Bin yıl sonra Nâsır-ı Hüsrev’in rotasında
Bin yıl sonrasında, Nâsır-ı Hüsrev’in seyahatnamesinde geçen yerler, bugün gitsek bize ne gibi sürprizler hazırlar kim bilir? İranlı yazar Dr. Muhammed Rıza Tevekkulî Sâberî 2003 Eylül ayında başlayan ve üç yıl süren seyahati esnasında , tıpkı Nâsır-ı Hüsrev gibi türbeleri ziyaret edip, şehirlerden, köylerden, nehirlerden geçerek aynı güzergâhı takip eder. Rota arayanlara işte rota: Eski, büyük gezginlerin izlerini tekrar yürümek.
Nâsır-ı Hüsrev’i, üniversite yıllarımdayken, saraydaki cânım görevini filan bırakıp çıktığı, bilinen ilk Farsça seyahatnameyi ve ilk hac yolculuk güncesini oluşturan yedi yıllık seyahatiyle, zamanla bir İsmailî hüccetine dönüşmesinin ardından dışlanmasıyla ve İran’ın en güçlü şairlerinden biri olarak yazdığı, kaderle kavgalı şu dizeleriyle tanımıştım:
“Yok, yok! Bu felek ve dehr bilmez faziletin kadrini! / İlk gençlik günlerimde babam bana hep böyle derdi.”
Tanışıklığım bu kadarla bitmiyordu tabii. Efsane dönemlerin eşiğinde, evet evet, tam da o 11. yüzyılın münbitliğinde, Hint dinlerinden Yunan felsefesine, astroloji, tıp, fıkıh, tefsir gibi akli ve naklî ilimlere de vâkıf, çılgın bir bilge ve seyyahtı Nâsır-ı Hüsrev.
Marco Polo’dan 250,İbn Battuta’dan 300 yıl önce 1004 yılında, aristokratik bir ailenin oğlu olarak, Belh’in Kubâdiyân kasabasında doğmuştu, seyahatname kültürünün babalarındandı üstelik.
Yıllar sonra bir gün, İranlı ünlü yazar Celâl Âl-i Ahmet’in bir kitabını (Azrail’in Şehrine Yolculuk) çevirirken, Nâsır-ı Hüsrev ile yeniden karşılaştım. Âl-i Ahmed kitabında sosyalist aydın arkadaşlarına şöyle sesleniyordu:
Batı metodolojisiyle değil, Nâsır-ı Hüsrev’in kendi sistemiyle oluşturduğu seyahatname kültürü ve bakışı ile köylerimizi gezip keşfetmeli.
Celâl Âl-i Ahmet bile, bu kadarını beklememiştir eminim. Alternatif tıpla ilgili kitaplarına aşina olduğumuz İranlı yazar Dr. Muhammed Rıza Tevekulî Sâberî, Nâsır-ı Hüsrev’in divanını okuduğu bir gün, doğumunun 1000. yıldönümüne 3 sene kaldığını fark ederek:
“Bin yıl sonrasında, Nâsır-ı Hüsrev’in seyahatnamesinde geçen yerler, bugün gitsek bize ne gibi sürprizler hazırlar kim bilir? Neler değişmiştir? Yöre halkı nereye evrilmiştir?” minvalinde deli sorularla cebelleşirken, kendini yollarda bulur. Öncelikle yaşadığı ABD’den Tahran’a gelir. 2003 Eylül ayında başlayan ve üç yıl süren seyahati esnasında, bin yıl önce iki ülkeye tekabül eden bölgenin, şimdilerde on ülkeye dönüştüğünü fark eder. O da tıpkı Nâsır-ı Hüsrev gibi türbeleri ziyaret edip, şehirlerden, köylerden, nehirlerden geçerek aynı güzergâhı takip eder ve çekimler yapar. Ulaşım kolaylığına rağmen işi Nâsır-ı Hüsrev’inkinden daha zordur. Her ülke için vize alması gerekmektedir.
Kendisiyle, seyahatini içeren “Bir gün çevirmek bana nasip olur mu” diye iç geçirdiğim iki ciltlik, adını Nâsır-ı Hüsrev’in bir dizesinden mülhem koyduğu Sefer-i Berguzerdenî (Dönüşü Olan Yolculuk) kitabı hakkında görüşme imkânımız da oldu. Bazı yerlerin bin yıl içinde harabeye dönüştüğünü, komşu ülkelerin birbirine girdiğini, bazı yerlerin ise olduğu gibi kaldığını gözlemlemiş.
Özellikle de o dönemlerin ilim merkezi Irak ve Afganistan’ın bin yıl sonra nasıl bir savaş meydanına dönüştüğüne tanık olmuş. Ve en çok oralarda zorluk çekmiş. (Yazarın seyahatini gerçekleştirdiği 2003-2006 yılları arasında Suriye savaşının henüz başlamamış olduğunu hatırlatalım.) Bu seyahatten sağ salim dönmüş olmasını büyük bir mucize olarak nitelendiriyor.
Nâsır-ı Hüsrev’in rotası
Nâsır-ı Hüsrev hacca gitmek niyetiyle seyahatine Türkmenistan’daki Merv şehrinden başlayıp, Serahs ve Nişabur’la devam eder. Malumunuz o dönemlerde Türkmenistan, Afganistan ve Kırgızistan Horasan’ın bir parçasıdır. Ardından Simnan, Rey, Kazvin, Serâb, Tebriz ve Hoy, Türkiye (Doğu-Güneydoğu Anadolu bölgesinden geçmiş, bir rivayete göre Veysel Karanî’nin yaptırdığı, kabrinin de içinde olduğu mescidi ve Diyarbakır Ulu Camii’ni de ziyaret ederek öve öve bitirememiştir), Suriye, Lübnan, topraklarının çoğu şimdilerde İsrail işgali altında olan Filistin ve en nihayetinde mübarek Mekke ve Medine topraklarına ulaşır.
Aynı güzergâhtan geri dönüp Filistin’den gemi ile Mısır’a geçer. Bu esnada Kahire’de İsmailî mezhebine bağlı Fatimiler’in öğretisinden etkilenip İsmailî olur, hatta üç yıl Kahire’de kalarak aldığı eğitimle, o mezhep içindeki en yüksek dinî ve manevi makamlardan hüccetlik makamına yükselir. (Bir görüşe göre Nâsır-ı Hüsrev hep İsmailî idi ve bu hac yolculuğu meselesi, Fatimi Devleti’nde eğitim alması için bir kılıftı sadece.) Ardından Kuveyt, Irak ve nihayetinde 7 yıl 6 ay 22 gün sonra İran’a döner.
Selçuklu saray kâtibi olarak başladığı seyahatten dönüşte, yaptığı propagandalara atfen, İsmailî bir ajan olarak tutuklanması için emir verilir. Her şeyini kaybeden Nâsır-ı Hüsrev, kurtuluşu en son Bedehşan dağlarına sığınmakta bulup, burada da vefat etmiştir (1088). Pek çok eserini yeni ikametgâhında kaleme almış, şiirlerine ve eserlerine hep o Horasan’daki mutlu günlerinin özlemi sirayet etmiştir. 7 yıl süren bu yolculuğu, Sefername isimli eserini oluşturmuştur.
Tevekulî Sâberî, Afgan sınırlarında, dağlık bir bölgede yer alan, şimdilerde ABD bombardımanı ve Taliban saldırıları altındaki o bölgeye gidebilmek için yaşadığı maceranın ardından Hüsrev’in kabrine ulaşmış ve yolculuğun bu kısmı için ayrıca çıkardığı ödüllü kitabı Sefer-i Dîdâr’da (Buluşmanın Yolculuğu) bu macerayı anlatarak, dünyada ilk kez Nâsır-ı Hüsrev’in kabir görüntülerini yayınlamıştır. Yazar, yolculuğunun dehşetini, “Defalarca ‘İşte şimdi bitti’ dediğim, ölüm kalım savaşı verdiğim günlerdi” cümlesindeki kelimelere sığdırmaya çalışıyor.
Rotadaki tehlikeler
O günden bugüne rotada hâlâ el değmemiş yerler olduğunu belirten Sâberî “Afganistan’ın kuzey doğusundaki Çin, Pakistan ve Tacikistan’a yakın bölümler Taliban saldırıları altındaydı. Gitmek istediğim bazı yerlerde silahlı Taliban askerleri vardı. Afganistan’a ulaşmak için bin bir zorlukla Tacikistan’a geçtim. Hayatta kalabilmiş olmam tamamen vademin bitmemiş oluşundan. Oldukça sarp ve dağlık bölgelerden geçtik. O dağlık yerde şoför aracı sürerken defalarca çığlık attım. Çünkü bir taraftaki tekerleklerin havada döndüğünü hissedebiliyordum.
Sonra Tacikistan’a ulaştığımda tanıştığım bir komiser 16 silahlı polisi bana eşlik etmeleri için görevlendirdi. Nâsır-ı Hüsrev’in mezarının da olduğu Cerm bölgesi oldukça sarp bir yerde. Köye yaklaşacağımız sırada polisler benden yüz dolar istedi ve ‘Eğer vermezsen kalan yolu yalnız gidersin’ diye tehdit etti. O ara polisler arasında ‘Kabrin bulunduğu köyün adı neden Hazret-i Seyyid? Nâsır-ı Hüsrev seyyid miydi, değil miydi?’ tarzında bir tartışma çıktı, tevafuk o köye giden birine rastladım. Birlikte köye ulaştık. O kadar çok patlama oluyordu ki her an ölümle burun burunaydık.
Birkaç gün sonra oradan ayrıldım. İnsan uzaktan resimlere bakarak ya da bloglar falan sayesinde dünyanın her yeri ile alakalı bilgi sahibi olabileceğini düşünüyor ama bir insanla hayatınızın kesişmesi çok başka bir şey. Hele Bedehşan dağlarında tanıştığım o çiftçi… Farsça okuduğu şiir o kadar etkileyiciydi ki! Bambaşka bir coğrafyadan bu çiftçi ile o şiirdeki ümidi, beklentiyi, sıkıntıyı birlikte tatmak çok güzeldi.”
Bin yıl sonra diller
Yazar, Nâsır-ı Hüsrev zamanında rota üzerindeki bölgelerde daha ziyade Arapça ve Farsça konuşulduğunu, şimdilerde ise pek çok bölgede İngilizceyle iletişim kurulduğunu gözlemlemiş. Tacikistan ve Afganistan’da Farsça konuşuluyor. Arap ülkelerinde ise Arapça. Tacikistan’da çok fazla Rusça kelime ve Rus alfabesi kullanılıyor. İlginç bir şekilde mesela büyük şair Rûdekî’nin divanını Farsça okuyabiliyorlarken, yazmaya sıra gelince Rus alfabesini kullanıyorlar.
Afganistan’da hâlâ fasih bir Farsça konuşulduğunu da ekliyor Sâberî. Nâsır-ı Hüsrev takriben 1050’li yıllarda Türkiye’nin doğusundan geçerken, bölgede Kürtçe dışında Arapça ve Ermenicenin de yaygın olarak kullanıldığını seyahatnamesinde belirtmişti.
Kitabı incelerken ta Amerikalardan yola düşüp bu yolculuğu gerçekleştiren yazar Muhammed Rıza Tevekulî Sâberî’yi, atlattığı tüm tehlikelere rağmen kıskanmadım dersem yalan olur.
İlham veren bir yolculuktan bahsediyoruz. Bir seyyahın şu kadar yüzyıl sonra izini takip etmek turistik bir seyahatin çok ötesinde bir tecrübe. Onun ruh hâlini, ümitlerini, ıstıraplarını ve hülyalarını da sorguladığınız benzersiz bir buluşma.
Rota arayanlara işte rota: Eski büyük gezginlerin izlerini tekrar yürümek.
- Nâsır-ı Hüsrev’in şu dizesi de size eşlik edebilir bu arada: “Dönüşü olmayan (ölüm) gelene dek/ Dönüşü olan bir yolda seyahatteydik.”