Beklenmedik bir mekân: LeightonHouse Museum
Sir Frederic Leighton (1830-1896) 19. yüzyılın en meşhur ressamlarındandır. Döneminde ulusal ve uluslararası birçok ödüle layık görülmüş, İngiliz Kraliyet ailesine, “Viktorya Çağı”nın önemli yazar ve politikacılarına da yakın bir isimdir.
İngiltere’nin kuzeyindeki Yorkshire’da tıpla iştigal eden bir aileye doğan sanatçının dedesi St. Petersburg’da Çarlık Rusyası’nın kraliyet ailesine doktor olunca büyük bir servet edinir. Bu varlıklı ailede yine doktor olan babası, oğlunun hep sanatçı olmasını arzu eder.
1879’daki bir mektubunda “Resmi öğrenmem için ailem bana her olanağı sağladı, fakat sanatçı olma fikrime, sanatta seçkinlerden olmadıkça da yüz vermedi” diye yazar.
Seyahat, erken bir yaştan itibaren Leighton’ın hayatının önemli bir parçası olur. Annesi, iklimini ve kirli havasını sevmediği Britanya’dan uzun sürelerle uzaklaşıp, Avrupa’da vakit geçirmeye aileyi ikna edebilmiştir. Böylelikle Leighton sanat eğitimi almak için İtalya, Almanya ve Fransa’da bulunur ve o ülkelerin dillerini de öğrenir.
Yıllar içinde Leighton, ailesinin beklentilerini karşılıksız bırakmaz. Devrin Kraliçesi Viktorya ilk büyük eserini satın alacak ve 1878’e gelindiğinde mesleğinin zirvesine çıkmış olacaktır, yani Kraliyet Sanat Akademisi başkanlığına. 18 yıl boyunca yalnızca akademideki öğrencilerine ve sanatkârlara yön vermekle kalmaz, imparatorluğun kültür ve sanat ufkunun belirlenmesinde önemli vazifeler üstlenir.
Ölümünden kısa bir süre önce Lordluk unvanı alarak Stretton Baronu olan Sir Frederic Leighton bu şerefe nail olmuş tek İngiliz sanatçı olarak 1896 yılında devlet ricalinden birçok isim gibi St. Paul Katedrali’ne defnedilir.
Leighton House Museum
Yirmili yaşlarını Roma ve Paris’te geçiren ressam, 1857’de 27 yaşında iken Afrika’ya ilk seyahatini yapar. Cezayir, Doğu ile hayat boyu sürecek olan irtibatının başlangıcı olur. Fas, Lübnan, Suriye ve Türkiye’yi ömrünün ilerleyen yıllarında görme fırsatı bulacaktır.
“Egzotik” Doğu, dönemindeki birçok oryantalist ressam gibi Frederic Leighton’ın da yakın ilgisine mazhar olur. Resmettiği Cezayir’in dar sokakları, Bursa’da bir cami avlusu ve Şam’ın pazarları, saz çalıp raks eden harem kadınlarıyla birlikte belki bilindik sayılabilir. Fakat onu diğerlerinden ayıran bir özelliği var. Ressamın Doğu’ya olan ilgisi yalnızca resimlerinde kalmıyor ve o günün Londrası için farklı bir meraka dönüşüyor.
Holland Park Road 12 numarada Leighton’ın evinde beklenmedik bir yerdeyiz. Kapısının önünden geçerken ne ile karşılaşacağınızı bilemediğiniz bu mütevazı görünümlü tuğla yapı içeriye adım attığınız andan itibaren sizi bambaşka bir dünya ile tanıştırıyor.
Merdivenli Hol
Girişte sizi merdivenli bir salon karşılıyor. Yemek odasına geçerken Almanca “prosit” -sağlığınıza- ve o endamlı tavrıyla basamakların başında bir tavus kuşu göze çarpıyor.
Tavus kuşu Leighton’ın sıklıkla ilişkilendirildiği Viktorya dönemi sanat akımı estetizmin sembolü. Estetikçi ressamlar, endüstrileşen Viktorya dönemi Britanyası’nın çirkinliğinden bunalıp kendi sanatları aracılığıyla dünyaya güzellik algısını yeniden tanıtma ihtiyacı hissederler. Bunu başarabilmek için farklı kültürlerden beslenirler. Örneğin bu holde, Antik Pompei’den ilham alan bir mozaik zeminin üzerinde geleneksel bir Japon çömleğini, merdivenlerin basamaklarında bir minderin sırtı olmuş 17. yüzyıldan kalma bir Türk çeyiz sandığını görüyoruz.
Narcissus Holü
Bu hol ismini mekânın orta yerinde bulunan Narcissus’un bronz heykelinden alıyor. Öyle görülüyor ki Leighton, Antik Roma’ya olan ilgisini kendi Narcissus Holü’nü yaratarak gösteriyor.
Altın yaldızlı tavan süslemeleri ziyaretçilere bir miti hatırlatıyor: Sevdalısı çok iken, suda kendi yansımasına âşık olup, o yansımayı izlerken can veren Narcissus’u. Bu hikâyedeki su metaforu Leighton’ın yakın arkadaşlarından seramik sanatçısı William De Morgan’ın turkuaz çinileriyle temsil edilmiş.
Arap Holü
“Burası Elhamra’nın o güzel kubbesi gibi yükseliyor, duvarları süsleyen mavi-beyaz ince sırlı çiniler, güneşin kızıllığını kesen narin ahşap meşrabiyeler, fıskiyeli küçük havuzda mırıldanan sular.”
Beautiful Houses kitabının yazarı M. E. Haweis, Şam’da, Kahire’de ya da Beyrut’ta değil İngiltere’nin dekoratif sanatlarında derin bir etki bırakan Londra’da Hyde Park’a yakın bu evin odasını tarif ediyordu.
Batı’nın Şark’ın gizemli dünyasına duyduğu ilgi bir gerçekti. Başka bir gerçek vardı ki, o da 1800’lerin Britanyası’nda, İngiliz mimari üslubuna duyulan rahatsızlıktaki artıştı.
Bu durum dönemin sanatçılarının dilinde şöyle ifade ediliyordu: “Ne bir prensibimiz ne de sanatsal bir bütünlük anlayışımız var, her bir sanatkâr kendi bağımsız yöntemini takip ediyor ve bu faydasız bir uğraştan öteye geçemiyor. Sanat alanında her birinin ürettiği ancak güzellikten uzak bir yenilik ya da zevk ve idrakten uzak bir güzellik.”
Britanya’da sanat tartışmalarının ahvali böyleyken, Leighton 1873’te Anadolu’dan geçerek Şam’a gider. Şam’a vardığında iki arkadaşıyla görüşür; İngiliz Kâşif Sir Richard Burton ve mimar Sir Caspar Purdon. Vaktiyle Oxford’dan atılmış ve Doğu Hindistan Şirketi’nde orduya katılmış olan Richard, 20’nin üzerinde Doğu ve Batı dilini konuşabilen, girdiği her kültüre kolaylıkla ayak uydurabilen bir adamdır. Asıl kimliğini gizleyip, kendisini bir Arap tacir olarak “Abdullah” ismiyle tanıtarak Mekke ve Medine’yi görmüş, Müslümanların Hac kafilesine katılabilmiş ilk gayrimüslimlerden olur.
Sir Richard Şam’a İngiliz konsolosu olur ve Leighton’ın isteğini kırmayıp ona arzu ettiği çinileri bulup göndereceğinin sözünü verir ve sözünü de tutar. İngiliz parlamento binasının 1860’larda yeniden yapılışında görev alan ve ileriki yıllarda South Kensington Müzesi’nin (bugünkü Victoria & Albert Müzesi) direktörü olan Sir Caspar, Leighton’ın eşsiz çini örneklerini temin eden isimlerden diğeri.
Şam’dan getirildiği düşünülen ve 15 ila 17. yüzyıla ait olduğu sanılan büyük ölçekli değerli çini panoların bu iki ismin inisiyatifiyle satın alındığı ifade ediliyor kaynaklarda. Bu nasıl mümkün olur diye sormadan edemiyoruz.
Kraliyet meclisleri ve sanat camiasında artık iyi bilinen sanatçı Şam seyahati dönüşü mimar arkadaşı George Aitchison’ın kapısını çalar ve Holland Park Road’daki evine bir eklenti olarak Arap Holü’nün siparişini verir.
Aitchison da Leighton gibi İslam mimarisiyle yakinen ilgilenen, 1850’lerde Londra’da Elhamra Sarayı’nın eşsiz mimarisine dair verdiği derslerle bilinen, bu iş için en doğru isimlerden biriydi, nitekim yakın bir zaman sonra dünyanın en prestijli mimari kuruluşlarından RIBA’dan altın madalya alacaktı.
Bu karar onun çok önceleri başlayan İslam sanatına olan ilgisinin artık doruk noktasıdır. Örneğin babası bu ilgisinden endişelenmiş olacak ki, 1867’de Leighton’ın uzun uzadıya neden Türkiye, İran ve Suriye’den onca paraya çiniler alıp getirttiğini babasına anlatması gerekecekti.
İsmi her ne kadar Arab Hall olsa da, bu nadide mekânın tam manasıyla ne Arap ne de Orta Doğulu olduğu söylenebilir. Müslümanların Palermo, Sicilya’da 12. yüzyıl dönemi Arap-Norman mimari üslubuyla inşa ettiği La Zisa Sarayı’nın plan ve ölçülerini takip eden mimar Aitchison 19. yüzyıl İngilteresi’nde eşi benzeri olmayan böylesi bir mekân yaratmış oldu.
Leighton için iki amaca hizmet eden Arap Holü hem misafirlerini ağırladığı bir dinlenme mekânı hem de nadide Doğu sanatları koleksiyonu için bir sergi salonudur. Orta Doğu’ya seyahatinde birçok seramik, değerli kumaş, ahşap ve daha başka şeyler satın alır. Hüsn-i hat ile süslü çiniler Şam’dan, alçak divanların yaslandığı geniş ahşap meşrabiyeler Kahire’den. Narcissus Holü’ne bakan cephede besmele-i şerif ile birlikte Rahman suresinin ilk ayetlerini, insanın yaratılışı, güneş ve ayın hesap ile oluşu, yıldızlar ve ağaçların secde edişini büyük ölçekli bir çini üzerinde okuyabiliyoruz.
İran minyatürleri ve seramik vazolar, çeşitli hayvan ve çiçek türlerinin resmedildiği altın renkli mozaikler, odayı çevreleyen turkuaz çiniler ve ince sütunlar, vitray camlar ve Mağribî formda fıskiyeli havuzu örten, kalem işiyle süslenmiş, mekâna bir yücelik hissi veren altın kubbe…
Aitchison ve Leighton’a bir grup sanatçı dostları da bu projede destek çıkar. İllüstratör Walter Crane ve Randolph Caldecott ve heykeltraş Edgar Boehm. Mozaikler, mermerler ve ustaların her biri Londra’dan temin edilir. Leighton’ın ait olduğu sanat akımı estetizmin aradığı anlam ve güzellik bütünlüğünü böylelikle kendi evinde bulduğunu söylemek hata olur mu?
Leighton’ın, üst kattaki mütevazı yatak odasında vefatından yakın bir zaman sonra Kraliyet himayesindeki belediyelerden Kensington & Chelsea’ye devredilen mekân müze-ev olarak halka açılır. O günden bugüne Doğu ile Batı’nın buluştuğu birçok sanatsal etkinliğe ev sahipliği yapmakta. Süreli sergiler, müzik dinletileri, sanat workshopları, film gösterimleri ve dahası.
İngiltere’de stüdyo-ev olarak inşa edilen Leighton House Museum, Arap Holü’nün yanı sıra resim ve heykel koleksiyonu ile 19. yüzyılın en dikkat çekici mekânlarından biri olarak alternatif eserlere merakı olanların ziyaretini bekliyor.