Aslında bir şehir
Kitaplarımız, dostumuz, demli ve berrak çayımız ve işte bir akarsu yatağı. Kapılar ve pencereler açılır, odalar titizlikle temizlenir, analar kızlarını ve oğullarını eve vakitlice gelsinler diye tembihler ve hayat ne olursa olsun devam eder.
İkindi vaktinin ardından gölgeler birbirine karışırken, suyun karşısındayız. Anneler kızlarının kirpikleri kadar gür, bellerine kadar uzanan saçlarını örerken ve dağlar ufkumuzda sivrilirken yer yer, önümüzde akmaya devam eden Munzur Çayı var. Aslında bir şehrin öyküsü bu, Munzur bu şehrin ta kendisidir. Efsane, mit ve kutsamalar adımlarımız boyunca karşımıza çıkar. Munzur Baba, Düzgün Baba, Çoban Baba ve Huri Ana efsanelerini takip ederiz. Ermişler etrafımızda gezinir fakat fark edildiklerinde utanır ve dağlara doğru izlerini bırakır kaçarlar.
Şu an hayat bir vadi yürüyüşü kadar yavaşken ve evlerin pencereleri açılıp kapanırken, tam arkamdaki yüksek dağın ardında kaybolmaya yüz tutmuş güneşin ışıkları, bana türlü oyunlar ediyor. Kedi ve köpek yavruları doymuşken, ağaç gölgelerinde sohbet eden insanların varlığına hiç aldırmadan oyunlar oynuyorlar. Su akıyor, bazen taşıyor, kıvrılıyor, biz dönüp dolaşıp kıyısında ona bakıyoruz. Su hayat, su medeniyet ve nihayetinde etrafında kurulan şehirler için nice büyük fazilet. Üzerine metal ya da asma köprüler kurulmuşken ve nesil değişirken, hayatın gelişinde haber programları daimi tatsızken, Munzur güneş ışığında çılgın yeşil, geceleri siyah bir serap hâlinde akıyor. Burada modern dünyanın çok fazla ulaşamadığı bir tabiat anlayışı var. İnsanlar tabiatın kendilerine hâkim olmasından çok da muzdarip değiller. “Doğadan alıyoruz, doğaya veriyoruz” ifadesinin karşılığını sağanak yağmurun altında şemsiyesiz dolaşan kasaba çocuklarını izlerken müşahede ediyorum örneğin.
- Sabahları memurlar sıcak yataklarını terk edip devlet dairelerinin yolunu tutuyor. Yolların kıvrımları çoğunlukla kahvaltısına üşenmişlerin midesini ağzına getirirken; Munzur, hayatın gailesine ters ve sanki reel hayatın bütün katı hâllerini içine alıp yutacak yumuşak bir ayna gibi bizi yol ile birlikte takip ediyor. Dağlar suya ket vurmuş zannederken, bakmışsın ki el ele verip bir bütün olmuşlar. Radyoda Zazaca bir türkü ve belki Kirmanice. Başlangıçta tınısını epey yadırgadığım bu şarkılara haftalar geçtikçe alışıyorum ve göz alabildiğince uzanan bozkırın, seyrek aralıklarla karşımıza çıkan mahallelerin, köylerin ayrılmaz bir parçası oluyorlar. Su ve susuzluk, nasıl da coğrafyanın, insanın kaderi oluyor gözümüzün önünde. Su büyük anaların alnına ve bileklerine yapılmış bir dövme oluyor bazen. İnsan alnının çatısından ve göğsünden vurulsa da yaşamaya devam edebiliyor.
Biz yine şehre dönüyoruz akşam olmaya yüz tutunca. Bir kedi tatlı tatlı patisini yalarken, uzaktan bakıyor kendi cinsi için hırçın manzaralar sergileyen suya. Belki yaklaşamaması gerektiğini atalarından öğrenmiştir o da. Sonra bir martı ortadaki bir adacığa doğru süzülüp fotoğrafçıların iştahını kabartıyor. Buranın martıları İstanbul martıları gibi rekabetçi ve çığırtkan değiller nedense. Metropoller bazı kuşların da mı ahlakını bozuyor nedir? Bütün bunlar olurken Nazım Hikmet gibi “su başında durmuşuz”, çay içeriz, sohbet ederiz ve zaman uzayıp gider.
“Su akar yolunu bulur” derler ya hani. Dağların arasından, yolların kenarından, bin bir zahmet ve zorluğun içinden, yaz sıcağından, kış soğuğundan, bahar serinliği ve cıvıldaşmalarından geçip aktığı doğrudur. Şahit olmadım ama biliyorum, Munzur da akıp yolunu bulur… Ağaç gölgesi, kuş sesi, insan adımlarını aramadan akar ama belki bütün bunlara yol gösterir olur. İnsanoğlu kendinde ne kadar güç görse de, yalnız “Rabbim isterse sular büklüm büklüm burulur”. Taş, su ve biraz asilik birlikte, işte Munzur büklüm büklüm bir sudur önümüzde.
- Munzur bir şehirdir ve halkı tarafından kutsanmış bir şehirdir aslında. Burada küslük olmaz, kan davası güdülmez ve kimsenin kimseye yan gözle bakmasına müsaade edilmez. Kendisi kadar taşı, kenarındaki ağacı, sureti yansıyan dağları da kutsaldır. Üzerine edilen yeminler bozulmaz, başında toplanıp ahdedenler bir daha kopmaz. Bunun sebebi Munzur efsanesinde saklıdır. Nakledilenlerden birini de biz aktaralım. Bir zamanlar Munzur gözelerinin olduğu yerde bir Hak dostunun sürüsünü güden Munzur adında bir çoban varmış. Tabiatın ve hayvanların dilini bilirmiş de kimsenin haberi yokmuş. Bir gün iki kurt gelip Munzur’dan bir koyun istemişler. Emanete hıyanet edilir mi hiç! Ama kurtlar istediklerini almadan gitmezmiş. “Sürünün sahibine sormam gerek ama siz de kurtsunuz, size nasıl bırakıp giderim” deyince kurtlar üç şey üzerine yemin vermişler.
Birinci, henüz evlenmemiş, muradını bekleyen genç kız üzerine; ikincisi, ekmek pişirip de onu paylaşmak istemeyenin günahı üzerine; üçüncüsü, eski ve yeni çalı süpürgeyi bir arada tutanın günahı üzerine. Çoban ikna olup sürünün sahibinden izin almaya gitmiş ve döndüğünde sürüyü sapasağlam yerinde bulmuş. “Buyurun istediğinizi seçin” demiş ve kurtlar seçe seçe gariban çobanın tek hamile koyununu seçmişler. İstemeden de olsa vermiş. Kurtlar bir süre sonra iki erkek yavruyla geri dönmüşler. Yavrulardan biri beyaz biri de kahverengi imiş. Kurtlar Munzur’un koyununu ona geri vermişler.
Sürünün sahibi Hak dostu eren, çobanının yanına geldiğinde sürünün yarısının kahve rengi yarısının da beyaz olduğunu gördüğünde, gariban çobanının kerameti olduğunu anlamış ve onun ellerini öpmeye başlamış. Çoban utanıp mahcup olmuş ve elindeki süt dolu bakraçla uzaklaşmaya başlamış. Bakraçtan etrafa saçılan sütün değdiği yerlerden sular fışkırmış ve Munzur da kayıplara karışmış.
Kitaplarımız, dostumuz, demli ve berrak çayımız ve işte bir akarsu yatağı. Kapılar ve pencereler açılır, odalar titizlikle temizlenir, analar kızlarını ve oğullarını eve vakitlice gelsinler diye tembihler ve hayat ne olursa olsun devam eder. Munzur nereden gelir nereye gider hiç bilmiyorum. Ama onu bir şiir ve şarkı gibi hissediyorum. Hani bir otobüse binersiniz ve yolculuk daha çabuk geçsin diye kulaklığınızı takıp radyoları karıştırmaya başlarsınız. Sonra daha önce hiç duymadığınız bir şarkı, üstelik tam da ortasındayken yakalayıverir sizi. İşte şimdi Munzur’un tam ortasındayım, dinliyorum, izliyorum ve beni gelip bulmasını bekliyorum.
Belki zamanım çok belki de hiç yok, bilemem. Buna rağmen acele de etmiyorum. Bir suyu ve etrafında dönüp duran kaderi sadece kitaplardan tanıyabilir miyiz ki? Sanmıyorum… Peki ya asrın büyük âlimi Google Efendi’ye sorsak ne der? Ama yok, o hiç tat vermez. En iyisi yine bekleyip görmek, görerek öğrenmek.