Ayrılma zamanını bilmek gerek
Twitter, on bir yıl öncesine kadar uzak durduğum bir platformdu. Bir eksikliğini hissetmiyordum sosyal medyadan bihaberliğimin. Gelgelelim aklıselimlerine güvendiğim arkadaşlarım, “Twitter’da olmalısın, yazılarını paylaşır, başka türlü fark edemeyeceğin linklere ulaşırsın” şeklinde tavsiyede bulunuyordu. Etrafımda Twitter kullanıcısı çok kişi vardı, bazen yazılarım veya kitaplarım üzerine yapılmış yorumları iletirlerdi. Kısa bir süreliğine de olsa deneyebileceğim sosyal medya türü, söz ağırlıklı Twitter olabilirdi. Çeşitli endişeler içinde hep erteledim ilk adımı, sonunda gözümü karartıp girdim.
26 Ocak tarihinde yazdığım ilk tweet’lerden bazıları acemiliğin heyecanını yansıtıyor: “Twitter’da olmalısın, diyen dostlar haklı çıkacak mı, bilmiyorum. İki kızım da olumsuz görüş belirttiler, anne, sen yapamazsın, dediler. Çünkü heyecana kapılıp bir söz yazar, sonra da pişmanlık duyarım. Şerif (Eskin) aksine ikna etti beni. Bu da bir süreçte oldu. İşte, dört yıldır çalıştığım romanım benden çıktı, Asım Öz’ün ellerinde.
Kaldı ki her şeyden önce bir filtre meselesi vardı. Şimdi İran’dan yazıyorum, Ayşen Baylak bilir, Twitter yasak. Birileri filtre kırmayı başarıyor. Bunu hiç denememiştim doğrusu. Yine yazmak üzere hayırlı akşamlar diliyorum.”
İşte böyle hevesli bir dille yazmışım on bir yıl önce, büyük çoğunluğuyla hiç yüz yüze gelmediğim insanlara.
İlk yıl İran’daydım ve orada Twitter sansürü vardı. İşi çok ciddiye almıştım. Ara ara aklıma gelen tweetleri, sırayla paylaşırım diye bir deftere kaydederdim.
Twitter sansürünü kıracak programlar vardı, kızlarım gösterirlerdi, ama her zaman işe yaramıyordu bunlar. Öyle ki bazen Japonya’da tahsil gören kızıma gönderirdim paylaşacağım tweetleri bazen de Erzurum’daki aziz kardeşim merhum Vedat Aydın’a; onlar sayfama girip tweetleri paylaşırlardı. Geriye dönüp baktığım zaman şaşırtıyor beni bu çabam: Atmayıverirdim o tweetleri, ama yeniydim ya, sanıyordum ki bir şekilde karışmalıyım konulara, soruları da geciktirmeden cevaplandırmalıyım. Tabii sansürün de bir etkisi var. İnsan çocuk yerine konulduğunu hissettiren bir yasağı kabullenemiyor.
Şurası muhakkak ki sosyal medya, artık eskisi kadar faal olmayan kamusallığın bıraktığı boşluğa karşılık geliyordu. Faili meçhullerin bir hayli artış gösterdiği 90’lar ve 2000’ler, acil bir şekilde barışa duyulan ihtiyacın da etkisiyle, Habermas’ın öne sürdüğü müzakereci kamusallık fikri esasında yapılan toplantılarla geçmişti. Böylelikle, kesimler arasına sınırlar çeken cumhuriyetçi kabullerin dışında bir çözüme erişeceğimizi umuyorduk, buna ihtiyacımız vardı. Ortak amaçlar doğrultusunda salonlarda konuşur, meydanlarda toplanır, caddelerde yürürdük. Boşuna mı yazmış, konuşmuşuz, boşuna mı yürümüşüz… İnsan umutsuz yaşayamaz, konuşmak da konuşmamaktan iyidir, yürümek zaten nasıl kötü olabilir ki…
Gerek Habermas gerekse (daha tartışmaya açık bir şekilde) Rawls’ın müzakereci demokrasi fikrinde problemli gördüğü hususları şöyle özetliyor Chantal Mouffe: “Onlara göre demokratik siyaset, tutkuların kamusal alandan kaldırılmasıyla gerçekleştirilebilir ve tabii ki bu da siyasi kimliklerin inşa sürecini neden anlayamadıkları sorusuna çok açık bir cevap veriyor. (…) Duygulanım ve tutkuların siyasette sahip oldukları elzem yer bir kere kabul edildikten sonra asıl sorun, bunları demokratik tasarımlar için nasıl harekete geçirebileceğimiz sorusuna dönüşüyor” (Dünyayı Politik Düşünmek, s. 74-75).
Mouffe Demokratik Paradoks’ta da Wittgenstein’ın, konsensüsün doğasına işaret ettiği gibi sınırlarını da ortaya koyan şu cümlelerine yer veriyor: “İki ilkenin gerçekte buluştuğu yer, bir diğeriyle uzlaştırılamayacağı noktadır, o hâlde her kişi, diğerinin ahmak ve sapkın olduğunu ilan eder. Diğeriyle ‘çarpışacağımı’ söyledim, -ona nedenlerini söylemeyecek miydim? Elbette; ama onlar ne kadar ileriye gidebilir? Nedenlerin sonunda ikna gelir.”
Demokratik tasarımlar için somut hayatta, siyasette ve kamuda bir türlü harekete geçirilemeyen veya geçirilmemesi yeğlenen çözümlerin arayışını mümkün kılan bir tutkunun yerindeki boşluktur ki sosyal medya; özellikle de Twitter, vicdan sorgulamasından adalet arayışına bir dizi eylemin zeminine dönüşebildi. Bir bakıma demokratik tahayyüllere karşılık gelen yönü elbette cazibesini artırıyordu platformun: Herkes sözünü söyleyebilir orada; çobanın bir sözü veya bir nüktesi filozofunkine yeğlenebilir, öne çıkarılma alanı bulamamış yetenekler somut hayattaki ajansların kaprislerine katlanmadan kendilerini gösterebilirler.
Adalet arayışı konusunda başarıları da var Twitter’ın . Gelgelelim, somut kamusal alanda olduğu gibi orada da geniş kitleler ancak görmek istediğinin peşinde.
Fenomen olmak çoğu zaman hep daha üst düzeyde kışkırtıcı, ötekileştirici bir dil kullanmayı gerektiriyor üstelik. Haddizatında Twitter da diğer sosyal medya platformları gibi kurguyla gerçeğin birbirine kolayca karışabileceği bir platform. Elon Musk’ın müdahalelerinin yapısını nasıl biçimlendireceği ise henüz belirsiz. Bunların yanı sıra şu da bir gerçek ki ticari kaygıları olmaksızın sosyal medyada bulunan insanların çoğunda bir yorgunluk hasıl olduğu söylenebilir. Böyle bir yorgunluk elbette başka türlü platformların arayışının da sinyallerini veriyor.
Sosyal medya, adalet adına gerçekliği ortaya koyma konusunda yardımcı olmuyor değil, hâlâ da olabilir. Birçok cinayet dava konusu bile yapılmadan intihar süsüyle kapatılabiliyor, katiller yeteri kadar güç sahibiyse tabii. Şule Çet cinayetinde ulaşılan adalet, sadece bir örnek. Sosyal medyanın bu davada üstlendiği olumlu rol anlamlıydı. Meşkuk olayları güç sahiplerinin bir şekilde örtbasına izin vermeyecek şekilde gündemde tutabiliyor sosyal medya, ama o da bir yere kadar.
Ardımızda zor bir on yıl bıraktık ve bu süre içinde meydana gelen her olayla biraz daha pekişti toplumumuzdaki kamplaşma. Her türlü platformda sahte isimlerle faaliyet gösteren tarafgirlerin bunda payı büyük. İftira, tehdit, kara çalma… Dostoyevski’nin Ecinniler’inde, giriş sayfalarında tasvir edilen küçük şehir entrikalarını hatırlatıyor, değerleri olan insanların duyarlıklarını manipüleye yönelik trol hücumları.
Uludere, Gezi, Berkin Elvan, Soma, 15 Temmuz, İstanbul Sözleşmesi… Siyasal karşıtlığı güçlendirip de toplumsal yarılmayı derinleştirecek türde her acı, her sarsıcı olayla biraz daha tükeniyordu sözün ve yorumun itibarı. Benim yanımda değilsen, ille de oradasın, diye bakar olmuştu yakın tarihlere kadar birlikte toplantılar düzenleyen, yürüyüşlere katılan insanlar. Haksızlık etmeme gayretiyle barış için konuşma sorumluluğundan başka sahici bir yerimiz, adresimiz olabilir mi oysa?
Sosyal medya, sizin iç dünyanızda değil yalnızca gündelik hayatınızda da neler yaşadığınızla ilgilenmez. Oysa evet, binlerce kez yazıldı aynı mecrada, faşizm konuşturma baskısıdır da… “Siz benim neden sustuğumu nereden bileceksiniz, siz benim kime küstüğümü nereden bileceksiniz…” diye soruyordu ya Ahmet Kaya.
“Sizin hiç vicdanınız yok mu?” sorusunun tarafı yok, ancak sorunun sahibi her zaman vicdanın sahihliğini belirleme hakkına sahip görünür. “Kanaat Önderi” (ne demekse) olarak öne çıkarılan isimlerden bazıları tarafından engellenmek suretiyle karşı kutba yerleştirildiğim oldu bu on bir yıl içinde. Suriye Savaşı sırasında linçlere maruz kaldım, savaşın mantığını sorgulayan bir grup yazarla birlikte. Herhangi bir diktatöre en küçük bir sevgi beslemem söz konusu olamaz, ancak, savaş konusunda çekincelerim olduğu ve bunları da yıllarca kaleme aldığım için “Esetçi” olmakla suçlandım. İsimleri belli veya belirsiz grup ve şahıslar kamuya açık programlara çıkmamı bile engelledi sosyal medya üzerinden kurdukları baskıyla. Kitaplarımın okunmaması yönünde kampanyalar düzenlediler. Kurumlara verdikleri ödülleri geri almaları için tweetler yazdılar. Geçip giden anlık zamana en uygun cümleyi yetiştirme telaşı, bazen eksik anlatımla sonuçlanıyor bazen fazla. Hassas olduğum hususlarda, anlık bilgilerin etkisi altında ve güvendiğim insanların yorumlarına dayanarak, aslında yansız bir araştırma talep eden birkaç konuda, sonradan keşke yazmasaydım diye düşündüğüm tweetler yazdım, bunları da çok geçmeden özür dileyerek sildim. Haklılığı o an çok açık görünen bir tweet, atıldığı dar zamanın ötesinde bir incelemeyi gerektirdiği için bir yanıyla haksız olabilir. Oysa gerçekliği çeşitli yönleriyle didik didik etme ihtiyacıyla da öykü veya roman yazmaya yöneliyorsunuz. İnsan kendi kendine karşı bile karmaşık bir varlık, edebiyat bu karmaşayı çözümlemeye uygun bir dil yakalamanın da sahası. Twitter ise hassasiyetlerinize göre dolduruşa gelmeye açık bir yer, çünkü orada hızla, kabarırken yorumu da önüne katarak sürükleyen bir akış var. Ertesi gün ne yazarsanız yazın, sanki soluk bir yansı olacak. Facialar, katliamlar, yurtsuzlaşma, işçi cinayetleri, kadın cinayetleri, ırkçılık... Öyle ya Ecinniler; kendi çıkarları dışında geriye kalan her şeyi harcamaya hazır ve itibar suikastlarını olağanlaştıran entrika makinesi. “Ayyaşlığı, iftiraları, ispiyonculuğu salıvereceğiz insanların üstüne” diyor ya Peter Verhovenski…Tarihin hiçbir döneminde herhangi bir meydan veya salon bunca farklı sözü barındıran, maskeler takınmayı gerektirecek kadar zehirli bir dille kin ve nefretin dolaşıma girdiği, yanı sıra da zaman zaman iyiliğe inancı güçlendiren, duygudaşlığı arttıran bir yer olmadı.
Aynı fikirde olunmasa da yalansız dolansız sözle sürdürülen konuşmalar, yapılan paylaşımlar, önyargıların kırılmasına hizmet edebilirdi Twitter’da, bu düşüncemi büyük ölçüde koruyorum. Bir sürü acı yaşandı yaşanıyor, telafisi zor acılar bunlar. Yine de en sade bir şekilde mecbur olduğumuz şey barışı hedefleyen bir gündemle yol almak. Bu topraklarda birlikte yaşamaktayız, gerçekten konuşmadan, doğru dürüst iletişim kurmadan bunu nasıl yapabiliriz?
Üzücü olaylarla sarsılmadığımız bir gün yok, ama yüreğimizi kanatan acının ömrüne bazen 24 saat bile tanımıyor sosyal medya gündemi. Hayatımın altıda birini Twitter katılımcısı olarak geçirdim. Buna değdiğine de inanıyor, bu tecrübeyi önemsiyorum. Her şeye rağmen kuru gürültüye kapılmayan veya hakikate götürecek sözü kaba genellemeler ve tasniflere feda etmeyen insanlar tanıdım.
“Gerçek ilişkiler istiyorum” diye bağırmıştı bir öykümün kahramanı belki on beş-yirmi yıl önce. Sosyal medyada yoksak diğer bütün ilişki biçimlerinde ihtiyaç duyduğumuz gelişmeyi sürdüremeyeceğimizi öne sürmek kadar, sosyal medyanın bakışlarımızı başka türlü varlık hâlleri konusunda kör etmese bile yamulttuğunu söylemek de abartılı geliyor bana. Bununla birlikte sosyal medya dışındaki varlık hâllerine daha fazla zaman ayırmam gerektiğini düşündürdü bana karantina yılları. Beni çarpan veya bana çarpan bir konuda derinleşebilmek için başka bir bağlama yönelmem gerektiğini söylüyor tecrübelerim. Bir tweet yazmaya çalışırken öykü cümlelerimi hatta öykülerimi yitirdiğimi fark ettiğim çok oldu. Son bir yıl içinde hiç öykü yazmadım, oysa harıl harıl roman çalışırken bile kenarda tezgâhta ilerlemekte olan bir öykü bulunmasına ihtiyaç duyardım.
Hayatımın masa başında en fazla kaldığım dönemiydi salgın yılları. Çoğu insan gibi ben de alıştığım birçok ortam ve mekândan ayağımı kestim, birçok programı Zoom kanalıyla yapmak da kolayıma geldi. Sosyal medya, bir görüşüp konuşma sanısı oluşturuyor insanda, oysa yüz yüze konuşmaların yerini de hiçbir şey tutmuyor.
Üzülüyorum, özleyeceğimi de biliyorum. Üzmüş olmam da mümkün, kendime hak tanıdığım sınırlı süre içinde farkına varamayacağım ne çok mühim, haklı söz yüzünden… Hataları gösteren ve telafisini mümkün kılan, asıl yapılması gerekeni gösterecek başka bir yer var, olmalı, kendim için bunu söyleyebilirim. Oturmuş gibi görünen netameli düzenimde bir boşluk açmanın zamanı geldi, o boşluk sanırım bana bir yön kazandırabilir. Yazmayı tasarladığım kitaplar var, oysa eskisine göre daha güçsüzüm, çalışma saatlerini gece yarısına uzatamaz oldum.
Twitter ahalisi içinde kendimi anlamlı hissedeceğim bir faaliyet göstermem giderek zorlaşacak. Hiçbir yerde sonsuzca kalamayız, ayrılma zamanını kaçırmamak gerek.