Anne-Baba, Komşu ve Akraba: Seçmediğimizi Seçmek

MEHMET ALİ AKYURT
Abone Ol

Artık bir ilişkide yakınlığı ifade etmek için “öz kardeşim gibi” benzeri ifadelerle akrabalığa benzetmek yerine, “halamı arkadaş ekledim”deki gibi arkadaşlığın geçer akçe ya da esas olduğu bir zeminde akrabalığı/ akrabalarımızı yeniden konumlandırıyoruz. Başka bir deyişle, bir akrabamız artık ne kadar arkadaşımızsa o kadar ilişki içinde kaldığımız birine dönüşüyor. Aksi hâlde, âdeta sonradan tanıştığımız biri gibi vedalaşıp yolları ayırıyoruz. Hayatımızda işgal ettiği yer, telefon rehberimizde bir satırdan, bayramdan bayrama telefonda duyduğumuz bir sesten ibaret kalıyor.

Anne babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (hizmetçi, çalışan, işçi) iyi davranın. (Kur’an, Nisâ 4/36)

Daniel Miller.

İlişki içinde olduğumuz kişileri, tanıdıklarımızı muhayyilemizde en yakınlarımızdan başlayarak belli bir şekilde sıralıyoruz. Sosyal medya platformları da çeşitli tasnifleri pekiştiriyor. Örneğin Facebook, çevremizi lise arkadaşları, aile gibi “arkadaş listeleri” altında gruplara ayırmamıza, Instagram ise paylaşımlarımızı sadece “yakın arkadaşlar”ımıza göndermemize izin veriyor. Tönnies’e göre “cemaat/topluluk” (Gemeinschaft) hayatındaki ilişkiler esas olarak akrabalık ilişkilerine benziyordu. Modern dönemin cemiyet/toplum (Gesellschaft) hayatında ise en samimi ilişkiler bile şirketler arasında kurulan, salt çıkar hesabına ve sözleşmeye dayalı ilişkilere benziyordu. Artık ilişkilerimizi, Bourdieu’nun “sosyal sermaye” kavramsallaştırmasının da işaret ettiği gibi bir tür sermaye/ birikim (kapital) olarak görüyor, gerektiğinde paraya çeviriyoruz. Artık soy veya süt bağından çok, Goethe’nin bir romanına isim olarak verdiği “seçmeye/tercihe dayalı akrabalık”ı (Walhverwandtschaft); ruh, fikir ve mizaç yakınlığını önemsiyoruz. Tek farkla ki artık ilişkinin gücünü, bu kelimede olduğu gibi akrabalığa benzeterek değil, arkadaşlık cinsinden tarif ediyoruz. İngiliz antropolog Daniel Miller’ın “Facebook Çağında Arkadaşlık İdeolojisi/ Anlayışı” makalesinde söylediği gibi artık bir ilişkide yakınlığı ifade etmek için “öz kardeşim gibi” benzeri ifadelerle akrabalığa benzetmek yerine, “halamı arkadaş ekledim”deki gibi arkadaşlığın geçer akçe ya da esas olduğu bir zeminde akrabalığı/akrabalarımızı yeniden konumlandırıyoruz. Başka bir deyişle, bir akrabamız artık ne kadar arkadaşımızsa o kadar ilişki içinde kaldığımız birine dönüşüyor. Aksi hâlde, âdeta sonradan tanıştığımız biri gibi vedalaşıp yolları ayırıyoruz. Hayatımızda işgal ettiği yer, telefon rehberimizde bir satırdan, bayramdan bayrama telefonda duyduğumuz bir sesten ibaret kalıyor (tabii bu da bir şey, küçümsemek doğru olmaz).

Bireycilik ve rekabetçiliğin zirve yaptığı modern toplumda iş birliği yapabilmek, birlikte iş yapma (kooperasyon) becerisi, kooperatif bir çeşit panzehir, bir çeşit kurtarıcıdır.

  • Akrabalığın arketipi: anne-baba Simmel’in 18. yüzyıl için söylediği gibi insana, “herkeste ortak olan insan doğası dizginsizce gelişsin diye” “tarihsel olarak gelişmiş bütün bağlardan kurtulma çağrısı” yapan modernlik bize hürriyet, başka bir deyişle bir “seçenekler dünyası” vaat etmişti. Doğuştan gelenin karşısına liyakate dayalı olanı, meritokrasiyi koymuştu.

Tayin edilmiş, atanmış statünün yerini başarılmış, kazanılmış, dişle tırnakla elde edilmiş statü alacaktı. Eşitlik vaat eden bu hürriyet, bağlardan kurtulmayı hem bir özgürlük hem de görev olarak tanımlıyordu. 1 Seçmediğimiz hiçbir şeye mahkûm değildik, evet ama aynı zamanda seçim yapmadan önümüzde bulduğumuz şeylerden kopmaya da mecburduk. Seçmediğimiz şeylerin başında ise doğarken devraldıklarımız geliyordu. Hürriyete giden yolda, başlangıç noktasında eşitlik sağlanabilmesi yahut modern formasyona uyumlu hâle gelinebilmesi için önce bunlardan uzaklaşılmalıydı.

Seçmediğimiz insanlarla ilişkimizin hikâyesi ebeveynimizle başlıyor. Anne- babamızla ilişkimiz, bir anlamda akraba ilişkilerimizin başlangıç seviyesini, ilk örneğini teşkil ediyor. “Önce Bana, sonra anne-babanıza şükr[edin/teşekkür edin]” (Lokman 31/14) ve “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi ve anne babanıza iyi davranmanızı emretti. Onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlanırsa onlara öf bile deme! Onları azarlama! İkisine de gönül alıcı güzel sözler söyle.” (İsrâ 17/23) ilahi hitapları anne-babanın ilişkiler içindeki öncelikli konumuna dair bir fikir veriyor. Anne-babanın her dediğine itaat etmek değilse bile; isterse dindaş bile olmasın, toplumca iyi kabul edilen (maruf) şekilde davranmak gerekiyordu. Hz. İbrahim’in namazın, orucun ve tavafın en sonunda okunan “Beni, anne-babamı ve bütün müminleri bağışla” (İbrahim 14/41) duasının tanımladığı üç aşamadan ikincisi de yine anne-babaydı. İster kendimden ister Yaratıcı’dan saymaya başlayayım, sonraki ilk sırada anne-baba geliyordu.

Gün geliyor, biz de anne ya da baba oluyoruz. Özel bir yakınlık ifade eden bu dikey, hiyerarşik ilişkinin, ilksel akrabalığın bir de biyografiyi aşan, tarihsel boyutu var. Hz. Âdem’den kıyamete yaşamış ve yaşayacak insanların tamamı düşünüldüğünde, bir grup bizden geriye doğru büyük ebeveynlerimiz sayılabilecek anne-babalarımızın anne babalarını ilk insana kadar takip ettiğimizde ulaştığımız insanlar ve bizden kıyamete kadar ulaşacak evlatlarımızdan, zürriyetimizden oluşuyor.

Akraba tıpkı anne-baba ve komşu gibi seçmediğimiz bir diğer, üçüncü yakınımızdır.

  • Bir ağaç düşünün. Dikey olarak insanlık tarihi boyunca uzanıyor. Gövdesinin toprağa değdiği yerde biz varız. Köklerimiz anne babamızdan Hz. Âdem’e kadar toprağın derinliklerine doğru uzanıyor. Ağacın dalları ise bizim çocuklarımız, kıyamete doğru uzanacak çocuklarımız ve onların çocukları.

Yine Hz. İbrahim’in duası: “Rabbim, beni ve zürriyetimi/ çocuklarımı namazı dosdoğru kılanlardan eyle.” (İbrahim 14/40). Bu duayı, yukarıdaki kısmıyla birleştirdiğimizde, merkezinde bulunduğumuz söz konusu ağacın kökleri olan atalarımıza ve dalları, yaprakları, meyveleri olan çocuklarımıza yaptığımız bir dua olarak yorumlayabiliriz.

Öte yandan bize ulaşan ve bizden çıkan çizgiden ibaret olan bu ağaçta kardeşlerimiz bile yok. İrademize bağlı olmayan bu paralel çizgi, sadece eşlerimizle bir anlığına kesişiyor ve teğet çiziyor. Hz. Âdem’den kıyamete uzanan bu çizginin noktalarının/ fertlerinin kahir ekseriyetini tanımıyoruz. Sadece “aile dizimi” gibi yaklaşımlarla gündeme gelen geçmişimizdekiler, bizden önceki çağlarda yaşamış olan atalarımız değil, gelecekte, yepyeni çağlarda yaşayacak çocuklarımız da hiç bilmediğimiz birer dünyada, hiç bilmediğimiz bir hayat yaşayacak. İşte merkezinde yer aldığımız bu ağacın kökleri ve dalları karşısındaki tavrımız sanki diğer akrabalarımız (giderek, tanımadığımız bütün diğer insanlar) karşısında nasıl bir duyguya, nasıl bir yaklaşıma sahip olduğumuzu da belirliyor. Geçmişteki ve gelecekteki tanımadığımız ama soy bağımız olan insanlar karşısında beslediğimiz bu art ya da hüsnüniyet, aynı çağda yaşadığımız akrabalarımıza yaklaşımımıza da sirayet ediyor. Küfrünü açıktan ilan etmeyen herkesi mümin bellediğim bir dünyada Allah’tan, “Beni, anne-babamı ve bütün müminleri bağışla”masını istiyorum. Böylece duam, ikinci halka olan “anne-baba” yı tarihte geri ve ileri götürdüğümde karşıma çıkan Hz. Âdem’den başlayıp benim üzerimden geçip kıyamete ulaşan ilk ve en ince çizgiyi de aşıyor. Sadece çağdaşım olan müminlere değil nihayet insanlık tarihinde yaşamış, yaşamakta ve yaşayacak olan bütün inananlara uzanıyor.

Seçmediğim ikinci: komşu Modern zamanlarda bizzat seçtiğim her şey değerli, seçmediğim, önümde hazır bulduğum her şey değersiz. Ben onu seçmeden karşıma geldi, yanı başıma oturdu. Gelmiş bir de benden bir şeyler bekliyor. Biriyle vakit geçireceksem, arkadaşlarım ne güne duruyor, sözleşir buluşur görüşürüm. Fiziksel ve tamamen tesadüfi olan bu yakınlığın bana sorumluluk yüklemesi, beni seçmediğim kişilerle ilişkiye zorlaması neden? İşte bu mekâna dayalı seçmediğim yakınlığın adı komşuluk.

Peygamberimizin “Cebrail bana komşu hakkında o kadar çok tavsiyede bulundu ki, sonunda komşuyu koşuya mirasçı kılacak sandım” ve “komşusu, şerrinden yana emin olamayan kişi cennete giremez” diyerek öneminin altını çizdiği komşuluk… Nasıl anne-baba soya dayalı seçmediğim yakınlığın prototipiyse, komşuluk da mekâna dayalı seçmediğim yakınlığın temel kipi. Özellikle evde çok vakit geçirilen dönemlerde, komşuluktan temelde mesken/konut komşuluğunu anlıyoruz. Ama aslında (epigraftaki 4/36. ayetin Diyanet tarafından yayımlanan tefsirinde de geçtiği gibi) meskenle sınırlı değil; ekip biçtiğimiz tarlanın yanındaki tarlanın sahibi, iş yerimizdeki komşumuz, oda arkadaşımız vb. de komşularımız. Önemli olan nokta, birinin komşumuz olması çoğunlukla irademiz, seçimimiz dışında gelişiyor.

Komşulukla ilgili Hz. Ayşe, Hz. Muhammed’e “İki komşum var, hangisine hediye vereyim?” diye sorduğunda “Kapısı sana daha yakın olana” cevabını almış (Riyazü’s-Salihin 312). Peki evimizin merkezinde yer aldığı bir çember çizsek, yarıçapı ne kadar olmalı ki, içindekilere komşularımız diyebilelim? Kimi tefsirciler buna 40 hane sayarız, cevabını vermiş; kimi de sesimizi duyurabileceğimiz mesafe olarak yorumlamış. Hadi bu konuda uzlaştık diyelim, ayetteki yakın- uzak komşu ayrımı nasıl anlaşılmalı? Bu ayrım tanımlı iki kategoriyi keskin bir şekilde ayırmaktan çok, yakından uzağa giden bir skalayı ifade ediyor gibi. Bunu mesafeye dayalı yorumlayanlar olduğu gibi, uzaktan yakına geçişin, dindaş-akraba-komşu, akraba- komşu ve (ne dindaş ne akraba olan) sadece komşu olmak üzere üç aşamadan geçtiğini ifade edenler de olmuş.

Nasıl anne-babayı tarihte ileri geri sarıp ata ve çocuklarımıza ulaşıyorsak mevcut komşularımızın ve iş arkadaşlarımızın ötesine geçip, ömrümüz boyunca farklı dönemlerde, farklı evlerde, farklı işlerde, komşumuz, sınıf/ev/iş/oda arkadaşımız, patronumuz/amirimiz/ memurumuz, köylümüz, yatakhane/asker/hac/yol arkadaşımız olmuş, özellikle de biz onları seçmemişken bir şeyleri paylaştığımız bu kişilere ulaşırız. Hayatımızın herhangi bir noktasında herhangi bir süre tesadüfen, istemsizce, bunu özellikle bizzat seçmiş olmadan temas ettiğimiz herkesle ilişkimizi sürdürecek değiliz, onlara karşı sorumluluk sahibi olacak değiliz, şüphesiz. Fakat anne-baba ve komşu kategorisine karşı görevlerimize yapılan vurgu, bu işin pek de seçimle olmadığının altını çiziyor gibi. Kaderin karşımıza çıkardığı ve tanışarak bir süre beraber olduğumuz bu insanlara karşı dünyada olduğumuz sürece sorumluluğumuz devam ediyor. Ebeveynde olduğu gibi itaat etmek, her isteğini yerine getirmek değil belki ama haberleşmek, hâl hatır sormak, ziyaret etmek… Belki duygusal boyutundan çok, teknik boyutu belirgin bir dayanışma.

Akrabalığın zoraki faydaları

Akraba tıpkı anne-baba ve komşu gibi seçmediğimiz bir diğer, üçüncü yakınımızdır. Halka halka genişler. İç halkalar arasındaki belli bir seviyeyi, miras düşmesinden, akile ödeme sorumluluğu yüklenmesinden ya da evlenmenin yasaklanmasından hareketle tanımlamak mümkündür. Örneğin Nisâ 4/23’te sayılan evlenilmesi yasak kadınlara (“anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşin kızları, kız kardeşin kızları, sizi emziren anneleriniz, süt bacılarınız, eşlerinizin anneleri, kendileriyle birleştiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız”) erkek muadilleri eklendiğinde bu iç halkalardan birinin sınırları çizilmiş olur. Akrabalık halkaları giderek genişler. Peki akrabalık nerede biter? Örneğin ailenin ve mülkiyet sahipliğinin daha geniş birimlerde örgütlendiği aşiret sistemindeki “aşiret kuzenliği” aile bazlı kuzenlikten çok daha ötelere uzanır. Ortaya, ağ teorisini geliştirenlerden Granovetter’in iş bulma gibi durumlarda çok işe yaradığı için güçlü saydığı “zayıf bağlar”a (“zayıf bağların gücü”) benzeyen, olabildiğince gevşek ama gerektiğinde yardımlaşmayı mümkün kılan bir bağ çıkar.

İnsan kendi arkadaşlarından çevrili bir kapana kısıldığında, hele de arkadaşları homojen bir daire teşkil ediyorsa… Bu sadece ideolojik anlamda değil, sınıfsal anlamda da olabilir. Bir de bakmışız ki ailecek görüştüğümüz bütün arkadaşlarımız bizimle aynı şeyleri düşünüyor, aynı meslekten, aynı sınıftan, aynı ekonomik seviyeden… İşte burada kurtuluş çarelerinden biri akrabalığa dönüş olabilir. Genel anlamda seçemediğimiz yakınlarımız, tesadüfi bir dağılım sergiler. Bir akrabamız kaptan, bir akrabamız muhasebeci, biri berber olabilir. Biri zengin biri fakir olabilir. Biri Amerika’da, biri Ankara’da, biri Konya’da yaşıyor olabilir.

  • Akrabalık ilişkilerini sürdürmenin, sanıldığının tam aksine, böyle farklı toplumsal konumlara karşı açıcı, temas ettirici tarafı vardır. Akrabalarla ilişkiyi sürdürmek bizi toplumun farklı kesimleriyle/ bölgeleriyle temas hâlinde tutar.

Farklı şehirlerde, farklı sosyo- ekonomik seviyelerden insanla, birçok ortak tanıdık (başka akrabalar) yardımıyla kontrolü yapılmış güven mekanizmaları işletilmesi mümkün olur. Yardım isteyecek, kimi zaman yardım edecek bir yer bulmak kolaylaşır. Ani bir afet karşısında farklı şehirlerde akrabaların varlığı bizi daha rezilyant kılar. Mekânsal, mesleki, etnik vb. heterojenliği arttıkça muhtemelen daha güçlü olan bir ilişki yumağı hâlini alır ve çeşitli ihtiyaçların karşılanmasında çoğu zaman enformel bir dayanışma ağı teşkil eder.

Zorunlu, sevgi dolu, ölçülü, işbirliğine açık bir ilişki

Peki akrabalarımızla ille de arkadaşlık mı etmeliyiz? Çok samimi mi olmalıyız? Şüphesiz anne-baba, komşu, akraba, misafir, arkadaş gibi kategoriler arasındaki sınır keskin değil; geçişler, dönüşümler, kesişimler mümkün. Aile apartmanı akrabayı komşu edinmek anlamına geliyor örneğin. Bazen de bir bakıyorsunuz ki bir arkadaşınızla bacanak oluvermişsiniz. Yine bir arkadaşınıza yakınlarınızda bir ev bulup komşu olmanız da mümkün. Ya da bir akrabanızla dostluk kurup arkadaş olmanız da… Ama bütün akrabalarınızla arkadaşlık etmeye kalksanız, bu biraz zor, belki bir “duygusal emek” örneği olabilirdi.

  • İnsanın bütün akrabalarıyla arkadaşlık etmesi gerekir mi? Muhtemelen hayır! Anne babaya marufla davranmamız gerekliyken itaat etmek zorunda olmamamız gibi, akraba karşısında da benzer bir şekilde, iyilikle yaklaşmamız gerekliyken arkadaşlık kurmamız zaruret değil.

Bu tür bir çaba, belki de yer yer bir riyakârlığa dönüşebilir. Bazen bir akrabamızla, örneğin kuzen ya da bacanakla, doğal süreç içinde arkadaş/ dost olabiliriz, o ayrı tabii.

Bireycilik ve rekabetçiliğin zirve yaptığı modern toplumda iş birliği yapabilmek, birlikte iş yapma (kooperasyon) becerisi, kooperatif bir çeşit panzehir, bir çeşit kurtarıcıdır. Toplumsal zemini daha örgütlü ve güçlü kılar. Kessler Kooperatifçilik’te, Fındıkoğlu Kooperasyon Sosyolojisi’nde, Sennett Beraber’de bu yönde benzer bir vurguyu paylaşır. Birlikte iş yapma becerisi, ileri dereceli bir samimiyet demek değildir. Bir çeşit ölçülülük, profesyonellik içerir. Akrabalık ilişkilerini sürdürmenin aşırı samimiyet geliştirmekle aşırı uzaklaşma arasında denge kurmak gibi bir formülü var. “Kadirşinas itaatsizlik” akrabalarımızla ilişkilerimiz için de geçerli kabul edilebilir. Bağı koparmıyoruz, kadrini kıymetini biliyoruz ama itaat de etmiyoruz. Arkadaş olacak kadar yakınlaşmıyoruz ama iyice uzak da durmuyoruz. Belki kontrollü ve hesapçı tarzda bir ölçülü ilişkiden farklı olarak, muhtemelen “kan çekmesi”nden kaynaklanan insiyaki bir sevgiden söz edebiliriz. Belki de salt genetik bir yatkınlıkla, bazı akrabalarımızın yanında kendimizi daha canlı hissederiz, âdeta içimizden o kişilere mahsus bir sevgi çıkar. Belki de çocukluğumuzu bilmeleriyle, bizi çocukken sevmeleriyle ilgili, karşılıklı sevginin sağladığı güvenliğe bağlı bir durumdur. İbrahim Kiras’ın “İnsan annesini sever ve Allah’a inanır” mısraında olduğu gibi, sevilip sevilmenin açıklayamadığımız, özel bir türüdür.

1. Parsons 1950’lerde bu naif inancı ve dahası çağrıyı sürdürüyordu. Hem eğitimde eşitliğin kolayca, üniformalarla sağlanabileceğine inanıyor hem de bu inanca yönelik bir sahiplenme ve aktif katılımı bir görev olarak şart koşuyordu.