Antigone’den Fatıma ve Zeyneb’e

CİHAN AKTAŞ
Abone Ol

İran’da son yıllarda kimi kadınların cadde ve sokaklarda başörtüsüz dolaşmaya başlaması pek çok mahfilde devrimin çöküşünün bir göstergesi sayılıyor. Bana göre herhangi bir devrim, gerçekleşmesini takiben geriye düşmeye başlar. İranlı kadınların takriben yüzde otuzu dışında geriye kalanlar, zaten en başından beri başörtüsünü sistemin tarif ettiği şekilde değil, eğreti bir yaklaşımla kullanıyor, “kötü hicap” aslında devletin ve toplumun kanıksadığı bir olgu. Zorla, bu kadar oluyor başörtüsünün güzelliği. Küçük kızımın ilkokul yıllarında Tahran’daydım, yıl 1999 olmalı. Kızımı almak için okuluna gitmiştim. Yanımda kız kardeşinin çıkışını bekleyen bir genç kız vardı. Başörtüsü başından kaymış, düşmek üzereydi. Sohbet ediyorduk, başörtüsü üzerine ne düşündüğünü sorunca, “Başımda bir örtü işte, varlığıyla yokluğu bir” demişti.

Her türlü etiğin ön şartı özgürlüktür, der Aliya. Mutahhari, İslam Cumhuriyeti’nde komünist parti kurulabileceğini yazmıştı. Başörtüsü mecburiyeti, devrimler çağına özgü paradokslardan biri. Kural, devrim sırasında sembolleşen örtünün bütün kadınlar tarafından canı gönülden kabulü varsayımına yaslanıyordu. Kadınlar arasında bu mecburiyetin rahatsızlık oluşturabileceği akla getirilmemişti bile.

Başörtüsü bir sembole dönüşmüştü devrim sürecinde, çünkü önceki rejim çarşafı hor görüyordu, genç kızların başörtüsüyle okuması ve çalışması yasaktı. Bu sebeple evlerine kapanan kadınların devrime destek için sokaklara dökülmesi, gösterilere farklı bir boyut kazandırmıştı. Müslüman toplumlar hem devrim kelimesine yabancıydı hem de Müslüman kadınların caddeleri doldurarak siyasal sloganlar, marşlar eşliğinde gerçekleştirdiği protesto gösterilerine.

Ali Şeriati.

Ali Şeriati’nin Fatıma ve Zeynep yorumları devrimci kadınlara yol gösteriyordu. Fatıma Hz. Peygamber’in (Sav) kızı, siyasal bir aktör, Kerbela şehidi Hüseyin’in annesi, bütün İslam âleminde zühdü ve takvasıyla örnekti zaten, devrim aylarında da dillerdeydi adı. Ancak devrimle birlikte marşlarda, afişlerde, duvar resimlerinde kızı Zeynep’in adı daha fazla öne çıktı denilebilir. O yıllarda, Yeşil Hareket’in lideri Mir Hüseyin Musavi’nin eşi Zehra Rahneverd, Zeynep Burucerdi adıyla yazdığı Zamanın Zeynebi’nde devrime katılan kadınları destansı bir dille anlattı.

Devrim sırasında caddeleri dolduran kadınlar, birkaç yıl geçmeden muhafazakâr ulema tarafından kamusal iş ve faaliyetlerini bırakarak evlerine dönmeleri yönünde baskıya maruz kaldılar.

Devrim “İslami” şiarlarla yapılmıştı, zihinlerindeki İslami hayat tarzına göre kadının faaliyet alanı evi olmalıydı. Mecliste kadınlar vardı gerçi ama bu da aynı ulemanın karşı çıktığı bir yenilikti. (Aynı yıllarda Türkiye’de de çeşitli mahfiller, mecliste kadınların varlığı gibi gerekçelere dayanarak İran’daki devrimin İslami olmadığını dile getiriyorlardı.) Ancak devrimin lideri Humeyni “taş kafalı” diye nitelediği muhafazakârların baskısına boyun eğmedi. Bu konudaki tavrında en büyük tutamağı ise başörtüsüydü. Müslüman kadın hicabıyla eğitim görür, çalışırdı; kimse yasak koyamazdı buna.

İran Devrimi.

Böylelikle başörtüsü mecburiyeti, çalışan ve eğitim gören çok geniş bir kadın nüfusu için bir tür kamusalda bulunma vizesi anlamına gelmeye başladı.

Gelgelelim bu tesettürün ideal formuyla uygulamadaki yorumları arasındaki mesafe özellikle genç kuşaklarda yıldan yıla açılmaya devam etti. Erkekler için değil ama kadınlar için sadece devlet kurumları önünde değil dükkân ve mağazaların kapılarına da “Lütfen İslami hicaba riayet ediniz” şeklinde asılan uyarılarda kâmil hicap olarak çarşaf gösteriliyordu. İslami hicap neden sadece siyah çarşaf (çador) olmalıydı? Geçen yıllar içinde tesettür devriyeleri öne sürülen modelleri “milli giysi” diye tanımlamaya başladılar.

Zanan-e Emruz.

2000’lerin başlarında İran’da resmi kadın modeli bağlamında bir çizgisi olan Zen-i Ruz dergisinden bir yazarla, İranlı kadınların çeşitli sorunları üzerine konuşuyorduk. Bağımsız bir kadın dergisi olan Zenan dergisinde yer alan, boşanmada kadınların maruz kaldığı haksızlıkları konu alan bir makale hakkında fikrini sorduğumda, “Bütün bu feminist saçmalıklara ne gerek var, Rehber kadınlarımız için gerekli her şeyi söylüyor zaten” demişti. Bu tür bir yaklaşımda bütün yayınlar resmi görüşü yansıtan birer bültenden öteye gitmemelidir.

Zenan Dergisi.

O dönemde reformistler güçlü olduğu için Zenan gibi dergiler çıkabiliyordu. Şu var ki reformistler, sistemin dışarıdan (ABD’den, İsrail’den) desteklenen çapulcular oldukları şeklindeki suçlamaları yüzünden ve yanı sıra “taşra’’yla bağ kuramadıkları için de yeterince anlatamadılar meramlarını.

Geçen yıllar içinde medya kısıtlandıkça sadece gençler değil toplumun geniş bir kesimi sosyal medyaya konulan engelleri aşmada pratiklik kazandı. Bu arada, halka yasak olan Twitter gibi mecralar yöneticiler tarafından rahatlıkla kullanabiliyordu.

Ümit Aktaş, Hz. Fatıma ile Antigone arasında kurduğu bağda, her iki kadının da devletin yasasına karşı ailenin yasasını savunma iradesi üzerinde duruyor, Maduniyetin Dönüşümü isimli yeni kitabında.

Maduniyet'in Dönüşümü, Ümit Aktaş.

Antigone, eski Yunanistan’daki Thebes şehrinin mitolojik kralı Oedipus’un kızı; Hegel’e göre, nesnel ahlakın ilk uğrağı olan aile aşamasından, ikinci uğrağı olan sivil toplum aşamasına geçişin simgesidir. Oedipus bilmeden ensest yasağını ihlal ettiği için kendi gözlerini köreltmiş, şehrini terk ederek (veya kovularak) ölüme sürüklendiği bir yolculuğa çıkmıştı. Bu sırada süren iktidar savaşında karşıt kamplarda yer alan iki oğlu da ölünce, Oedipus’un kardeşi Kreon iktidara el koymuştu. Kreon, karşısında yer alan yeğeni Polyneikes’in cenazesinin defnedilmesini yasakladığında ise, Antigone, töresel ya da tanrısal yasanın kralın emrinden daha üstün ve bunun asla ihlal edilemeyecek kutsal bir “aile hakkı” olduğunu belirterek, kardeşi için sembolik de olsa bir cenaze töreni düzenlemişti. Bu tavrını devletin emrine itaatsizlik olarak gören Kreon tarafından kayalara oyulmuş bir mezara hapsedilen Antigone, çaresizlik içinde canına kıymıştı. Kardeşinin ölüm törenini yaparken kendi ölüm kararını da verdiğinin farkındaydı Antigone.

Oedipus and Antigone.

“Devletin (ve kapitalist piyasanın da) kardeşlik kavramını umursamadığı gibi, fıtri olanı ihlal eden bir zorun kuruluşu olduğunun” altını çizen Ümit Aktaş, böyle bir acımasızlığa Antigone kadar Fatıma’nın da karşı koyduğunu dile getirir. Zira öne çıkmakta olan devlet mantığı, hak ve adalet mantığını giderek geriye iterken Hz. Ali’nin deyimiyle her şey (değerler) tersine çevrilecektir. Savaş, önce bir özgürleşme cehdi, özgürlüğe duyulan arzunun bir yolu iken giderek doğrudan bir arzuya, “bir egemenlik ve ganimet arzusuna” dönüşecek; kutsalın ifasının bir yolu iken kendisini kutsallaştıracaktır. Bu konuda hassasiyet gösteren sembolik iki karakterin de kadın oluşu üzerinde durur Aktaş. Her iki kadın da yeni siyasal iklimle barışmaz, tersine, mevzilerini korumak için direniş sergiler. Söz konusu olan devletin koşulsuz bir egemenlik olarak (doğal/ tanrısal) tüm bariyerleri ortadan kaldırmak suretiyle toplumu eşbiçimli hale getiren yeni ve doğal olmayan örgütlenmesi karşısında ailenin hak ve hukuku adına vuku bulan bir itirazdır.

Konu Antigone olduğunda, Fatıma’yla temsillerinde ortak noktalar olsa da bana göre Hüseyin’le birlikte Kerbela yollarına düşen Zeynep’in hikâyesi daha açıklayıcıdır. Zeynep, kocası Abdullah’ı geride bırakarak kardeşinin kafilesine katılmıştı. Onun şehadetinden sonra ise, Kerbela’da sağ kalanlarla esir olarak getirildiği Yezid’in sarayında olsun Şam pazarında olsun, katliamı telin etmeyi sürdürdü.

Kerbela.

Aile ve devlet arasında çıkan gerilimin daha sonra Şia’nın İslam’ın özüne aykırı bir şekilde soy meselesini dine dahil etmesi sonucunu verdiğini dile getiriyor Aktaş. Başta Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilmesi gibi acı olayların ve ailenin maruz kaldığı haksızlıkların bu yoruma psikolojik bir zemin hazırladığının da altını çiziyor. Süreç içinde -Ehlibeyt’in yaşadığı haksızlıkları telafi etme iddiasına sahip Abbasiler de dahil olmak üzere devletin aile ve topluma ait dayanışma zeminlerini daraltacak şekilde genişlemesi, aile hukukuna özgü çeşitli hak ve imkânların devletleştirilmesi sonucunu doğurur. Ehlibeyt’in mihverî şahsiyeti Fatıma’nın hayat tarzındaki sadelik ve diğerkâmlık, ideal toplum için tavsiye edilen hayat tarzını da gösterirken aileye özgü bu toplumsal olanı etkileme gücü, devletin görkemi ve itibarına ilişkin israfın gölgesinde kalır. Bunun belirgin sonuçlarından biri, Ehlibeyt’in açık örtük bir şekilde Müslüman toplumların zühd ve takva duyarlılıkları açısından bir model olmasıdır.

Aktaş yazısında, devletin bu dönüştürücü gücünün yerini günümüzde kapitalizmin aldığını vurgular: Oedipus söylencesinin modern okuması olarak Freudcu yorum, “Aile etrafındaki baskılayıcı bir gizemin cinsiyetçi bir okuması ve çözümü olmaktan öte, aileyi/insanı kendi üretimsel sistemine uyruklaştırmaya (“uygarlaştırmaya”) çalışan, daha doğrusu aileyi işgücü üretiminin bir fideliğine dönüştüren kapitalist baskılayıcılığın üstünün örtülmesidir.” Bütün yaratıcı ve üretken kapasitesinin ve arzusunun (libido) satın alındığı bir “sözleşme” karşılığında, bireye kapitalist üretkenliğin birer mahsulü olan tüketimsel hazlar sunulur. Haz karşılığında değiştirilen ise sadece özgürlük değil, yaratıcılıktır da…”

Oedipus’un öyküsünde Antigone, aile ve kardeşlik toplumunu, Kreon bu toplumdan bir çıkış yolu olarak devleti, Oedipus ensest yasağı ile birlikte devleti, yani imkânsız olanı temsil etmektedir.

Bütün bunlardan çıkarılacak anlamı ise şöyle özetliyor Aktaş: “…aile ya da kardeşlik toplumu, ancak baskıcı bir iktidarın (despotluk, faşizm, kapitalizm vb.) olmadığı yerde saf bir biçimde işler.”

III-İran devrimini dikkat çekici kılan sahnelerden birinin siyah çarşaflı kadın göstericiler olduğuna değinmiştim yukarıda. Son yirmi beş yıldır kadın göstericiler yine sahnede, ancak bu defa içlerinde başörtüsünü atanlar öne çıkıyor veya çıkarılıyor. Yöneticiler kırk yıldan bu yana devam eden itirazları anlamaya çalışsalardı, bu sahneler yaşanmayabilirdi.

Tesettür devriyesi diye adlandırdığım ahlak polisi, yüreği ve zekâsı olan her insanı rahatsız ediyor.

Başını açan kadınlar, ülkenin farklı yörelerinde ve geniş bir destek buluyor. Başörtüsüne bir anlam veren kadınlar için yasakların oluşturduğu bu nefretle yaşamak kolay değil. Her şeyden önce çocuklarına bunu izah etmekte güçlük çekiyorlar.

Gösterilerin sürmesinde farklı memnuniyetsizliklerin, mesela artan hayat pahalılığının da rolü var. Yoksullar, bu itirazlara kendi tepkileriyle dahil oluyor. Beri taraftan Batı da ambargolarla halkı güçsüzleştiriyor. Yoksulluk sosyal adaletsizliği daha belirgin hale getiriyor. Sistemle bütünleşmiş, bu kanalla zenginleşen kesimlerin çocuklarının Batı başkentlerinde sürdürdükleri, halktan talep edilen değerlerle uyumsuz -ve sosyal medyada teşhir edilen- şatafatlı hayat sahneleri, öfkeleri biliyor. Kendi kızı için başka, yoksulların kızları için başkalaşıyor mu değerler?

Diğer yandan, ilk kez sistemle bütünleşen farklı isimler kamusal kıyafet kontrollerini eleştirmeye başladı. Kargozaran-ı Sazendegi Partisi Genel Başkanı Gulam Hüseyin Kerbasçi televizyonda, “Saçma sapan bir kanun, bu kanuna bakılırsa, mikrofonu düzelten hanımefendiyi de tutuklamak lazım” diye açıklama yapmıştı. İran televizyonu ilk kez böyle bir açıklamaya yer veriyor. Sağ kanadın kıdemli isimlerinden Laricani de Dini Lider Hamaney’le görüşmesinin ardından devletin göstericilere karşı tutumuyla SAVAK’a göstericileri bastırma emri veren Şah’ın tutumu arasında bağ kurup baskı yerine diyalog yolu tutulması gerektiğini söyledi.

Yeterli bir eğitimi olmayan kadın ve erkeklerden oluşan bu devriyeler arasında, genç kız ve kadınlara olur olmaz müdahale edenler çoğunlukta.

Olayların nasıl başladığını hatırlayalım: Ailesiyle birlikte Kürdistan eyaletinin Sakkız şehrinden Tahran’a gelen Mahsa Amini, 13 Eylül’de saçları başörtüsünden taştığı için Ahlak Polisi tarafından uyarıldı ama bununla kalınmadı, tutuklanarak ahlaki eğitim kurumuna sevk edildi. Resmî açıklamalara göre Amini orada kalp yetmezliği sonucu yere düştü, iki gün komada kaldıktan sonra öldü. Görgü tanıklarına göre ise dövülürken başı polis arabasına çarptı. Daha sonra doktorlar tarafından tıbben beyin kanaması ve inme teşhisi konuldu genç kıza. İki gün süren komanın ardından 16 Eylül’de yoğun bakım ünitesinde vefat etti Amini. Ülkenin çeşitli yörelerinden ve kesimlerinden kadınlar da o tarihten bu yana gösteriler düzenlemeye devam ediyorlar. Başörtüsünü atmak onlar açısından radikal bir tavrın sembolü şimdi: Haysiyet kırıcı muameleleri beka adına olağan gören akıl değişebilir mi?

Tesettür devriyesi diye adlandırdığım ahlak polisi, yüreği ve zekâsı olan her insanı rahatsız ediyor. Yeterli bir eğitimi olmayan kadın ve erkeklerden oluşan bu devriyeler arasında, genç kız ve kadınlara olur olmaz müdahale edenler çoğunlukta.

“İdeolojik ve Siyasi Rehberlik Teşkilatı” Başkanı, kadınların zorunlu başörtü karşıtı protestolarını “Düşmanın yumuşak savaşına karşı ilk perde olan başörtü ve iffet kaybolursa, diğer perdelerimizi de kaybederiz” diye tepki göstermişti. Oysa, asıl kaybetme süreci sistemin istişari niteliğini terkiyle başladı. Temsil edilemeyenlerin huzursuzluğu, zaman içinde tepkileri çoğalttı. Devrimde aynı safta bulunulan kesimler çeşitli aşamalarda eleştirileri nedeniyle itibarsızlaştırıldı. Gençler reformist harekete umut bağlamışlardı. 2009’da bu umut da tükendi. Reformistler, taşrayla bağ kurmakta yetersiz kaldılar.

Ümit Aktaş, madunlaştırıcı süreçteki tahakküm ve mücadele pratiklerinin günün birinde gücü eline geçiren madunda benzeri söylem ve eylemler ürettiğini vurguluyor kitabının başka bir bölümünde. Devrim saflarında yer almış dünün madun grupları, sistem içinde güç kazanırken bir zamanlar kendilerine yaşatılan konuşturulmama hâlini vazediyorlar halka. Zamanın Zeynebi kitabının yazarı Rahneverd’in, şimdiki dönemin sakıncalı kişileri arasında bulunuşu istisnai bir dışlama değil. Fatıma ve Zeynep’e dair rivayet ve menkıbelerle yetiştirilen kadınların, onurlarının hiçe sayıldığı, iffetlerinin tek tip formaya olan sadakatle ölçen hadsiz muameleler karşısında sessiz kalmaları beklenebilir mi oysa?

Sistem, kadınların eylemlerine onları dış güçlere bağlama yoluyla engel olamaz, bu nedenle protestoları dikkate almalı. 1985’te ilk kez İran’a gittiğimde, Urumiyeli kadınların -çoğu ev kadınıydı- şişe süt pahalandığı için belediyenin önünde eylem yaptığını öğrenmiştim. Devlet genişlerken insanların gelişmek için ihtiyaç duyduğu toplumsallık erime gösteriyor, bu da kişisel hayatların donuklaşması anlamına geliyor. Bu gidişata itirazları da önce en çok nefessiz kalan, en fazla gururu yaralanan veya saflığını korumayı başaranların dile getirebileceği gerçeğini yadsıyanlar için devrim zaten çoktan eskilerde kalan bir hikâyedir, fazlası değil.