Ahşap evler, çocukluğum ve İnebolu
Rüyalarımın unutma dediği
Uzunca bir sofada koşuyorum önce… Ayaklarım ahşapla uyumlu bir ritim yakalamış, bastığım yer gıcırdıyor. Sırasıyla girip çıktığım odalar, altlarına saklandığım divanlar oyunumun vazgeçilmez bir parçası… Sonra kardeşlerim de katılıyor bu oyuna. Bahçemizdeki ağaçtan erik topluyor, çekirdeklerini toprağa gömüyoruz. Annemin askerî nizam ektiği fasulyeler boyumuzu aşmış. Aralarından koşmaya başlıyoruz.
Kıt’a dur 1, 2. Uzaklar yakın oldu, nasıl oldu, anlamıyoruz. Bizim bahçe babaannemin, onun bahçesi de anneannemin bahçesiyle birleşmiş. Her bahçenin sonunda sığınağımız ahşap bir ev... Her evin içinde kurulu bir salıncak. Üç kardeş aynı anda sallanıyoruz. Biz hızlandıkça sedirin rengârenk kanaviçe çiçekleri, yastıkları terk edip taş avluya doluyor. Birbiriyle yarışan renkler, gökkuşağı oluşturup bahçemizden denize kadar uzanıyor…
Kederli gecelerimin sabahına çocukluğumun geçtiği evlerde, sokaklarda uyanırım hep. Gözlerimi açtığımda ne hüzün kalır ne kırgınlık… Evet, bir şey kalır. İstanbul’a taşınırken çocukluk anılarıma sarıp Arnavut kaldırımlı taş sokaklarına, evlerinin aşı boyasına, her akşam üstü Karadeniz’inde batan güneşin kızılına sakladığım bir şey.
- Bir garip rüya rengiyle uyuşmuş gibi her şekil beni zamanın ne içinde bırakır ne de büsbütün dışında.
Tanpınar’ın deyimiyle “kökü bende bir sarmaşık”tır İnebolu. Sarmaşığın koyu yeşil yapraklarının her biri hatıralarımı saklar. Ortaya çıkmaları için bir sese, bir kokuya ihtiyaç duymam. Doğup büyüdüğüm evler, oynadığım bahçeler, yürüdüğüm yollar bıraktığım gibidir hâlâ. Hayattadırlar, nefes alıp verirler ve her ziyaretimde elimden tutup beni anın içinden anılara doğru yolcu ederler.
Bendim gelen hayata
Camikebir Mahallesi’nde ahşap bir evde doğdum. Birinci katta oturuyorduk. İlk kelimelerim ahşap odalarında, ilk adımlarım uzun orta sofasında kaldı. Ve ilk bisikletim… Demirleri ayna gibi parlak, üç tekerleklim oyuncaklarımın en kıymetlisiydi. Gün boyu üzerinden inmez, kaç tur attığımı bilmezdim. Ta ki kız kardeşim ve erkek kardeşim dünyaya gelene kadar.
Moralim bozuk, suratım asık divanların altlarına saklanmışım günlerce. Neyse ki küskünlüğüm uzun sürmemiş. Bu kısmı hatırlamıyorum da bisikletime ortak oldukları an, dün gibi aklımda. Üst katımızda ev sahibimiz Fatma teyze yaşardı. Bazı günler, annem kardeşlerimle rahatça ilgilensin diye beni yanına alır, cumbasındaki sedire oturtur birlikte sokağı seyrederdik. Kapılarımız ayrı, bahçemiz birdi. Bu bahçeye dair siyah beyaz sahneler var hafızamda…
Tepedeki evden İnebolu
Beş yaşımı bitirirken merkezden biraz uzağa, “hastane üstü” diye bilinen bölgeye taşındık. Evimiz etrafı bahçeyle çevrili, iki katlı ve ahşaptı. Sınırları bahçe duvarlarının çizdiği mahallede evler birbirine patika yollarla bağlıydı. Biri diğerinin manzarasını kapatmadan, yeşillikler arasından denize bakarlardı. Kırmızı evleri, hastalıklardan korunmak için aşı vurulan çocuklara benzetirdim. Babam; onları rutubetten korumak için aşıladıklarını, çerçevelerinin ise İstiklal mücadelemizin unutulmaması için beyaza boyandığını söylemişti.
Kırmızı beyaz bu evler hem bayrağımızı hem de “Beyaz Şeritli İstiklal Madalyamızı” hatırlatıyordu. Kurtuluş Savaşı’nda İnebolu’ya gemilerle gelen silah ve mühimmat İnebolu kayıkçıları tarafından sahile oradan da kadın erkek, genç yaşlı, çoluk çocuk kağnılarla Ankara’ya taşınmıştı. Bu evleri hep çok sevdim. İçinde yaşamak henüz kısmet olmadı. Oturduğumuz ahşap evlerin ikisi de boyasızdı.
Evimiz, dik bir rampa olan arka bahçemizin düzlüğe kavuştuğu noktadaydı. Deniz kenarına ya da merkezde oturan aile dostlarımıza ziyaretlerimizin dönüşünde hep yokuş yukarı yürüdüğümüz için kardeşlerimle buraya “tepedeki ev” ismini vermiştik.
Oyun alanlarımız meyve ağaçlarıyla çevrili ön bahçemiz ve “taşlık” dediğimiz zemin kattı. Babam taşlığa; evin ana kapısında başlayıp üst kata çıkan ahşap merdivenlerde biten L bir sedir yaptı. Annemin çeyizindeki kanaviçe yastıklar ve örtüler sediri şenlendirdi.
Bizim için ise taş avlunun tavanındaki birbirine geçmiş kalasların arasından iki urgan atıp salıncak yaptılar. Urganın arasına uzunca bir tahta koydular. Salıncağımıza üç kardeş aynı anda oturabiliyorduk. Yazın misafirlerimizi de serin olduğu için genelde burada ağırlardık.
Taşlığın sağındaki kapı oturma odamıza, oda ise mutfağımıza bağlanıyordu. Kış aylarında soba kurulu olduğu için burası hem oturma hem yatak odamızdı. Karşıdan baktığınızda gömme dolap gibi görünen bir duvarda, dolaplı banyomuz vardı. Banyonun bitiminde “terce” dediğimiz, bir şeyler koymaya yarayan, niş şeklinde ahşap gözler yapılmıştı.
Banyo dolabının karşısında genişçe bir divanımız durur, midesinden üst üste ameliyat olan babam ağrıları nüks ettiğinde işe gidemez, hep bu divanda yatardı. Anaokuluna başladığım yıl yağmurlu bir günde babamı yine bu divanda yatarken buldum. Kardeşlerimle birlikte babamın yanına uzandık. Fırtınalı bir geceydi. Dışarıya çıkma şeklinde yapılmış bu odanın çatısı geçici olarak sacla kaplanmıştı. Sacı delecekmiş gibi yağan yağmurun eşliğinde, ahşap evimiz rüzgârın kuvvetine göre çeşitli notalarda ıslık çalmaya başladı.
Çok geçmeden elektrikler kesildi. Karadeniz’in fırtınasına dayanamayan sac çatı uçtu gitti. Babama sarıldığımız divanda odamızın içine yağan yağmurla baş başa kaldık. Sabaha kadar taş avluda bekledik. Gün ağırınca dedem ve komşularımız sac çatıyı aşağı mahallede bir evin bahçesinde buldular.
O gece sadece bizim sac değil, başka saclar hatta rüzgâra dayanıklı olduğu için kullanılan “marla” taşlar bile çatıları terk edip gitmiş. Bu olaydan sonra çatımızın sac olan kısmı marla taşıyla kaplandı. Okula sürekli geç kaldığım için öğretmenimin şikâyetlerini saymazsak, o geceden başka karanlık bir hatıram yok “tepedeki ev”de.
Okulum, evimize yürüyerek 25 dakikalık mesafedeydi. Mahallemizden aynı okula giden arkadaşlarım genelde benden daha hızlı yürürdü. Çantam sırtımda suluğum ve beslenmem boynumda 40 dakikayı aşardı yürüyüşlerim. Kaldırımda yürürken genellikle sağa sola bakar, her gün gördüğüm evleri ve taşları selamlar, yolu yarıladığımda henüz kullanılmayan bir dükkânın gazete ile kaplı camının önünde uzunca mola verirdim.
Sayfalardan bildiğim harfleri okurdum. Bazen de resimlere bakıp olaylara hikâyeler uydururdum. İkinci dersin ortalarına doğru sınıfın kapısını çaldığımda, öğretmenim tiz sesiyle “Girebilirsin Kübra!” derdi.
Kapıyı usulca açar ve günlük gazetemi okumanın verdiği gururla oyun oynayan arkadaşlarımın arasına karışırdım. Her gün tekrarlanan bu durum öğretmenimi çok rahatsız etmiş olmalı ki birinci sınıfa başlamadan bu işe bir çözüm bulunması için ailemi uyarmış. Ve doğduğum mahalleye, okuluma çok yakın bir eve taşındık. O çok sevdiğim “tepedeki ev”den; taşlıktaki salıncak, ahşap merdivenlerde oynadığımız oyunlar, üst katın camından meyvelerine uzanabildiğim incir ağacı, kardeşlerim ve arkadaşlarımla koşturduğumuz komşu avlu ve bahçeler hatıra kaldı.
Komşu evler, sokak oyunları ve hayaller
Yeni evimiz tam olarak ahşap değil, apartman desem hiç değil dışı beton içi ahşap kafa karıştıran bir yapıydı. O yıllarda İnebolu’da buna benzer çok ev vardı. Galiba daha kolay kiraya verilir düşüncesiyle ev sahiplerinin icadı... Bizim oturduğumuz kadar ilgincine ise henüz rastlamadım. Ev sahibimiz oldukça merkezi ve düz bir caddeden rampa şeklinde arkaya doğru genişleyen arazisine, üç parçadan oluşan labirenti andıran ayrı ayrı beton evler yapmış. Arazinin en üstüne de kartal yuvası gibi tünemiş, stratejik olarak bütün kiracılarını aynı anda görebiliyordu.
Evlerimize geniş taş merdivenlerden çıkarak ulaşıyorduk. Her evin giriş kapısı birbirinden bağımsız, biri diğerini görmeyecek şekilde yapılmıştı. Caddeye bakan ilk binanın ikinci katındaydık. Taş merdivenlerin ortasına gelip sola döndüğümüzde giriş kapımızın olduğu taşlığa ulaşıyorduk. Bahçeye alışkın annemin ilk işi büyük saksılara domates, salatalık ve çiçekler ekip burayı şenlendirmek oldu. Bizim katın ahşap evlerdekine benzer bir cumbası vardı. Burası zamanla okuma sedirimiz oldu. Alt katımızda bir aile oturuyordu.
Üst katımızda ise ahşap evlerin arasından görünen deniz manzarasıyla ortak kullanım alanı bir teras vardı. İlk günler annemin “Ses yapmadan oynayın, alt kattaki komşularımız rahatız olur” sözlerinden çok bunalmıştık ki o evdeki akranlarımızla tanışıp rahatladık. Bizim oturduğumuz binanın bitimine hol şeklinde bir boşluk bırakılmış, sonra yeni binaya başlanmıştı. Burada komşu çocuklarla sek sek oynar, ip atlardık. En güzel oyun alanımız ise taş merdivenlerdi.
Bu merdivenlerin sağ tarafındaki konaklarda İnebolu’nun varlıklı iki ailesi otururdu. Onlardan biri eşini kaybetmiş, iki çocuğu İstanbul’a yerleşmiş Sabire Hanım Teyze’ydi. Ahşap bahçe kapısından avlusuna girdiğimizde; Türk Filmlerindeki konakları andıran, bahçesinde süs havuz ve türlü meyveler bulunan kocaman bir evle karşılaşırdık. Bu evde köpeği ve kedisiyle yaşardı.
Ziyaretlerimizde elini öper, bize gösterdiği yere oturur, büyükler konuşurken asla söze karışmaz, sessizce dinlerdik. Benim gözüm duvar süslemeleri, ahşap tavan işçiliği ve salondaki oymalı koltuklardaydı. Evin detaylarını dikkatlice incelerdim. Çünkü içinde köşk ve konak geçen hikâyelerin hemen hepsinde, olayların bu evde geçtiğini hayal ederdim.
Oğuz Atay’ın doğup beş yaşına kadar yaşadığı evin üst sokağındaydık. Sokağımız iki apartman hariç ahşap evlerden oluşuyordu. Kardeşlerimle birlikte mahalle oyunlarına katılacak kadar büyümüştük. Neredeyse mahallenin tüm çocuklarından oluşan kalabalık bir grupla saklambaç, köşe kapmaca, dokuztaş, yakar top, misket oynar; bisiklete binerdik. Yaz akşamlarımızın en büyük eğlencesi ateş böcekleriydi. Avcumuzda yanıp sönüşlerini seyreder sonra ışıklarının ardına takılırdık.
Aşı boyalı evlerin karşısında ahşap boş bir ev vardı. Burası apartmanda yaşayan arkadaşlarımızındı. Anneleri, bahçeyle ilgilenmeye geldiği bir gün ahşap evde oyun oynayabileceğimizi söyledi. Evlerimizden kullanılmayan eşyalar, kıyafetler, oyuncaklar getirip burayı tiyatroya çevirdik. Bazen okuduğumuz kitaplardan sahneleri canlandırdık, bazen Barış Manço’nun Adam Olacak Çocuk programını...
“Güzel günler çabuk geçer, içimiz hep bir hoşça kal ülkesi”
Zarifoğlu’nun mısralarındaki gibi güzel günler çabuk geçti, bu mahalleden de taşınma zamanımız geldi. İnebolu’nun apartmanlı bir mahallesine hem de bir apartman dairesine… Ortaokul ikinci sınıftayken taşındığımız bu dairenin sadece arka balkonunu sevdim. Diğer cephe ve balkonlar hiç alışkın olmadığım apartmanlara bakıyordu çünkü. Küçükken altına saklandığım divanların minyatürünü koymuştu annem. Balkondan dışarıya baktığımda ilk gördüğüm büyük bir bahçe ve bahçenin içinde tek katlı küçük bir evdi. Tam karşımızdaysa tarihî Avra Mahallesi…
Divanda kitap okurken ya da müzik dinlerken hayal kurabileceğim ahşap evler vardı yine karşımda. Yalnız, aramızdan geçen otobanın ve çaydaki kurbağaların seslerine alışmam zaman aldı. Alışamadığım şeylerin en önemlisi küçük adımlarımızdan bile rahatsız olan karşı komşumuzdu. Allah affetsin, kendisini hiç sevmedim.
Beş katlı apartmanda sadece üç daire doluydu. Öyle ses gürültü de yoktu aslında. Kardeşlerimle ne kadar sessiz olmaya çalışırsak çalışalım biz okula giderken ya da gelirken mutlaka elleri böğründe kapısını aralardı. Bizimkiler dizisindeki Sabri Bey’e benzetirdik onu. Her gün bıkmadan usanmadan daha yavaş olabileceğimizi söyler, annem de bize eliyle “çabuk içeri” işareti yapardı. “Bir dahaki sefere daha dikkatli olurlar, kusura bakmayın” der, daire kapımızı kapatıp derin bir nefes alırdı. Oturma odamıza geçtiğinde ise bu yaşımıza kadar bahçelerinde, merdivenlerinde gönlümüzce oynayabildiğimiz evlerde büyüdüğümüz için Allah’a şükrederdi.
Şimdiki anneler apartmanda doğup büyüyen çocukları birazcık gürültü yaptığında sadece karşı değil, alt-üst-bitişik komşularının hepsinden ayrı ayrı gelen şikâyetlerle nasıl başa çıkıyorlar acaba? Ya çocuklar! Hareket imkânları kısıtlı evlerde, kaldırımları bile istila eden arabalarla dolu sokaklarda hayal kurmaktan bihaber oyun oynayabiliyorlar mı? Söyleyin bana bir apartmanda doğup büyüseydim, çocukluğuma dair bu kadar anı biriktirebilir miydim? Neden bizim çocuklarımızın da anlatabileceği hatıraları olmasın? Bunun için çok mu geç kaldık!