Bedenin sesleri
İnsanın bedenini tanıması, vücudunda beliren bütün işaretleri tanımlayabilmesi önemlidir. Sürekli bedeni dinleyip gözleyerek kuruntular üretmek, “hastalık hastası” olmak değilse bile, bir işaret ortaya çıktığında onu sağlıklı bir şekilde anlamlandırabilir hale gelmek yararlı olacaktır. Öyle ki bazı teknolojik aletlerin nasıl işlediğini ve kullanılacağını bedenimizden daha iyi biliriz. Simmel büyük şehir hayatının en belirgin özelliklerinden biri olarak zihinselleşmeyi görür.
Doktor Aylin Atakır için
1990’ların atari salonlarında Street Fighter tarzı video oyunu konsollarının yanı sıra langırt, tilt, köstebek vurmaca gibi nispeten bedensel oyunlar da olurdu. Bireysel oyunlardan tilt biraz daha strateji gerektirirken, köstebek vurma oyunu ise daha bedenseldi. Köstebek oyununda karşınızda delikli bir tahta vardır. Elinizdeki tokmakla deliklerden kafasını çıkaran köstebekleri yuvalarına geri tıkmanız beklenir. Giderek hızlanan köstebekler siz vurmadan kaçarsa puan alamazsınız. Bir süre sonra dünya önümüzdeki deliklerden kafasını çıkartan köstebeklerden ibaret kalır, arka plandaki sesler kısılır, görüntüler kararır. Oyunlarda bizi cezbeden bu indirgeme, bu netliktir belki de. Oyuncunun yapması gereken şey son derece mekanik ve basittir: Önündeki delikli tahtayı gözle ve kafasını gösteren köstebekleri elindeki tokmakla çıktıkları yere geri gönder!
Uyarı lambalarını söndürmek
Hastane ortamı, doktor, hemşire, eczane ve ilaçlardan oluşan modern tıp dünyası herkeste farklı imge ve duygular uyandırır. Bana da işte bu köstebek oyununu hatırlatıyor. Sizce de köstebek hastalık belirtilerine, delikli tahta insan bedenine, tokmak kimyasal ilaçlara, oyuncu da doktora benzemiyor mu?
Doktor Günnur Başar Homeopati ile Bir Şifa Yolculuğu kitabında depresyon, ülser, tansiyon ve şeker gibi “hastalık”ların günümüzdeki yaygın tedavi biçimlerini eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutar. Depresyonda olan insanlarda serotonin hormonunun düşük seviyelerde seyrettiği gözlenmiştir. Peki bu hormon depresyon sonucunda mı azalır, yoksa azlığı mı depresyona yol açar? Depresyon sorununu serotonini artırarak çözmeye çalışmak, depresyonun sebebinin, diyelim bir yakınımızın kaybı değil, serotonin azlığı olduğu yargısına dayanır. Korku ve heyecan hastalık olarak görülmese de, bu insanlarda adrenalin seviyesinin yüksek olduğu gözlenir. Bu durumda korku ve heyecanın sebebi, peşimizdeki köpek değil artan adrenalin seviyemiz olmalıdır. Aksi halde çözümü kimyada değil, içimizde uyanan duyguların bize söylediklerini anlayıp gereğini yapmakta aramamız gerekirdi.
- Aynı şekilde ülser, midede açılan yaranın etrafında nüfusu artan spiral hücreli bakteri topluluğunun (sonucunun) sonucu sayılır ve eşzamanlı olarak antibiyotik, antiasit (midede oluşan asitleri dengeleyecek ilaç) ve mukoza koruyucu (mide duvarını koruyacak ilaç) reçete edilir.
Kandaki şeker mi yükseldi, yapılacak şey bellidir: Önce bu belirtiye bir hastalık ismi verilir, sonra da belirtiyi ortadan kaldıracak (kandaki şekeri düşürecek) bir kimyasal aranmaya girişilir. Artan kan basıncı (hipertansiyon) için de durum aynıdır. Kan basıncı mı arttı? Önümüzde fizik yasalarına göre üç yol var. Sıvının miktarını düşür (hastayı sık idrara çıkartarak kanı azalt), sıvının akışkanlığını artır (aspirin) ya da haznenin hacmini artır (damarları esnetip genişlet) (Başar, s. 16-19).
Düşünün, her gece ilaçlama arabaları geziyor, fişlere sinek kovucular takılıyor ama kimsenin aklına bataklığı kurutmak gelmiyor. Her gün tonlarca su taşıyoruz da hiçbirimiz deponun dibindeki deliği kapatmayı akıl etmiyor. Arabadaki uyarı ışıkları bize benzinin/yağın azaldığını ya da kapının/bagajın açık kaldığını söylüyor. Bizse bu uyarı lambalarını söndürüp yolumuza devam etmeye çalışıyoruz.
Bedeni itibarsızlaştırmak
İbn Tufeyl’in Hay Bin Yakzan’ı, onu besleyip büyüten ceylan annesinin ölümünü anlamaya çalışırken canın bedendeki yerini kalp olarak belirler. Ama onun içinde de kan pıhtısı ve boşluktan başka bir şey bulamayınca “gövde, gözünde bütün değerini yitirir.
Değerli olanın, bir süre gövdede bulunduktan sonra onu terk eden şey olduğunu kavrar.” Annesinin ruhunun gövdesinden ayrılışı üzerine düşündükçe “gövdeden bütün bütün iğrenir, gövdeyi kafasından silip atar.” “Gövdeden olduğu sanılan işlerle, aslında gövdenin bir ilgisi yoktur. Bütün bu işler, gövdeyi geçici bir süre için yurt edinen ve sonra onu terk eden şeyin eseridir. O şey için gövde, kendisinin hayvanlarla dövüşmek üzere edindiği sopa gibi, bir araçtan başka bir şey değildir. (...) [Cesetten çevreye yayılan koku] gövdeye olan tiksintisini daha da artırır. Hatta görmek bile istemez onu.” (Ahmet Özalp neşri, s. 98)
Hay burada bedeni, ruh onu terk ettikten sonraki halinden hareket ederek iğrençlikle itham etmektedir. Ruh bedendeyken güzel olan ve aslında beden-ruh toplamından kaynaklanan her şeyi ruha, ruh bedenden ayrılınca oluşan bütün çirkinlikleri de bedene (cesede) izafe eder. Halbuki “ruhsuz beden” hakkında hakkaniyetli bir yargıya varmak için onu, hakkında hiçbir şey bilmediği “bedensiz ruh”la karşılaştırması gerekirdi. Bu hata onu bedeni araçsallaştırıp aşağılamaya sürükler, ruhçu/idealist sapmaya düşürür. Beden karşısında annesinin “bedenli” günlerinin hatırasına yakışmayan, kadirşinaslıktan uzak, vefasız bir tavır içine girer.
Vicdanının sesini dinle, ruhunun sesini dinle gibi sözleri çok duyarız. Peki ya bedenin sesleri? İnsanın bedenini tanıması, vücudunda beliren bütün işaretleri tanımlayabilmesi önemlidir.
Sürekli bedeni dinleyip gözleyerek kuruntular üretmek, “hastalık hastası” olmak değilse bile, bir işaret ortaya çıktığında onu sağlıklı bir şekilde anlamlandırabilir hale gelmek yararlı olacaktır. Öyle ki bazı teknolojik aletlerin nasıl işlediğini ve kullanılacağını bedenimizden daha iyi biliriz. Simmel büyük şehir hayatının en belirgin özelliklerinden biri olarak zihinselleşmeyi görür. Zihinselleşme, sadece duyguların körelmesini değil, aynı zamanda bedenin olduğundan önemsiz/değersiz sayılmasını da beraberinde getirir.
Nitel belirti betimlemeleri
Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın (ö. 1780) Marifetname’sinde kainat-insan, cisim-can, beden-nefis gibi ikilikler karşısında daha bütüncül bir yaklaşım görmek mümkün. İnsanın yüz, el, ayak gibi uzuvlarındaki çizgi ve biçimleri yorumlayıp anlamlandırmaya çalışan “dış görünüş bilimleri”ne (ilm-i firaset, kıyafetname) geniş yer ayırması da nitekim “bedenin sesleri”ni ciddiye almasıyla ilişkilendirilebilir.
Neden kandaki bir kimyasalın seviyesi ile ruh halimiz arasında kurulabilecek ilişkinin araştırılması bilimsel sayılsın da, elin çizgileriyle karakter özellikleri arasında kurulabilecek ilişkinin araştırılması bilimsel kabul edilmesin? Pratik değeri ya da sayısal ispatı olmadığı için mi? Nitekim doğa bilimleri tarihinde 1872’de ortaya çıkan Ignorabimus ([beyinle bilinç, hormonlarla duygular arasındaki ilişkinin mahiyetini ilelebet] bilemeyeceğiz) tartışması, Beiser’in Hegel’den Sonra’da dikkat çektiği gibi, bu tür ilişkilerin mahiyetinin bilinmesinin zorluğuna atıf yapar. Dolayısıyla bunlardan birini araştırmaya değer, diğerini ise değmez kabul etmek, tamamen bilim dışı alanda temellenen bir tercihe dayanır. Bizim için önemli olan daha ziyade, belirtilerin nitel betimlemesine yönelik geliştirilen kelime dağarcığıdır.
Kaslardaki seğirmeleri anlamlandırmakla uğraşan bir “seğirname” (ilm-i ihtilaç) örneği olarak Müneccim Muhammed Abdüsselam’ın Seğirmek Manaları kitabını alıp insan vücudundaki uzuvların isimleri hakkında neredeyse bir anatomi kitabı kadar bilgi edinebilir. İlle de dört unsur, homeopati, modern tıp gibi farklı tıp paradigmalarından birini tercih ve kabul etmemiz ya da bir yenisini yaratmaya çalışmamız gerekmez. Ölçülebilir olana odaklanıp bunları sayısallaştırmaktansa, günlük dil ve kavramları kullanan salt betimleyici bir seviyede durmak, bedenimizin verdiği sinyalleri daha iyi okumamıza yardımcı olabilir. Bu anlamda belirti tasviri konusunda dış görünüş bilimlerinin, nitel açıdan bakıldığında, son derece zengin ve besleyici oldukları görülür. Örneğin “seğirname”lerde sadece sağ ve sol kulaktaki seğirmeler değil kulağın meme, arka, kepçe ve deliğindeki seğirmeler ayrı ayrı anlamlandırılır.
Doktor bedenin nicel seslerine, homeopat ise bedenin nitel seslerine odaklanır. Ateş karşısında doktor dereceye atılırken, homeopat farklı ateş tiplerine bakar: sabaha karşı terleten, büyük tuvaletten sonra başlayan, mide bulantılı kusmalı, gece yarısı üşüme titremeli, kimsenin olmadığı karanlık bir yerde sakin yatmanın iyi geldiği ateş... (Başar, s. 50) Homeopat günlük rutine dair sorular sorar: Soğuk su içmeyi sever misin? Canın ne zaman hangi gıdayı/tadı çeker? Üstün/ayağın açık mı yatarsın? Başının neresi (sağ, sol, alın, ense kökü...), günün hangi saatlerinde, hangi şekilde (zonklama, saplanma...) ağrır? Ağrı hangi yönde yayılıyor? Üşür müsün, açık ortamları mı seversin, nasıl uykuya dalarsın/uyursun/uyanırsın? İnsan bu sorular karşısında günlük dilin belirti tarifinde ne kadar işe yarayabileceğini ve kendini ne kadar az tanıdığını/gözlediğini fark eder.
Hastalık – belirti sınırı
Uyarı ışığı (belirti, gösterge) yanmaya başladı, demek ki benzin azaldı (sorun, sorunun kaynağı, arıza, hastalık), ilk fırsatta benzin almalıyım (çözüm, tamir, tedavi)! Maalesef göstergeyi yorumlayıp ne ifade ettiğini tespit ederek sorunu gidermek insan söz konusu olduğunda bu kadar kolay değil. Hastalık ile belirti arasındaki ayrım çizgisi nerede duruyor? Latince olan hastalık, Türkçe olan belirti midir? Belirti ile hastalık arasındaki ilişki, sabit iki şeyin ilişkisi olarak mı, yoksa en dipteki kaynağın hiçbir zaman bulunamayacağı, odağımıza göre değişen, dinamik, bağlamsal, göreli bir skala içindeki ilişkisel konumlar olarak mı tarif edilmeli?
Mevcut hastalık tipolojileri, bu konuda bize bir başlangıç noktası sağlayabilir. Örneğin Dethlefsen ve Dahlke Hastalık İyileşmeye Giden Yoldur’da hastalıkları ruhsal/bilince ilişkin (psikolojik), bedensel (somatik) ve hem ruhsal/bilince ilişkin hem bedensel (psiko-somatik) şeklinde üçe ayırmayı eleştirir ve belirtileri ister bedensel (mide bulantısı), ister ruhsal/bilince ilişkin (depresyon), isterse iki alanda birden tezahür etsin, bütün hastalıkların psiko-somatik olduğunu savunuyor. Aslında bedenselle ruhsal/bilince ilişkin olan arasında; ya o ya bu değil, hem o hem bu; zıtlık değil, birlik; dışlama değil, içerme/barındırma ilişkisi kurmayı gerekli görüyor; mikrodaki makroya (parçadaki bütüne) ve makrodaki mikro (bütündeki parçaya) odaklanmayı salık veriyorlar. Yine de, belki bir ifratla mücadele ederken tefrite düşerek, sonuçta bedensel belirtilerin sebepleri aranırken sadece bedene bakılmasını reddediyor ve bütün bedensel belirtilerin ruhsal/bilince ilişkin sorunlardan kaynaklandığını, “bilincin maddeye düşen gölgeleri” olduğunu iddia ediyorlar (s. 14).
- Yazarlar, hastalık belirtilerine insana kendi üzerine düşünmek ve bir şeyleri düzeltmek için yapılmış davet olarak bakıyor. Ama insan yansımalara takılıp sorunun kaynağına yönelmezse, davetler giderek sıklaşır ve şiddetlenir. Başta (1) akla üşüşen düşünceler, sık sık uyanan duygular, hayal ve istekler şeklindeyken (ruhsal baskı), (2) işlevsel rahatsızlıklar ortaya çıkar. Bu davetler de dikkate alınmazsa (3) iltihaplar, yaralanmalar, küçük kazalar gibi çabuk iyileşen akut bedensel rahatsızlıklar ortaya çıkar. Bunu ise (4) kronik hastalıklar ve (5) geri dönüşsüz organ kayıpları izler (s. 95-96).
Vithoulkas’ın Homeopatinin Temel İlkeleri’nde yaptığı fiziksel, duygusal ve zihinsel şeklindeki üçlü gruplamada fiziksel sağlık acısız, ağrısız olma ve kendini iyi hissetme; duygusal sağlık aşırı tutkuların ve kıskançlık gibi yoğun duyguların esiri olmadan, huzurlu ve dingin olmaktır. Zihinsel sağlık ise bencillik, çıkarcılık, maddiyatçılık, kendini beğenme ve gurur gibi “her türlü ben odaklı düşünceden uzak, berrak düşünerek gerçeği olduğu gibi algılayabilmektir” (s. 42-44).
Belirtilerin, insanın savunma mekanizmasının, kendini ifade etmek, içinde bulunduğu durumu anlatmak için kullandığı araçlar, sinyaller olarak görüldüğü homeopatide de (s. 25) kimyasal yollarla bastırılan belirtilerin daha derine inmesi, hastalığın kendisini daha gürültülü sinyallerle dışa vurması söz konusudur. Bu belirtiler hiyerarşisine göre, sesi duyulmayıp bastırılan belirtiler giderek yoğunlaşıp sertleşir: Dıştan (ciltten) içe, mukozadan yaşamsal önem taşıyan organ veya sistemlere, çevreden merkeze, fizikselde duygusala ve oradan da zihinsele, bedenden psişeye yol alır. Örneğin ciltteki rahatsızlıkta kortizon kullanılır veya nezle bastırılırsa astım, o da bastırılırsa kalp hastalığı, sonra da fobi veya kaygı ortaya çıkabilir (s. 46-47).
Sağlıklı yaşam fetişizmi
En az kalp, zihin ya da vicdanımızın sesleri kadar bedenimizin seslerine de kulak kabarttığımızda, bu işaretlerden hangisine güvenebileceğimizi ayırt etmemiz gerekir. Rüyalar için yapılan “güvenilir rüya” (rüyayı sadıka)-“yalancı rüya” (kazib rüya) veya “karmakarışık kabuslar/hayaller” (adgasü ahlam) ayrımını bedenin seslerine de uyarlamalıyız: Örneğin susamamız, güdüsel/hormonal bir şekilde bir kedinin şifalı otlara, bir keçinin tuz içeren kayalara yönelmesi ilh. “güvenilir belirti” sayılabilir. Gazap/öfke ve şehvetin sesleri bile bir ölçüde güvenilir sesler sayılabilir. Ta ki kişi, Peygamberimizin belirttiği gibi “öfke anında kendine hakim olabilsin”. Güvenilir-yalancı/karmakarışık ses ayrımını hiç yapmamanın sonu herhalde aşırı güdüsellik ya da hazcılık gibi bir şey olacaktır. Canımız bir şey çektiğinde onu hangi canımızın çektiğini ayırt edebiliriz.
“Bugünlerde iyi insan olmak; bedenin günahkar arzularına gem vurmak, nefsi köreltmek, vicdanın sesine kulak vermek ve sürekli dua edip bu fani dünyayı terk etmeye hazırlanmak anlamına gelmiyor. Sağlıklı ve mutlu yaşamak anlamına geliyor. Keyif almadan tek bir gün geçirenin vay haline!” Cederström ve Spicer Sağlık Hastalığı kitabını bu epigrafla açıyor (Juvin’den, s. 9). Kitapta adım sayma, kalori hesaplama, diyet koçu, pozitif psikoloji, sigara düşmanlığı, alkol ve uyuşturucudan uzaklaşma ve benzerinin daha sağlıklı, mutlu ve üretken bir hayattan çok narsisizm, suçluluk duygusu ve kaygı bozukluğuyla, ayrıca sağlık pazarıyla/endüstrisiyle ilişkili olabileceği uyarısı yapılıyor. Değil mi ki dünyada sonsuza kadar yaşamak ve hiç hasta olmamak makbul ve övünülecek bir şey sayılmazsa, hayatımızdaki en önemli şeyin “sağlıklı yaşam” olduğu da söylenemez.
Hastalığın hikmeti ya da hastalıkla barışmak
İnsanın hastalığı yaşamaya ihtiyacı var. Oyun ya da vecd/istiğrak hali gibi... Zayıf hissetmek insana aczini hatırlatır. İnsan plan yaparken kader kıs kıs gülermiş. Tam önemli bir işe girişecekken hastalık gelir ve hayata ara verir. Böylece ay ve güneş gibi, hayatı epizotlara böler, hastalığın verdiği perde aralarında insan filmin ilk yarısına da ikinci yarısına da bakabilir. Yüksek ateşin sebep olduğu karmakarışık kabuslar/hayaller bile o anda açığa çıkan kaygılarımızla karşılaşabileceğimiz, onları tanıyabileceğimiz bir an vazifesi görür. Bastırma mekanizmalarımız zayıfladığında açığa ilk neler çıkıyor, bunu gözlemleyebileceğimiz bir zaman. Ayrıca “hastalığın sebep olduğu kendi derdine düşme ve içine kapanma dönemi” insanın, çevresinin, ilişkilerinin ve toplumun önemini kavramasına ve hastalık sonrasında onlarla daha uyumlu bir ilişki kurmasına yardımcı olur (Vithoulkas, s. 14).
Nasıl mikroorganizmalar sırf yabancılar ya da bizden farklılar diye ilelebet düşmanımız olarak kalmıyorsa hastalık da düşmanımız olmaktan çok, insan hayatının barışmamız gereken bir gerçeği, dönemi. Tıpkı bebeklik, ergenlik ya yaşlılık gibi. Hastalık hayatımızdan silmemiz gereken bir zaman dilimi değil. Allah’ın bize takdir ettiği bütün acılar gibi hastalıkların da bir anlamı var. Belirtilerini bastırıp yolumuza devam etmek, yolu tecrübe etmekten vazgeçip otobandan bir an önce gidilecek yere gitmeye benziyor. “Acele giden ecele gider”de bir bağlaç gizli: Acele giden de ecele gider. Hz. Ali’nin dediği gibi, ecelim beni korur. Acele de etsen gideceğin yer eceldir, ne öne alabilir, ne de erteleyebilirsin. Ecelimizin bizi orada beklemesi bize süresi tayin edilmiş dünya hayatımıza sığacak tecrübeleri acelesiz bir şekilde yaşamamızı söyler.
Sid Nursi Hastalar Risalesi’nde (25. Lema) hastalığın uyarı, hatırlatma, ilahi hediye, günahların bağışlanmasına ve imanın gelişmesine vesile olma gibi boyutlarına/faydalarına dikkat çeker. Hastalığı kemale/bütünlüğe (iyileşmeye) giden yoldaki işaretler olarak gören Dethlefson ve Dahkle’ye göre de hastalık belirtileri insanı dürüstleştiren uyarı ve hatırlatmalardır. (s. 102-104).
Hastalık sadece manevi gelişmeye katkı sağlamaz, maddi gelişme için de önemlidir. Örneğin “yüksek ateş, vücudun bakteri, virüs, mantar gibi hastalığı oluşturan elemanlarla savaşabilmesi için” uygun ortamı yaratması anlamına gelir ve kesinlikle organizma için tehlikeli seviyeye ulaşmadığı sürece düşürülmemelidir (Vithoulkas, 25). Çocuk doktoru Kadir Tuğcu da “Ateş ve Tedavisi” başlıklı yazısında ateş için “vücudun, bünyesine giren mikroorganizma veya toksik maddelere karşı gösterdiği tepki” der: “36’dan yüksek [sıcaklıklarda] mikropların yaşamları zorlaşır, dokuların metabolizması artar, bağışıklık sistemleri aktive olur.” Ateşi yükseltmek, vücudu dış uyaranlarla mücadelede avantajlı hale getirir, savaş şartlarını vücudun lehine çevirir (Hacettepe Üniversitesi Toplum Hekimliği Bülteni, Nisan 2002, Cilt 21, Sayı: 2). Vücuda giren zararlı besin erken fark edilirse kusar, geç fark edilirse ishal ile atarız (Başar, s. 51-52). Aynı şekilde vücut mikroorganizmalarla mücadelesinde bedenin hareketsizliğine ihtiyaç duyuyorsa halsiz hissederiz, sindirime harcanacak enerjiye hastalıkla mücadelede ihtiyaç duyuyorsa iştahımız kesilir ilh.
Vücudun kendi işleyişine dair bu sonuçların birtakım kimyasallarla baskılanmaya çalışılması, filin zücaciye dükkanına girişini andırır. Vücut yakın gelecekte tanıyıp ehlileştireceği ölçüsüz bir yabancıyla tam mücadele ederken ortaya bir atom bombası düşer. Toz duman kalkınca anlaşılır ki sadece yabancılar değil, vücudun onlarla savaşmayı öğrenmiş askerleri de yok olmuştur. Aynı yabancı bir daha gelirse her şey yeniden başlayacaktır. Vücudun kendi çalışma mantığı kavranıp vücuda yardım etmek yerine, kaba kuvvetle körlemesine saldırılıp ortalık darmaduman edilmiştir. Tıpkı Miyazaki’nin Rüzgarlı Vadi’sine (1984) gelen yabancıların, dev tespih böceklerine istediklerini yaptırabileceklerini düşünmeleri gibi...
Çözüm: rutini değiştirmek
Cesaret en zor tedavilere gözünü kırpmadan atılmakla, en acı ilaçları içmekle, en ağır ameliyatlara girmekle değil; hayatımızı ve günlük rutinimizi değiştirme iradesi gösterebilmemizle ölçülür. Hipokrat’ın “yedikleriniz ilaçlarınız, ilaçlarınız yedikleriniz olsun” sözü, hayatımızın sıradan akışı ile özel tedavi anları arasında ayrım yapmayı reddeder. Tedavinin günlük rutine gömülmesini, bir başka deyişle günlük rutinin iyileştirici bir şekilde organize edilmesini salık verir. “Sağlıklı yaşam”a zaman/bütçe ayırmaya karşı, günlük yaşamımızı sağlıklı hale getirmeyi; sağlıksız hayatımızı özel sağlık ritüelleriyle yamamaya çalışmak yerine, sağlıklı bir düzen kurmayı öğütler.
Basitçe, çörek otu yağı içmek yerine aynı yağı salatalara koyabilir ya da tane olarak böreğin üzerine serpebiliriz. Şu veya bu hastalık vesilesiyle tanıştığımız yeni baharat ve bitkilere günlük gıdalarımız içinde yer açabiliriz. Her yere arabayla gidip sonra yürüyüşe çıkmak yerine, günlük işlerimiz arasında yürümeye en uygun olan güzergâhları yürüyebiliriz.
Konuya beden, zihin, ruh, ahlak bütünlüğü içinden baktığımızda; sadece yeme, içme, uyuma, oturma, kalkma, yürüme, nefes alma gibi bedensel rutinlerimizi değil; duygusal, ruhsal, hatta ahlaki durumumuzu da gözden geçirmemiz gerektiğini anlarız. Fakat böyle bir hedefi başarsak bile bu, hastalanmayacağımızın garantisi değildir. Belki kronik hastalıklarımız üzerine tek tek düşünüp, bize verdiği büyük mesajı çözmeye, onu iyileştirmeye çalışabiliriz. Akut hastalıkların daha küçük mesajlarının gereğini yapabiliriz. Bizi geliştirecek irili ufaklı hastalıklar, ille de büyük bir aksaklık ya da ahlaki zaafın sonucu olarak değil, ipince bir hatamızı düzeltmeye dönük çağrılar, hatta bir imtihan ya da günahlarımızın bağışlanmasına birer vesile olarak da, peşimizi ölünceye kadar bırakmayacaktır.