Beni seven peşimden gelsin
Çağın hezarfenlerinden Haluk Dursun Hoca, 2019’un ağustos ayında vefat ettiğinde hayatına onlarca eser ve yayın sığdırmış, Topkapı ve Ayasofya’daki görevindeyken ülkemizin müzecilik anlayışına önemli katkılar sunmuştu. Son yıllarında aktif bürokrasi hayatıyla öne çıkmış olsa da onu eşsiz kılan şey, hayatlarında iz bıraktığı sayısız öğrencisidir.
Haluk Hoca, hânegî-himâye usulü olarak adlandırılan eğitim metodunu benimsemiş ve öğrencilerini de bu yolla yetiştirmiştir. Hânegî usulü eğitim, mektep eğitiminin haricinde kabiliyeti haiz öğrencilerin, kültür hayatında ve devlet erkanında kalifiye bireyler olarak yetişmelerini amaçlamış ve adı tarihe yazılmış birçok kişinin yetişmesine önayak olmuştur. Hâne-himâye usulü, tarihin seyri içerisinde insanın hakikat arayışı ve yolculuğuyla da eşleşir. Bu usulün izlerini aramak için çok eskilere götürmek mümkündür: Hz. Muhammed’in (sav) ehli beyti ve sahabeleri, İsa’nın havarileri, Tapduk Emre’nin Yunus’u ile olan ilişkisi gibi… Ancak bu eğitimin sistematikleşmesi ve yaygınlaşması bakımından 19. yüzyıl farklı bir yer tutar. Bu zaman diliminde, Ali Paşa, Fuat Paşa ve Ahmet Cevdet Paşa gibi Osmanlı Devleti’nin seyrini değiştiren isimlerin yetiştiğini biliyoruz. Kültür hayatında ise Nikağos Ağa ve Ahmet Mithat Efendi de muhâmîler arasında zikredilebilir. Bir nevi “usta-çırak” ilişkisi olduğu da söylenebilecek olan himâye usulü, farklı olarak “elitist” bir mahiyet teşkil eder. Talebenin başarısı, kabiliyeti, merakı ve gayreti eğitimin temel taşlarını oluşturur. Muhâmînin imkânlar ve alaka bakımından kendi çocuğundan ayrılmaması esastır. Hatta imkânı olanların talebelerine konak içerisinde bir oda tahsis ettiğine de kaynaklarda rastlıyoruz.
Bu eğitimin 19. yüzyılda kaybolup gittiğini söyleyenlerin sayısı az değildir. Ancak Haluk Dursun örneğinde de belirttiğimiz üzere, himâye usulünün aynı esaslarla olmasa dahi; 20. ve 21. yüzyılda form değiştirerek varlığını sürdürdüğü kanaatindeyiz. Gençlerle yakından alakadar olan; İbnülemin Mahmud Kemal, Ali Fuat Başgil, Fethi Gemuhluoğlu gibi isimler vakit ayırarak, sohbet ederek, emek vererek insan yetiştirmeyi öncelemişlerdir.
- Haluk Hoca meraklı öğrencileri arar, bulduğunda da onlara anlatmaktan büyük zevk alırdı. Bilginin zekâtının verilmesine kıymet verirdi.
Bazı insanların bilgiyi paylaşmak yönünden kısır olduğunu ancak böyle olunmaması gerektiğini sık sık tembihlerdi. Onun yanında yetişmek için, merak tek başına yeterli değildi. Merakın yanında, muhabbet, istikrar ve müdavemet de şarttı. Oturma, kalkma, dinleme ve konuşma adabını önemserdi. Bunun yanında kendi ilgisine paralel olarak bağ-bahçe, çiçek-böcek gibi işlere özel ilgisi olan öğrencileri de seçerdi. Musikiden, iyi yemekten ve İstanbul kültüründen anlamak can alıcı noktalardı. Hânegî usulü eğitim, karakteri ve yaşam tarzıyla doğrudan uyuştuğundan hânegîsi olmak bir nevi gönül hanesine girmek demekti.
Kültür Bakan Yardımcılığı görevine layık görüldükten sonra hocalığı ve öğrenci yetiştirmeyi bırakmadı. Hazırladığı Anadolu Tarih ve Kültür Birliği projesi de mahiyeti itibariyle hânegî usulü eğitimin devamını teşkil ediyordu. İstanbul, Ankara ve İzmir gibi şehirler önde olmak üzere tarihe ve kültüre meraklı onlarca öğrenciyi tek çatı altında topladı. Bu öğrenciler bahsi geçen şehirlerdeki başlıca liselerden titizlikle seçilmişti.
Hayat görüşü, ilgi alanı ve kariyer hedefi bakımından birbirinden ayrılan bu gençleri Anadolu’da; Sivas, Erzurum, Van, Kars, Bitlis gibi birçok şehrin gençleriyle buluşturdu. “Coğrafyaya ve insana dost olmak’’ temel gayesiydi.
Haluk Hoca’nın, birikiminin yanında insanı kendisine hayran bırakan bir tavrı da vardı. Birikimi şüphesiz, öğrenci yetiştirmesinin ana öğesiydi. Ancak iki nesillik yaş farkını görünmez yapan şey yalnızca bu değildi. Yaşıtları geçmişe şiddetli bir özlem duyarken o nostaljiye reddiye sunuyor, “Ele geçmezse sevdiğimiz / Çare ne eldekini sevmeliyiz’’ diyor, “Geçti kervan kaldık dağlar başında, diyecek hâlimiz yok’’ diye de ekliyordu.
Gençlerin en ağır ifadelerle eleştirilmesine, Z kuşağı ile alakalı ithamlara şiddetle karşıydı.
Geçmişten daha iyi bir geleceğin inşasının Gençlerle Başbaşa kalarak mümkün olduğunu fark etmişti.
Anlatımının ve eğitiminin en önemli dinamiği soru sormaktı. Sorduğu sorular, sıradan ve sürüden olanın dışındaydı. Türkiye’nin en büyük çınarının nerede olduğunu sorduğunda salondaki öğrenciler dakikalarca fikir yürütmüştü. Nihayet gelen “Bursa” cevabı yeterli olmadı. Kalabalığa bir bilmece daha sundu: “Bursa’nın da Bursa’sı’’ Doğru cevap İznik’ti. Ama cevabını en başında verseydi şimdi bu hatıra hafızamda tüm netliğiyle asılı durmayacaktı. Bu çınarı bulmak için Türkiye’yi metreyle karış karış gezdiğini anlatırken onun diğerlerinden farklı olduğunu anlamıştım.
Öğrencisi olmak keyifli olduğu kadar meşakkatliydi de… Öğrenciyi belirli zorluklarla sınamak, bu sınama esnasında gözlemlemek, pes edip etmeyeceğini en başından anlamak önemliydi. Topkapı Sarayı’nı gezdirirken sesinin gelmediğini söylediğimde “Önce öğrenci bir adım gelir, sonra hoca” deyip önümdeki boşluğu göstermişti. Boşluğu tamamladığımda, hafif bir tebessümle yüzüme baktı ve sesini yükselterek anlatmaya devam etti. Ondan ilk aferinimi şimdi yazdığım bu konu sayesinde almıştım. Topkapı’da Enderun’a doğru yürürken 19. yüzyıldaki insan yetiştirme metodunu sorduğunda, az önce yediğim ufak fırçadan çekinerek kısık bir sesle “Hânegî Usulü” demiştim. Belindeki rahatsızlıktan dolayı boynunu pek çeviremiyordu. “Dönemiyorum ama kim olduğunu biliyorum’’ dedi. Biraz sonra Enderun’da ayakta kaldığımda sandalye çekip yanına oturmamı istedi. Ufak hatamı telafi ettiğim için mutluydum. Bunun son görüşmemiz olduğundan ise o anda habersizdim.
Ufak detaylarda büyük izler bulması, dinleyeni hayrete uğratması hocalığını ayrı bir yere taşıyordu. Bu yüzden öğrencisi olmak için meselelerin ana hatlarını görmek yeterli değildi. Topkapı’nın sadece bir saray olmadığını florası ve faunasıyla yaşayan bir kültür olduğunu savunuyordu. Daha önce 3-4 kez gitmeme rağmen, saray girişindeki çınarların devletin heybetini temsil ettiğini duymamıştım. Yol boyunca devam eden serviler de tüm heybetine rağmen devletin de ölümlü olduğunu söylüyordu. Kimilerinin incir çekirdeğini doldurmadığını söylediği detaylardan başka bir keyif aldığı her hâlinden belliydi.
Vakte riayet ederdi. İnsan ömründe her şeyin telafisinin mümkün olduğunu ancak zamanın bir daha geri gelmeyeceğini söylerdi. Dolayısıyla, vakte ihtimam göstermek kırmızı çizgisiydi. Toplantılardan önce bir excel dosyası çıkarıp geç gelenlerin isimlerinin yanına işaret konulmasını isterdi. Katılacağını beyan edip gelmeyenlerin işi daha da zordu. Makul bir sebep göstermeksizin katılmayanları bir dahaki toplantılara davet etmez, hatta gözden çıkarırdı.
Türkiye’yi ve dünyayı gezmesi farklıydı. Ona göre ne çok okumak ne de çok gezmek tek başına yeterliydi. İkisi birlikte olmadıkça hep bir şeyler eksik kalırdı. Batı insanının Türkiye’yi görmeye bizden daha hevesli olduğundan teessürle bahsederdi. En büyük çınarı keşfe çıktığında, kendisinden önce gelen bir Avrupalı olduğunu ve bundan büyük bir üzüntü duyduğunu anlatmıştı. Şehre has yemekleri merak ettiği malum... Ancak çoğu zaman köy yoğurdu, peynir, üzüm onun için mükemmel bir öğündü. Bir şehri tanımak; önce ona şöyle bir tepeden bakmak, sonra varsa suyunu ve köprüsünü görmekten geçerdi. Bunun yanında, şehrin insanı tanınmadan da o şehir hakkıyla anlaşılamazdı. Anadolu Tarih ve Kültür Birliği sayesinde, ağza bir parmak bal çalmış, gezme tutkusunu liseli öğrencilere de aşılamıştı. Son zamanlarında yönünü özellikle Güneydoğu’ya çevirerek, “Dicle’nin kuzularını çakallara kaptırmama” emeliyle, bölgedeki üniversitelerde, kütüphanelerde yüzlerce gençle buluştu.
Öğrencilerinde zevkiselimi arardı. Klasik Türk Müziği’ne, bu müziği anlayana ve icra edene büyük kıymet verirdi. Bu sebeple musikiyle iştigal eden gençler, gözünde bir adım öndeydi. Özellikle neyzenlerin kalbinde farklı bir yeri vardı. Yine lise öğrencilerinin oluşturduğu bir sohbet meclisinde, neyzene Ömrün şu biten neşvesi adlı uşşak parçayı meşk ettirdi. Bu eserin ondaki yeri başkaydı.
“Evvel giden ahbaba selam olsun erenler” kısmında ebedî âleme göçen dostlarını hatırladığından derin bir iç çekti. “Siz daha çok gençsiniz, söylediğimi dostlarınız gidince anlarsınız ve ancak o zaman büyürsünüz” demişti. İki sene sonra ani bir şekilde vefat ettiğinde, kendisinden 40 yaş küçük öğrencileri birden büyüdü, hepsinin evvel giden bir ahbabı vardı artık.
Cenazesinde bir hocayı, babayı, dostu, hepsinin yanında dev bir çınarı, yeri dolmayacak bir kültür insanını yitirmenin hüznü birbirinden farklı ama omuz omuza saf tutan öğrencilerinin gözünden okunuyordu. Bu kalabalığın toplanmasında yukarıda sayılan nitelikler önemli bir rol oynasa da eğitiminde düstur edindiği temel felsefe sevgiydi. Yaşarken ve yazarken hep söylediği gibi: “beni seven peşimden gelsin.”