahi İsrail’i desteklerken kendisiyle çelişmediği söylenebilecek felsefi geleneği arasında bir ilişki kurmak gerekir. Burada Mandela, onca yıl hapiste kalmasına rağmen direnişini hiç şiddete başvurmadan sürdüren ve bunun ödülünü de teröristlikten Güney Afrika’nın devlet başkanı olmaya yükselerek alan bir figürü, yaşadığı hayattan azade kılınmış bir soyutlamayı temsil eder. Bu hâliyle felsefi de bir figür olur. Böyle bir figür, hem genel olarak hem de bugün Gazze’ye yaşatılan soykırım karşısında bize ne söyler? Küçük bir yoklamayla dahi Mandela hakkında koca bir külliyatın olduğu görülebilir; ancak bunlardan bir tanesi, hem kısalığı, ama öz oluşu nedeniyle hem de Mandela’nın niye felsefi bir figür olduğunu, dolayısıyla Mandela figürünün Filistin’le nasıl alakalandırılabileceğini gayet muhtasar bir şekilde açıklaması nedeniyle örnek olarak kullanılabilir.

Kuzey Afrika kökenli Fransız filozof Jacques Derrida, Mandela’yı hayran olunası bir figür olarak sunar. Bunun da birkaç nedeni vardır; ama Derrida bunu özlü bir cümleyle şöyle özetler: “Mandela, nasıl hayran olunacağını bildiği için hayran olunasıdır.” Başka bir ifadeyle, Güney Afrika’daki sömürgeci bir geçmişi haiz ırkçı ve ayrımcı bir beyaz azınlığın karşısında halkının ve kendisinin çektiği bütün sıkıntılara ve eziyetlere, aşağılanmalara ve haklarından mahrum bırakılmalarına rağmen, Mandela aslında hayran kaldığı için hayran olunasıdır. Peki ama Mandela’nın hayran kaldığı şey nedir? Derrida bunu “hukuk” diye özetler: Mandela, Güney Afrika’nın siyah ya da beyaz fark etmeden halka ait olduğunu, ülkeyi bu halkın iradesinin yönetmesi gerektiğini, herkesin kanun önünde eşit olduğunu ve benzeri hakları talep eden, üç bin kadar kişinin imzasını taşıyan, 1955’de imzalanan, ama ayrılıkçı rejim tarafından yasaklanan, kendisinin de uzun süre hapis yatmasına neden olan “Özgürlük Sözleşmesi”ndeki hukuka hayrandır; Marksistlerin parlamenter sistemi “antidemokratik ve gerici” bulmalarına karşın, demokratik sisteme hayrandır; Magna Carta’ya ve sonrasındaki benzeri sözleşmelere, onların dünyaca hayranlık duyulan tarafsızlık ve özerklik vurgusuna hayrandır; Amerikan Kongresi’ne ve onun sağladığı güçler ayrılığına hayrandır. Yani Mandela’nın hayran olduğu ve hayranlığını açıkça ilan ettiği şey, Batılı bir hukuk geleneğidir. Mandela, “insan” a, “insan hakları”na, “insan onuru”na saygı durulması gerektiğini vurgulayan bir geleneğe hayrandır.

Magna Carta.

  • Kısacası, Mandela, Güney Afrika’yı yerleşimci bir sömürge devleti modeline göre yöneten ve dolayısıyla kendisine zulmeden bir azınlık rejiminin de nedeni olan bir geleneğe hayrandır.

Zaten Mandela da, ırkçı ve ayrımcı Güney Afrika rejimine karşı bütün mücadelesi boyunca bu hayran olduğu şeylerin gerçekleşmesi için mücadele vermiştir. Kendisine zulmeden azınlık rejimine, kendi ilkelerini hatırlatmakta ve kendisine de, halkına da o ilkelere göre davranılmasını beklemektedir. “Anglo-Amerikan” sisteminin dışında bir yerde, daha açık ifade edilmek gerekirse, tam da Batılı bir uygulamanın yol açtığı ırkçılık ve ayrımcılık politikalarını yürüten azınlık bir grubun rejimine karşı, böyle bir geleneği olmayan bir yerde parlamenter sistemin uygulanmasının ekeceği tohumların nelere yol açabileceğini dair de bir hayali vardır. Dolayısıyla hem pratikte, hem ilke olarak ve hem de bir gelecek umuduyla Mandela “hukuk”a duyduğu hayranlıkla hayran olunası bir figürdür; çektiği onca zulme, onca acıya ve onca hukuksuzluğa karşı hep hukuku isteyen ve hukukun istediği adam olarak kaldığı için ona hayranlık duymamak elde değildir.

Derrida’nın Mandela’ya hayranlığını ifade ediş şeklini başka bir düzeye taşımak da mümkün aslında. Ama önce Derrida’yı Habermas’a bağlayan bir kanal olup olmadığını bakmak faydalı olabilir. Habermas, post-modernlere karşı henüz “tamamlanmamış” bir proje olarak kaldığını öne sürdüğü, gelecekte tamamlanması için de yeni felsefi yollar bulunması gerektiğini iddia ettiği modernliğin yılmaz savunucusudur. Ona göre, modernliğin felsefi söylemi, modernliği tanımlayan rasyonalitenin kendi arızalarını yine kendi içinden giderebileceği bir söylemdir. Öte yandan tıpkı Weber’deki gibi başka medeniyetler arasında değil, sadece bir Avrupa geleneği olan “Yahudi- Hristiyan medeniyeti”ninde ortaya çıkmış rasyonalite yoluyla, modernliğin normatif bir boyutunun da olduğunu düşünür. Modernlik, normatif olarak Batılı değerlerin kendisini gerçekleştirme çabasıyla kendini oluşturmaktadır. Post-modernlere itirazını da bu çerçeve çizer: Post-modernler, modernliğin felsefi söyleminin ufku ve normatif boyutunun da değer oluşturucu gücü olan Batı rasyonalitesinin mezar kazıcılığını yapmaktadır.

Habermas, söz konusu post-modernler arasına, Mandela’yı Batılı bir hukuk sistemine hayran olduğu için hayran olunası bulan Derrida’yı da yerleştirir. Derrida, Habermas’a göre, felsefe ile edebiyat arasındaki farkı ortadan kaldıran, felsefeyi edebiyat seviyesine düşüren bir post-moderndir. Derrida’nın buna, Habermas’ın kendisini hiç okumadan ikincil kaynaklar üzerinden değerlendirdiği ve bu durumun da onu eserlerini yanlış yorumlamaya sevk ettiğini söyleyerek cevap verir. Ona göre tek bir felsefi söylem yoktur; felsefi gelenekler vardır ve bu gelenekler içinde felsefenin ne olduğuna cevap aramak, illa ki mezar kazıcılık olarak suçlanmayı gerektirmez; üstelik felsefeyle edebiyatı birbirleriyle ilişkiye sokarken her hâlükârda modern edebiyat kavrayışından yararlanmaktadır.

Her ne kadar Habermas ve Şeyla Benhabib gibi ona yakın isimler, Derrida’nın modernliğin normatif boyutunu kabul etmeyecek kadar soyut kaldığını ve bu nedenle Aydınlanma’dan Franfurt Okulu’na ve ötesine uzanan eleştirel geleneğin kriterlerini karşılayamayacak bir yerden konuştuğunu iddia etmeye devam etse de giderek her iki ismi de bir arada göreceğimiz okumaların, değerlendirmelerin ve hatta birlikteliklerin görülmeye başlandığına şahit oluruz. Habermas ve Derrida takipçileri, iki isimde benzer olan ve farklılaşan yönleri tespite başlar; Habermas’ın savunduğu müzakereci demokrasi ile Derrida’nın bir yöntem olarak kullandığı dekontrüksiyon arasında kıyaslamalar yapılır; ama en önemlisi de Habermas ile Derrida, aynı konuyu kendi farklı bakış açılarıyla, aynı platformda ele almaya başlar. Örneğin 11 Eylül’den hemen sonra “terör dönemlerinde felsefenin konumu”nu ele alan bir çalışmada, her iki ismin de aynı kapak altında yer aldığını görebiliriz. Üstelik Habermas, Derrida hakkındaki seminerlere katılır ve onun eserleri konusunda yorumda bulunurken, en ilginç buluşma, Habermas’ın 7 Ekim’den sonra altına imza attığı bildiri gibi bir bildiriye iki ismin de imza atmasıyla gerçekleşir. Ukrayna’daki savaşın başlamasından hemen sonra Avrupa Birliği’nin Anglo-Amerikan baskısı altında hemen hizaya girmesine benzer şekilde, Amerika’nın Irak işgali arifesinde, birliğe üye olan sekiz Avrupa ülkesi hükümet başkanının Avrupa’nın ABD’yle birlikte hareket edilmesi gerektiğine dair bir çağrı yapması üzerine Avrupa başkentlerinde başlayan ve Irak’ın işgal edilmesini protesto eden gösterilerden hemen sonra, Habermas ile Derrida aynı metni imzalar

Belki konjonktür şu anda Gazze’ye olabildiğince sert yollar da kullanarak yardım edilmesini mümkün kılamıyor; ama hem Avrupa idealini hem de Siyonizm’in idealini içkinleştirecek, en güçsüz olduğu zamanda dahi Avrupa idealine hayranlık duyduğu için hayran olunacak Filistinli bir Siyonist figür şükür ki yok.

Metni Habermas yazar; Derrida ise hastalığı nedeniyle kendi metnini yazmak yerine, her ne kadar aralarında farklılıklar olsa da uluslararası kurumların itibarı ve Avrupa’nın geleceği açısından benzer şeyler düşündükleri için Habermas’ın yazdığı metne imza atmakta kendisi açısından bir sakınca görmediğini açıklar. Bildiri, Avrupa’yı birbirine bağlayan bağlara işaret eder ve yalnızca onların belirli devlet özelliklerine sahip olması, yalnızca onların bir “Avrupa bilinci” geliştirmiş olması, yalnızca onların emperyal ve sömürgeci geçmişlerine rağmen kendilerini böyle bir geçmişten arındırabilmiş olması gibi nedenlerle, “merkez Avrupa ülkeleri”- nin ortak sorumluluğundan bahseder. Bu ortak sorumluluk, söz konusu “merkez Avrupa ülkeleri”nin ortak bir dış politika geliştirmesini ve bunun için kendi özel çıkarlarını bir kenara koyarak, geciktirmeden Avrupa Birliği içinde “Kantçı gelenekle” uyumlu mekanizmalara vücut kazandırmalarını gerekli kılmaktadır. Avrupa’nın bağımsız bir dış politikaya ve buna uygun mekanizmalara ihtiyacı vardır. Yoksa “merkez Avrupa ülkeleri”, ABD’nin bir uzantısı olmaktan öteye geçemeyeceklerdir.

İrlandalı Katolik bir kökenden gelen ABD Başkanı Joe Biden’ın Amerikalı bir Siyonist olması gibi, Filistinli bir Siyonist figürü gerekli kılar. Ama zaten sorun buradadır: Böyle bir figür, kendi içinde çelişiktir ve terimlerden ancak birini tercih edilebilir kılar.

Yayınlandığı an itibarıyla bildiride sanki ABD’nin Irak’ı işgaline itiraz eder bir mahiyeti olsa da, “Avrupa, Birleşik Devletler’in hegemonik tek taraflılığını dengelemek üzere gücünü sahaya yansıtmak zorundadır” türü yargılar içerse de, ne Irak’ın işgaline ve ne de ABD’nin (ya da Avrupa’nın) uluslararası arenadaki kurumları engelleyici, güdümleyici veya en nihayetinde belirleyici hakimiyetine doğrudan bir itiraz vardır. Bildiri, “merkez Avrupa”ya kendi geleneğini hatırlatarak, literatürdeki adıyla “Avrupa ideası”na sahip çıkmaya çağırmaktadır.

Elbette Habermas ile Derrida’nın entelektüel tarihlerini kesen bu kısa hikâyeyi araya başka unsurlar da ekleyerek zenginleştirmek mümkün. Ancak nihayetinde şu söylenebilir: Avrupa, “Avrupa ideası”na sahip çıkacak kadar güçlü değildir. Başka bir ifadeyle, Mandela’nın sahip çıktığı için “hayran olunası” bulunmasına neden olan bir “Avrupa fikri”, Avrupa’da yoktur; “Avrupa fikri”, ancak Mandela sahip çıkınca ona hayranlık beslenecek kadar güçlüdür. İşte Batı’daki felsefi olarak üzerine onca şey söylenen insan hakları, demokrasi, (bizde nedense “hukukun üstünlüğü” olarak çevrilerek garip bir hukuk tapıncına yol açan, oysa basit anlamıyla somutta faal olan bir hukukiliği işaret etmesi gereken) “hukuk yönetimi”, güçler ayrılığı, müzakere, farklılıklara saygı gibi normatif meseleler ile Habermas’ta tamamlanması gereken modernlik projesi, Derrida’da ise Mesiyanik bir “gelecek” fikrine dayanan bir Avrupa ideası arasındaki fark, en güçsüz olduğu hâllerde bile onun ideasına hayran olursanız kendini güçlü gösteren bir hikâye anlatır. Olmayanı olmuş gibi gösteren bir “Avrupa ideası” ve o ideaya inanç, ancak o ideaya hayran olunmaya devam ederse kendini gerçekleşmiş varsayar. Mandela’ya da zaten bunun için hayran olunur: O, her şeye rağmen, kendisini Avrupalı bir “yasa” fikrine emanet etmiştir.

  • Bu durumda, kendisini Amerika’nın tek taraflı hegemonyasında kurtaracak ve üstelik kozmopolit de olan “Kantçı bir geleneğe” dönmek hem Avrupa’yı ve hem de Mandela figürünü kurtarabilir mi? Mandela yanında başka bir figür olarak ele almamız gereken Malcolm X, tam da bunu yapmayı denemiş ve hayran olunacak bir Mandela figürünün de, kozmopolitizmin de sınırını da çizmiştir aslında.

Talal Asad, seküler bir sistemi işaret eden insan haklarına dayalı uluslararası bir düzende “insan” tanımının paradoksal bir kullanımı haiz olduğunu gösterirken Malcolm X’i de bu paradoksallığın içine bir figür olarak yerleştirir. Asad’a göre, bu seküler sistemde bir kişi, “kendi devleti dışından uluslararası hukuk çerçevesindeki bir askeri harekat ya da piyasa spekülasyonu sonucu sıkıntı yaşıyorsa, bu kişinin insani özünün ihlal edildiği” söylenememektedir. “Bu gibi durumlarda yurttaş -belirli bir devletin ulusunun parçası- olarak bireyin katlandığı sıkıntı, bir insan olarak katlandığı sıkıntıdan ayrı tutulmaktadır”. Başka bir ifadeyle, insan haklarına dayalı sistem, “insan hakkı” derken ancak doğa durumunda var olduğunu varsaydığı devredilemez haklardan bahsetmekte; ama tam da o devredilmez hakları elinden aldığı anı, kişiyi belli bir devletin vatandaşı olma bağlamına indirgeyerek, yani doğal hâlinden çıkarılmış ve siyasal toplumun bir parçası kılarak devre dışı bırakmaktadır. Uluslararası siyasal bir toplumun var olmadığı, yani kozmopolit bir siyasal uzamın olmadığı mevcut uluslararası kurumların inşasında “insan”ın sadece doğa durumundaki hâliyle var kabul edildiği bu sistemde, bu nedenle, insan hakları söylemine başvurmak belki ABD veya Avrupa ülkelerinin hegemonik siyasetlerinin bir parçası olabilir, ama zulmü engelleyici bir çare değildir ne yazık ki.

İsrail, yerleşimci-sömürgeci devletten apartheid türü bir azınlık yönetimine sahip bir modele geçmek için, kuruluşundan beri yaptığı üzere, tıpkı cıvar ülkelerde kamplarda yaşamaya mahkûm edilmiş Filistinliler örneğinde olduğu gibi, 2008’de de, şimdi de ne pahasına olursa olsun Gazze nüfusunu Mısır’a sürmeye çalışmaktadır.

İşte Asad’a göre Malcolm X tam da bunu kırmaya çalışır. Mandela’nın mücadele ettiği Güney Afrika’daki Apartheid politikalarının bir benzerinin yaşandığı Amerika’da ırk ayrımcılığıyla mücadele etmek için yola çıkan Malcolm X, her ne kadar Amerika kendisini uluslararası düzende insan hakları şampiyonu gibi sunmaya gayret etse de kendi siyasal toplumunda insan haklarının geçerli olmadığını, bunun yerine yerli ve kurucu ideolojisi olan püriten milliyetçiliğine dayalı “medeni haklar” söyleminin geçerli olduğunu dikkate alarak mücadelelerini bir üst seviyeye çıkarmanın yollarını arar. ABD içinde “medeni haklar” çerçevesinde yapılacak bir mücadele, ona göre, kendilerini “Sam Amca’nın yasalarıyla sınırlandırmak” anlamına gelecek, üstelik sadece “medeni haklar” adına mücadele edildiğinde sesleri ABD dışında duyulamayacaktır. Hatta duyulsa bile “medeni haklar” ABD’nin iç hukukun söylemini oluşturduğu için ABD dışından hiçbir kimse sadece ABD yasalarıyla sınırlı bir mücadele söylemi için ABD’nin içişlerine müdahale anlamına gelecek bir çabaya girişmeyecektir. Bu nedenle Malcolm X, sanki Derrida’nın ve Habermas’ın işaret ettiği Kantçı kozmopolit geleneği haiz bir uluslararası sistem varmışvasına, yoldaşlarından mücadelelerini “medeni haklar” yerine “insan hakları” söylemine açık ve Birleşmiş Milletler’in önüne getirecek düzeye çıkarmaya çalışmalarını talep eder. Çünkü “Medeni haklar, Sam Amca’nın eline bakmanızı sağlar. Medeni haklar, Sam Amca’nın size iyi davranmasını istemektir. İnsan haklarıysa size doğuştan gelen şeydir.”

Malcolm X’in bu çabası, tabiatı itibarıyla başarısızlığa mahkumdur. Oysa Malcolm X’le neredeyse aynı gayeyle yola çıkan Martin Luther King’in mücadelesi, onun çabasından daha fazla kulağa hitap eder. Çünkü püriten bir milliyetçiliğe özgü bir kuruculuğu olan ve bu nedenle kulağı Kitab-ı Mukaddes anlatılarının sesine açık ABD’de dinci bir retorik kullanan Martin Luther King, Malcolm X’in evrenselleştirici söyleminden farklı bir söyleme başvurur. İsmini bile Protestanlığın kurucularından birinden alan Martin Luther King, “yerli” ve “milli” bir sesle, yani ABD özelinde tam da Kitab-ı Mukaddes’e özgü peygambervari bir retorikle seslenmektedir. ABD içinde hiçbir anlamı olmayan “insan hakları” retoriği yerine “medeni haklar” retoriğini kullanmakta; Amerikalılara, kurucu milliyetçi ideolojilerini hatırlatarak, Amerikan ulusunun ırk ayrımcılığını kaldırması ve bu ulusu kuran değerlere içkin olan vaatleri yerine getirmesi çağrısı yapmaktadır. Çünkü bu vaatler Martin Luther King’in de bir “rüya”sıdır ve o “rüya”nın gerçeğe dönüşmesi gerekmektedir. Tam da bu nedenle Amerika’yı bir utanç politikasından kurtarmaya çalışan Malcolm X değil, o utanç politikasının kaynağı olan siyasal toplumun bir temsilcisi gibi davranan ve koyu Hristiyan bir söylem kullanan Martin Luther King, püriten milliyetçiliğinin bir temsilcisi olarak davrandığından Amerika’da çok daha yankı bulabilmiştir.

Maxime Rodinson’un vurguladığı üzere, bizzat “İsrail devletinin yaratılması, bir halk olarak Araplara karşı işlenen tecavüz” olarak görülse de ve bu durum Siyonizm sorununu bir Arap sorunu gibi kodlamaya müsait bir durum arz etse de, nihayetinde İsrail’in devlet olarak sürekliliği, sadece Gazze Şeridi’ndeki değil, kendi sınırları içindeki veya Filistin Yönetimi’ne hasredilmiş Batı Şeria gibi sözde bağımsız bölgelerdeki Arap nüfusa nazaran demografik dengeyi sürdürebilmesine bağlıdır.

Elbette Derrida’nın hayran olduğu Mandela’nın Avrupa ideasına hayranlığını ifade ederken dile getirdiği gelecek umudu ile Amerikan kamuoyunun dikkatini tam da o kamuoyunun oluştuğu bir söylemi, püriten Hristiyan milliyetçi vaatlerin söylemini kullanan Martin Luther King’in “rüya”sı arasında çok da fark yoktur. Burada ayrıksı duran, hatta belki de Habermas’ın kozmopolitizminden de, Derrida’nın Mesiyanik bir içeriği haiz “gelecek demokrasi” fikrinden de daha somut olan bir kozmopolit talepte bulunan Malcolm X’tir. Bu durumda Mandela (ya da Martin Luther King) figürüne hayran olmayacaksak, onu nereye yerleştirmek gerek?

Nuh Yılmaz, İsrail’in 2008’de Gazze’ye yaptığı saldırılar esnasında yazdığı bir yazıda, İsrail’i, sömürgeci-yerleşimci devletinin bir modeli ve sömürgeci-yerleşimci devleti de “İngiliz sömürge geleneğinin” bir ürünü olarak görür. Sömürgeci-yerleşimci devlet, bir örneği Hindistan olan ve sömürgelerde elde edilen artı değerin anavatana taşınmasından ibaret olan, İngilizlerin yerli nüfusun yerleşimciliği kaldıramayacağı kadar yoğun olduğu yerlerde uyguladığı klasik sömürgecilikten farklı bir yapıyı haizdir ve birkaç modeli vardır. Bunlardan birisi, İngilizlerin, yerleşimciliği “nüfus üstünlüğü bulunan, yerleşik devlet geleneklerinin ya çok zayıf olduğu ya da bulunmadığı topraklarda” kullanmalarıdır. Bu modelde, daha sonra yerleşimciler ile “anavatan temsilcileri” arasında çıkan çatışmalar neticesinde yerleşimciler bağımsızlık kazanabilir ve “ABD, Yeni Zellanda, Avustralya, Kanada gibi” devletler oluşturabilir. Ancak “yerleşimcilerin, ülkenin yerlilerine davranış biçimi ırkçılığın farklı biçilerini ve nihayetinde soykırımı beraberinde” getirir. Bu modelin kendileri de sömürgeci plantasyonlara ya da kölelere sahip olabilen Benjamin Franklin, John Adams, Thomas Jefferson ya da George Washington gibi figürleri olabilse de bir Mandela’sı hiç olmamıştır.

İkinci model ise, Mandela’nın da Avrupa yasasına hayranlığını edindiği Güney Afrika gibi ülkelerde yaşanan yerleşimci- sömürgeci modeldir. Bu modelde yerleşimci olma hedefiyle yola çıkan, ancak yerleşimciliğin gerektirdiği soykırımı tamamlayamayan ve nüfus üstünlüğünü sağlayamayan sömürgeci-yerleşimci devlet, “imtiyazlarını ve zenginliğini kaybetme kaygısıyla kendini yeniden yapılandırarak ırk ayrımına dayalı bir ‘apartheid’ devleti hâline gelir.” Ancak soykırıma uğratamadığı yerli nüfus arasında kendi geleneklerine hayranlık duyacak yerli elitler yetiştirse de, bir apartheid rejimi sürekli kriz hâlinde yaşar.

İşte, her ne kadar Siyonist bir ideolojiyle kurulmuş olsa da, Maxime Rodinson’un vurguladığı üzere, bizzat “İsrail devletinin yaratılması, bir halk olarak Araplara karşı işlenen tecavüz” olarak görülse de ve bu durum Siyonizm sorununu bir Arap sorunu gibi kodlamaya müsait bir durum arz etse de, nihayetinde İsrail’in devlet olarak sürekliliği, sadece Gazze Şeridi’ndeki değil, kendi sınırları içindeki veya Filistin Yönetimi’ne hasredilmiş Batı Şeria gibi sözde bağımsız bölgelerdeki Arap nüfusa nazaran demografik dengeyi sürdürebilmesine bağlıdır. Dolayısıyla İsrail, yerleşimci-sömürgeci devletten apartheid türü bir azınlık yönetimine sahip bir modele geçmek için, kuruluşundan beri yaptığı üzere, tıpkı cıvar ülkelerde kamplarda yaşamaya mahkûm edilmiş Filistinliler örneğinde olduğu gibi, 2008’de de, şimdi de ne pahasına olursa olsun Gazze nüfusunu Mısır’a sürmeye çalışmaktadır. Sürekli gündeme gelen iki devletli çözüm ise İsrail’in kurucu ideolojisine aykırı olduğu için, üstelik bu ideolojide Apartheid rejimini görünüşte demokratikleştirecek mekanizmalar İsrail adına kolay kolay kabul edilemeyeceği için, aslında İsrail'in sonu anlamına da gelir.

O zaman Mandela figürünü, Derrida’nın (ya da bir Avrupa idealinin) hayran olduğu bir figür olmaktan çıkarmak gerek: Mandela, İsrail örneğinde, Siyonist de olacak ama o Siyonizm’in (varsa elbette) hukuku, etiği veya normatif değerlerini de içkinleştirecek bir figür olmalıdır. Tıpkı, “Ben bir Siyonist’im. Siyonist olmak için Yahudi olmanız gerekmez!” diyen İrlandalı Katolik bir kökenden gelen ABD Başkanı Joe Biden’ın Amerikalı bir Siyonist olması gibi, Filistinli bir Siyonist figürü gerekli kılar. Ama zaten sorun buradadır: Böyle bir figür, kendi içinde çelişiktir ve terimlerden ancak birini tercih edilebilir kılar.

Belki konjonktür şu anda Gazze’ye olabildiğince sert yollar da kullanarak yardım edilmesini mümkün kılamıyor; ama hem Avrupa idealini hem de Siyonizm’in idealini içkinleştirecek, en güçsüz olduğu zamanda dahi Avrupa idealine hayranlık duyduğu için hayran olunacak Filistinli bir Siyonist figür şükür ki yok.