Bir avuç dolar için: Amerika'nın doğuşunu sinemanın gözünden okumak

AHMED FATİH ANDI
Abone Ol

Tarih denilen şey seçilmiş örnekliklerden mantık ve sebep-sonuç illiyeti dahilinde oluşturulan, anlatıcının bakış açısından arındırılması mümkün ve makul olmayan bir anlatıdır. Bir kimlik ve bir kuruluş miti oluştururken neyin neden ve nasıl hatırlandığı ve anlatının hangi ihtiyaçların ve iktidar ilişkilerinin bir çıktısı olduğu temel bir dikkat noktası olmalıdır.

ABD’nin bu millet ve kimlik inşasını anlamak için sorulması gereken temel soru aynı zamanda 1962 tarihli o klasik filmin başlığıyla aynıdır: How the West was won? Amerikan kimliğinin oluşumunda taşra (country) ve serhad (frontier) olgularının tuttuğu yer ve Vahşi Batı’nın nasıl ehlileştirildiğinin cevabı tartışmasız bir öneme sahiptir. Bu yazı boyunca, bu hususları göz önünde tutarak, Amerikan serhad kültürü, Vahşi Batı ve/ veya 19. yüzyıl Amerikası temalarını ele alan Once Upon a Time in the West, A Fistful of Dollars, For a Few Dollars More, The Good, The Bad, The Ugly, Yellowstone, 1883, 1923, Gangs of New York ve There Will Be Blood gibi kitleleri etkileyen popüler kültür eserlerini çizdikleri kuruluş portreleri ve dönemin temel olgularına yaklaşımları üzerinden masaya yatıracağım.

Amerikan serhaddinin genel manzarası

1519’da Hernán Cortés’in Amerika’ya ayak basmasıyla İspanyollar hızla Amerika kıtasına yayıldılar. Ancak İspanyol keşifleri Meksika’dan yukarı nadiren uzandı zira maddi imkânlar daha fazla yukarı uzanmaya elvermiyordu. 17. asrın başlarında İngilizler ABD’nin İspanyollarca gidilemeyen doğu sahilinde 13 koloni kurdu. Bu koloniler zamanla gelişip serpildiler ancak İngiliz Parlamentosu’nda bu gelişimlerine denk temsiliyet elde edemediler. Bu sebeple 1775’te İngiltere’ye savaş açtılar ve bağımsızlıklarını elde ettiler. Anavatandan gelen sermaye akışının durması Amerika’yı kendi öz yeterliliğini sağlamak için henüz iskân edilmemiş topraklara ve henüz çıkarılmamış kaynaklara itti.

Yeni bir hayata yelken açmak isteyen Doğuluların bazıları, medeniyetin gitmediği Vahşi Batı’ya yöneldiler. Doğu’dan Batı’ya giden rotaların başlıcası Oregon Yolu idi ve bu yolun aşılması çoğu serhad anlatısının temelidir. dizanteri, vahşi hayvanlar, kazalar ve sair kaynaklı ölümlerden dolayı maceracıların çok azı Oregon’a ve ötesindeki Batı’ya ulaşabildi. Batı’da yerleşime uygun alanların temellük edilmesi bazen boş bir araziye hayvan çiftlikleri (ranch) yahut madenler kurulmasıyla bazen de oraların mevcut sakini olan Kızılderili kabileleriyle çatışarak gerçekleşti. Amerikan serhaddi anlatıları maddi yaşama kültürlerinin farklılığından ötürü (yerlici-göçmen, şehirli- taşralı, Kızılderili-Beyaz, güneyli-kuzeyli vb) “parçalı bir bütünlük” arz eder. Çoğunlukla maddi saiklerle yaşanmış gibi görünen bu parçalılığa ve farklı kuruluş portrelerine yakından bakalım.

Serhad ve Vahşi Batı anlatılarının en klasik, dikkate şayan ve de kınayıcı temalarından biri “ırk”tır.

Şehirli vs taşralı

Doğu’nun şehir kültürüne yönelik en kapsamlı eleştiriler Yellowstone Evreni’nde (Yellowstone, 1883, 1923 dizileri) yapılmıştır. Vahşi Batı’da kurulan hayvan çiftliklerinin günümüzdeki hâlini inceleyen Yellowstone’da Montana’da 5 nesildir hayvancılık yapan John Dutton’ın 21. yüzyıla, şehirleşmeye ve modernizasyona karşı kavgasını izleriz.Bu yapım sık sık satır aralarında şehirleri ve taşrayı/ dağları kıyaslar. Dizide şehirler zayıf insanlar üretir, şehir merkezinde sorunlu ve “kırık” olan insanlar (mesela Jimmy karakteri) Montana dağlarının tadına baktıktan sonra kabiliyetsiz ve aciz bir insandan bağımsız ve güçlü bir erkeğe dönüşür. Dutton’ın problemli kızı Beth, dağlara bakarak felsefe yapar: “Şehirler kırılgandır, dağlar ise sapasağlam. Bu yüzden şehirler her birkaç asırda bir yıkılır ve baştan imar edilirken dağlar binlerce yıldır buradadır...”

Tefessüh mekânları olarak algılanan şehirlere dair eleştiriler Yellowstone’un iki nesil önceyi anlatan devam dizisi 1923’te çok daha güçlü bir şekilde ifade edilir. Motorlu taşıtlar, elektrik, musluk suyu, ev aletleri ve radyonun yeni yaygınlık kazandığı; Modern Zamanlar’ın Batı’ya geldiği bir dönemi anlatan bu dizide Duttonlar’ın bir beyaz eşya mağazasını gezdiği sahne özellikle çarpıcıdır, “Eğer Vadi’ye tüm elektriği siz satıyor, sonra da bu elektrikli aletleri de Vadi sakinlerine siz kiralıyorsanız, bu aletler de günlük işlerle meşguliyetimizi azaltıp boş zamanlarımızı artırarak daha çok çalışmamıza imkân sağlayacaksa sizin namınıza [kiranızı ödeyebilmek adına] çalışmak için size para ödemek zorunda kalacağız!”

Kısaca, Martin Scorsese’nin 2002 tarihli Gangs of New York’una değinirsek, film “Amerika Sokaklarda Doğdu” sloganıyla fikrini yeterince izhar ediyor gibi görünür. Ancak olay örgüsü bazında, 19. yüzyılın sonlarında New York’un hâlini ve göçmen-yerli (native) çatışmasını tasvir eden bu filmde şehir hem çatışma hem de uzlaşma üreten bir ekosistem olarak ön plana çıkar. Yerliler ve siyasi muktedirler çatışma üretirken şehir ekosistemi göçmenler, fakirler, suçlular ve dışlanan ırkları (İrlandalılar ve Zenciler) bir araya getirerek uzlaşı üretmektedir. Devletin de bu manzaraya el koymasıyla Amerikan milleti dediğimiz halita oluşmuş ve şehir, yerliler ve yeni gelenler arasında bir maruz kalma terapisi uygulamıştır.

Amerikan serhaddi anlatıları maddi yaşama kültürlerinin farklılığından ötürü (yerlici-göçmen, şehirli- taşralı, Kızılderili-Beyaz, güneyli-kuzeyli vb) “parçalı bir bütünlük” arz eder.

Beyaz vs Kızılderili

Serhad ve Vahşi Batı anlatılarının en klasik, dikkate şayan ve de kınayıcı temalarından biri “ırk”tır. Bir kuruluş hikâyesi anlatabilmek için başlıca gerekenlerden birinin de “biz” gelmeden önce kimlerin bulunduğu ve nasıl, ne suretle onların yerinin alındığıdır. Kimi eserler bunu örtük ve sembolik bir dille, kimileri bariz hatta ihtiraslı bir üslupla incelemiştir.

Beyaz-Kızılderili gerilimi klasik westernlerde alışılageldik şekilde, WASP muhafazakârlığı paralelinde, kahraman beyaz kovboylar/korucular ve barbar Kızılderililer imajları paralelinde yürümüştür. Bunun en klasik örnekleri arasında John Ford’un 1956 tarihli The Searchers’ı zikredilebilir. Ancak 1960’lı yıllarda “spaghetti western”lerin ortaya çıkması bu durumu değiştirmiştir. spaghetti westernlerin babası sayılan Sergio Leone’nin sineması bu konuda özel bir öneme sahiptir. Marxist eğilimleri ile meşhur olan Leone soyluluk temasını westernden kaldırmış, WASP “erdem”lerine sahip şövalye ahlaklı kovboylar yerine soğukkanlı ve acımasız anti-kahramanlar ikame etmiştir. Leone’nin baş eseri diyebileceğimiz Once Upon a Time in the West’te izlediğimiz şey, en son anladığımız üzere, Kızılderili karakter Harmonica’nın haydut Frank tarafından öldürülen abisinin intikamını almasıdır. “Mavi gözlü beyaz haydut ile asil Kızılderili’nin savaşı” şeklindeki sinopsis Marxist sanatçımızın fikrini göz önüne sermektedir.

Son yıllarda ise westernler- Kevin Costner’ın Kurtlarla Dans’ı başta olmak üzere revizyonist bir seyir izlemişse de son zamanlarda muhafazakâr, Marxist ve liberal anlayışlar yerini progresist ideolojiye mutabık konumlara bırakmaktadır. Başta Quentin Tarantino’nun Django Unchained ve The Hateful Eight’i olmak üzere kimi eserlerde gördüğümüz gibi Amerikan serhaddi anlatılırken Kızılderililer yerine güncel modaya mutabık şekilde zenciler dikkat odağı olmuştur.1 Bunu yapmayarak Kızılderili-Beyaz dikotomisine sadık kalan eserlerin başında Yellowstone ve kardeşleri geliyor.

Yellowstone’da Kızılderililik şehirlilere karşı birleşme açısından olumlanır ve John Dutton’ın Kızılderili gelini Monica karakteri üzerinden yoğun apolojetik mesaj verilir, yerlilere iade-i itibar ile Batı övgüsünü birleştirmesi açısından “sol liberteryen” bir çizgide durulur. Devam dizisi 1923’te ise yerlilerin federal hükumet ile çatışmaları ve misyoner okullarında kültür ve dinlerinin zorla değiştirilmesi gibi konularda toplumcu gerçekçi sayabileceğimiz bir konuma yakın durur. Ancak bir rahibenin İncil dolu bir torba vurula vurula başı ezilerek misyonerlerin de gözleri çıkarılıp boğazları kesilerek hunharca öldürülmelerini uzun uzun tasvir etmek ve buna benzer dini tahkir eden pek çok sahneyi oldukça grafik detaylarla uzun uzun aktarmak tarihi revizyonizm ile kompleksli bir Ödipal deşarj arasındaki ince çizgiyi zorlamaktadır. 1923’ün Kızılderilisi mazlumdur, “soylu vahşi”dir (noble savage), ta ki 10 yaşındaki bir kız çocuğu “ben Çok Öldüren Kabilesi’ndenim (The Kills Many Clan), evime döneceğim ve kabilem seni öldürmek için geri gelecek.” tehdidini savurana dek...

Norm vs “özgürleşme”

Ele aldığımız eserler sosyal bir uzam olarak Amerikan “serhad dünyası”nı toplumsal normlardan, sınıf ve zor ilişkilerinden, siyasi baskılardan özgürleşme teması etrafında ele alırlar. Batı’nın ve serhaddin özgürleştiriciliği 1883 ve 1923 dizilerinde çok güçlü vurgulanır. 1883’te büyük dede James Dutton’ın bir serhad kasabasına gelince yalnız birkaç saatte yaşadıkları (gasp girişimi, gaspçının anında linç edilmesi, kızını tecavüzden kurtarması) Batı’nın neden “vahşi” olduğunu, Norbert Elias’ın maksadıyla kullanırsak “medeniyet”ten ne kadar tasfiye olduğunu başarıyla tasvir eder. “Oregon Yolu”na çıkan James Dutton ve ailesi Doğu’da cari olan normların giderek geçersizleştiğini görmektedir. Kanun yerini güce bırakmaktadır. Dutton’ın kızı Elsa (tıpkı Yellowstone’daki Beth gibi) bir erkek gibi giyinip bir erkek gibi davranarak toplumsal normları kırmaktadır; babasının bu duruma pek bir itirazını da göremeyiz.

Bu özgürleşim fenomenini servet ve güç toplayarak yaşamak açısından aynı örüntüyüThere Will be Blood’ın kahramanı Daniel Plainview da takip eder. Kimseye bağlı olmayan, norm ve limit kabul etmeyen pos bıyıklı bir erkek olarak tasvir edilen “übermensch” adayı Daniel -tıpkı çağının pek çok altın, gümüş ve petrol arayıcısı gibi- Batı’nın petrol yataklarında vaftiz olarak özgürleşmektedir. Daniel’ın mutlak “güç istenci” karşısında hiçbir engel veya rakip duramadığı gibi o, her engeli kararlılıkla aşarak serhaddin tekinsiz, fiziki açıdan hasmane, ikircikli, müphem yapısı karşısında güçlü ve özgür bir serhad adamı (frontiersman) hâlini almıştır.

Kuruluş anlatılarımız aynı zamanda kontrolün azaldığı bir ortamda Hobbes’un tabiriyle “doğal durum”a dönüş riski göz önüne alınarak gerçekçi tasvirler çizer. Dolar Üçlemesi bu konuyu başarıyla vurgular. Üçlemenin ilk filmi A Fistful of Dollars’taki serhad tasviri dikkate şayandır,: bir serhad kasabası olan San Miguel’de biri Meksikalı ve biri Amerikalı iki aile, Rojolar ve Baxterlar Meksika ABD hükûmetlerinin askeri katarlarını soyup elde ettikleri silahları yasa dışı yollarla satmaktadır. Bütün taraflar maddi saiklerle güdülmekte, kimlikler ve ideal fikirler, tüzel kişiler sahadan silinmektedir. Bu tehlikeli uzamda, iyice muğlaklaşan kanunun karşısında ve yanında gibi görünenler arasındaki fark giderek azalmaktadır. The Good, The Bad, The Ugly’de kötü adamlar Angel Eyes (Kötü) ve Haydut Tuco (Çirkin) ile iyi adam olması gereken Blondie (İyi) arasında ahlaki bir fark yoktur, hepsi çalıntı altının peşindedir. For a Few Dollars More’daki ana karakterlerimiz, Manco ve Albay, birer ödül avcısıdır ve “kahramanlarımız” için haydutları yakalayıp ödül parasını almak onların soygun yapmasını durdurmaktan önceliklidir.

Eski Batı’nın sonu, yeni Amerika’nın başlangıcı, tarihin yeniden hatırlanışları

Batı’nın özgürlüğün yanı sıra kanunsuzluğun ve tehlikenin uzamı olması onun tasfiyesini meşrulaştırıcı bir rol oynadı. Serhad kasabalarının yerini büyük şehirlerin alması Eski ve Vahşi Batı’nın sonu oldu. Şehirleşmenin ve maddi şartların, yerli (nativist)- yabancı, beyaz-kızılderili, şehirli-taşralı gibi ayrımlara galebe çalışını göstermek bakımından birkaç sahne ikoniktir. The Gangs of New York’ta sokaklar sınıf ve ırk esaslı bir çatışmayla (1863 New York Draft Riots) çalkalanırken “Deus Ex Machina” denecek şekilde ordunun önce yeri sarsan ayak sesleri, sonrasında da milim milim kadrajı dolduran uzun süngüleriyle uygun adım sokağa inmesi, donanmanın şehri bombalaması ve isyanın “tepeden” bastırılması buna örnektir. Keza Once Upon a Time in the West’in kapanış sahnesi de önemlidir, kötü adamlar ölmüştür, silahlar ve silahşörler kasabayı terk etmektedir, bir zamanlar yalnızca McBain’in evi olan mevki artık McBain’in hayal ettiği gibi tren istasyonuyla, kilisesiyle, telgrafıyla Sweetwater Kasabası olmuş, serhad arazisi ehlileşmiştir...

Uygun adım ilerleyen süngülerin yıldırıcılığı artık yerli (nativist)-yabancı, beyaz-kızılderili, şehirli-taşralı gibi meselelerin “tepeden” bir hamleyle, maddi zeminin değiştirilmesiyle rafa kalktığını gösterir. There Will be Blood’da Daniel Plainview’ın İncil’de Yaratıcı’nın gücün ve zenginliğin asıl kaynağı olduğunu bildiren Vahiy Kitabı’na atıfla, “I am the Third Revelation” diye haykırarak hasmı olan rahibi döverek öldürmesi bir dönüm noktasıdır. ABD artık kimlik üzerinden bölünmeyecektir, tıpkı Plainview gibi hiçbir din ve kimliğe önem vermeyerek kendine yeni bir tazim nesnesi bulmuştur: petrol...

Amerikan serhaddi anlatılarının seyri ve içeriği bize tarihin yapısı hakkında önemli ipuçları verir. Tarih yaşayanlar için yazılmaktadır, yazıldığı toplumdaki iktidar ilişkileri, sosyal ihtiyaçlar ve sosyal normlarca domine edilir. Bu yüzden aynı konular farklı dönemlerde tekrar tekrar işlenir. Serhad anlatılarının muhafazakâr (John Ford ve John Wayne’li klasik westernler), revizyonist-Marxist (spaghetti ve zapata westernler), revizyonist-liberal (en bariz örneği Kurtlarla Dans) ve son olarak günümüzde sol liberteryen2 (Yellowstone Evreni) veya “progresist”3 (mesela Django Unchained ve The Hateful Eight) şeklinde başkalaşım geçirmesi bu sebepledir.

Ayrıca ulus inşası (nation-building) açısından yapımcılar belli bir millî kimlik etrafında birleşiyorsa üretilen tarihî söylem ideoloji gözetmeksizin bu kimliğe fayda sağlar. İdeoloji ayırt etmeksizin tüm bu serhad anlatıları “Manifest Destiny” ve “American Frontierism” tezlerine katkı sağlar. “Manifest Destiny”, Amerika’nın “yazgısının” batıya doğru genişlemek olduğu, bunun dünyadaki ve kıtadaki medeniyeti arttıracağı manasına gelir. “American Frontierism” ise Vahşi Batı’daki “terra incognita”ları tedib etmek suretiyle “boş bir araziyi kazandığını” iddia ederek yerleşimci kolonyalizmine4 meşruiyet zemini döşer. Yani, bu etnojenez anlatıları millî menfaat üretir.

Son olarak tarih, günün sorunlarına ilham kaynağıdır. Amerika’da 1960’lı yıllardaki ırk krizini anlamanın bir parçası hadiselere madun ırklardan gelen kahramanların gözüyle bakmaktır, mesela Once Upon a Time in the West’in Harmonica’sı gibi...

Yahut Amerika’da güneyli gençlerin “küresel değerler” in çürümüşlüğü karşısında “homesteadingi” (toplumdan uzak, kendi kendine yeten çiftlik hayatı) tartıştığı günümüzde Yellowstone’un John Dutton’ının ağzından “Ben ilerlemenin zıddıyım, ilerlemenin çarpacağı duvar benim, ancak kırılan ben olmayacağım.” sözlerini duymak bir tür “esenlik bildirisi” olabilir. Bu ilham unsuru bağlamında bize de düşen bir hisse var. Türkiye son yıllarda dış siyaset sahnesinde eski Osmanlı coğrafyası ile bütünleşmeye çalışıyor ve emperyal ihtiraslar ifade ediyor. Bütün imparatorluklar bir serhadde kurulur. Anadolu’daki serhaddi, yani Orta Çağ Batı Anadolusu’nu anlatan bütün güncel sinema ve televizyon eserleri gişe yapma hevesi ve banal propaganda sarmalındalar ve bir serhaddin arz ettiği geçişken ve akışkan yaşama kültürünü hiçbir açıdan tasvir etmiyorlar. Amerikalı denklerinin aksine dönemlerinin ihtiyaçlarına cevap da vermiyorlar. Bu sebepten ötürü, bu yazıda işlenen çoğu eserin düştüğü “kültürel Marxizm” hatasına düşmeden, Orta Çağ Anadolusunu hakkıyla ve sanatkârane bir şekilde hatırlamak Osmanlı’dan devraldığımız imparatorluk bakiyesine yaraşır bir “imparatorluk şuuru”nun gelişimini teşvik edebilir, ırkçılıkla cedelleşen toplumumuzun yarasına şifa olabilir...