Bir çömlekçinin hayat tecrübesi: Mağara
Cipriano Alagor’un, yıllarla ustalık kazanan zanaatı bir anda değersizleşir. Üretken yaşamının devamlılığı olan çömlekler “çerçöp” oluverir. Aktif üretken bir hayat faaliyeti içinde kendini kıymetli ve mutlu hisseden Algor, bu haberle, “artık hiçbir işe yaramayan bir şeyi tanımlamak için kullanılabilecek herhangi bir olumsuz sözcük olarak” hisseder kendini. Algor’un içine düştüğü boşlukta; üretkenliğin, estetiğin, emeğin, zanaatın ve tecrübenin değersizleştirilmesinin hayatla insicamı olmayan yıkımını görürüz.
Portekizli yazar Jose Saramago, Mağara romanında, hayranlık uyandıran bir üslup ve felsefeyle şiiri anlatının hamuru kılan, anları derinden hissettiren şaşırtıcı diliyle; sevgi, dostluk, bilgi, tecrübe, sahicilik üzerine inceliklerle dolu bir sesleniş sunuyor yüzyılımıza. Site ile temsil edilen ‘Merkez’ ve dışındaki doğal bölgede yaşayan Cipriano Algor ve ailesinin etrafında, içinden hepimizin geçebileceği meseleleri, duyguları, çatışmayı, arayışı, tecrübeyi ele alan bir roman Mağara (Çev. Sıla Okur, Kırmızı Kedi yayınları, 2014).
Kahramanımız Algor bir çömlek ustasıdır. Kızı ve Merkez’de güvenlik görevlisi olarak çalışan damadıyla yaşamaktadır. Küçük bir kasabada, evinin bahçesinde dedesinden kalma çömlek atölyesinde ürettiği çanakları Merkez’deki AVM’ye satmaktadır. Ancak bir gün AVM satış müdürü, çömleğin artık rağbet görmediğini, daha kullanışlı olan plastikten yapılma çömlek taklitlerinin tercih edildiğini ve artık çömlek alımını durdurduklarını bildirir Algor’a. Sahte, asıl olanın yerini nasıl tutar? “Toprak topraktır sonuçta, doğaldır, gerçektir…” diye savunur Algor. “İnanabiliyor musunuz” der, “bir adam el emeği göz nuru mallarını getiriyor, tırnaklarıyla çıkardığı çamuru yoğuruyor, kendisinden istenen tabağa çanağa elleriyle şekil veriyor, hepsini fırınlıyor ama şimdi diyorlar ki ürettiklerinin bir kıymeti yok.” Ancak, “Merkez’in acımasız ticaret politikası” bunu umursamaz. Endüstriyel üretimi, sermayeyi temsil eden Merkez, nitelikli emeği temsil eden zanaatın saygınlığını bir anda yok sayar.
- Cipriano Alagor’un, yıllarla ustalık kazanan zanaatı bir anda değersizleşir. Üretken yaşamının devamlılığı olan çömlekler “çerçöp” oluverir. Aktif üretken bir hayat faaliyeti içinde kendini kıymetli ve mutlu hisseden Algor, bu haberle, “artık hiçbir işe yaramayan bir şeyi tanımlamak için kullanılabilecek herhangi bir olumsuz sözcük olarak” hisseder kendini.
Algor’un içine düştüğü boşlukta; üretkenliğin, estetiğin, emeğin, zanaatın ve tecrübenin değersizleştirilmesinin hayatla insicamı olmayan yıkımını görürüz. Çünkü zanaatın öğretici deneyimi, tahayyülü, hüneri harekete geçiren devinimi el ve kafa arasındaki motivasyondan ibaret değildir, hayatın doğallığıyla uyumlu bir varoluş ritmidir aynı zamanda.
Mağara’dan...
- Meslek sırrı diye bir şey yok ama biz onun ne olduğunu biliyoruz, ne olduğunu biliyoruz, ne olduğunu biliyoruz. Maskenin düştüğünü görmüştü ama arkasındaki maske de düşenin tıpkısıydı ve şimdi anlıyordu ki kaç maske düşerse düşsün, arkalarındaki maskeler hep birbirinin aynısı olacaktı, meslek sırrı diye bir şey olmadığı, ama onların bunun ne olduğunu bildikleri doğruydu. (s. 204)
- Neyse ki kitaplar var. Onları raflara dizebilir, sandıklara doldurabilir, tozun ve güvelerin ellerine teslim edebilir, karanlık bodrum katlarına tıkıştırabilir, hatta yıllar boyunca dokunmayabilir, bakmayabiliriz ama kitaplar buna aldırış etmez, kendi içlerine kapanmış olarak yıllarca beklerler ve içerikleri kaybolmaz, sonra bir gün gelir, kendimize, Kil pişirmeyle ilgili o kitap nerde acaba, diye sorarız ve sonunda sırası gelen kitap ortaya çıkar. (s. 158)
- İnsan emeğinin tanrı emeğine göre her zaman daha uzun sürdüğü ve emek vereni çökerttiği görülür. (s. 192)
- Kendisini kıpkızıl kılan ateş kırmızılığında, damarlarında şimdiden dolaşan kan yangınlığında bir renk almıştı, yaratıcının vücuda getirmek istediği insanın ta kendisi olduğu için ona ayrıca hayat verilmesi gerekmemişti, yaratıcı sadece, Gel, dedi ve adam kendiliğinden fırından çıktı (s. 191)
- Silahsız ve savunmasız kalmış, başı arkaya devrilmiş, ağzı yarı açılmış halde uyurken, umutsuz bir terk edilmişliğin anıtı gibiydi, yarı yolda yırtılıp içindekileri yerlere döken bir torbaya benziyordu o haliyle. Marta babasını tutkulu bir dikkatle izlerken düşünüyordu, Bu benim yaşlı babam, asında yalı demek de haksızlık oluyor bir yandan, insan altmış dört yaşındaki birine, babam kadar bitkin ve yıkılmış da olsa, yaşlı dememeli, belki eski günlerde, dişlerin otuzunda dökülmeye başladığı ve ilk kırışıklıkların yirmi beşinde görülmeye başladığı zamanlarda yaşlı sayılırdı babam, ama günümüzde insan ancak seksen yaşından sonra o kaçınılmaz ve tartışılmaz yola ansızın, damdan düşer gibi giriyor, geri dönmek için değil bir fırsat, umut bile kalmıyor ve işte ancak o zaman yaşadıklarımıza son günlerimiz diyebiliyoruz. (s. 33)
- - Otoriter, yoz, insanın elini kolunu bağlayıcı öğütler veren basmakalıp sözler, bunlara zaman zaman hiç beklenmedik biçimde değer atfedilip inciler adı erilse de, dünyayı kasıp kavuran en şiddetli vebalardan bile tehlikeli ve zararlı bir salgındır.
Kafası karışık olanlara, Kendini bilmek gibi erdem olmaz, deriz, sanki insanın kendisini bilmesi, dört işlem adıyla anılan aritmetik hareketlerinin en zor ve karmaşık, üstelik adı sanı bilinmeyen beşinci kardeşi değilmiş gibi, çevresinde olan bitene kayıtsız kalanlara, Azimli sıçan mermeri deler, deriz, sanki dünyanın acı ve acımasız gerçekleri her gün bu sözün aksini kanıtlamıyormuş gibi ve kararsızlara,
Başlamak bitirmenin yarısıdır, deriz, sanki başladığımız nokta gevşekçe sarılmış bir yün çilesinin apaçık önümüzde duran ucuymuş ve onu çekmeye başladıktan sonra çilenin sonuna rahatça ulaşacakmışız, üstelik bu arada hiç kördüğüme, eprimiş yünlere rastlamayacak, bir basmakalıp söz daha kullanacak olursak, sessiz sedasız çile dolduracakmışız gibi. (s. 59)
- Pencereyi değil kapıyı hafifçe aralayarak havanın nasıl olduğuna bakmak istedi, daha doğrusu kendisini, hava durumunu kontrol etmek için kapıyı araladığına inandırmak istedi ama çok da iyi biliyordu ki böyle bir alışkanlığı yoktu çünkü havanın nasıl olsa ya bugünkü gibi güneşli ya da dünkü gibi yağmurlu olacağını bilecek kadar uzun yaşamış bir adamdı, zaten bizim havanın nasıl olduğuna bakmaktaki asıl amacımız da hava bizim istediğimiz şeyi mi yapıyor diye kontrol etmektir, başka şey değil. (s. 45)
- - Ürettiği malların daha zahmet edip minibüsten bile indirmediği yarısını satamadan kös kös geri döndüğünden beri, Cipriano Algor yıllar boyu devamlı çalışıp çok az tatil yaparak edindiği erken kalkma alışkanlığını ve şöhretini korumayı bırakıvermişti. Artık güneş yükseldikten sonra kalkıyor… (s. 45)
- Marta’nın minibüslerle gitmesini önermesi de yanlış olurdu, zira biz mezarlıkları, hele de böyle kıyıda köşede kalmış ufak köy mezarlıklarını, yürüyerek ziyaret etmeliyiz yukarıdan gelen ve doğruluğu tartışılmayacak bir buyruktan ötürü değil, insan haysiyetine duymamız gereken saygıdan ötürü, hem değil mi ki insanlar çoktan ölüp gitmiş bir azizin kaval kemiğine ziyarette bulunmak için uçsuz bucaksız yolları teptiler yalınayak yüzyıllar boyu, biz kendi anılarımızın ve sevgimizin yattığı, belki bir damla gözyaşı dökeceğimiz yere başka yolla gidemeyiz. (s. 36)