Ahmet Haşim'in kitaplarına girmemiş bir mektubu
Bu mektup, şair tarafından 1931 yılında Ali Naci Karacan’a yazılmıştır.Dönemin önemli gazetecilerinden Ali Naci Karacan, aynı zamanda AhmetHâşim’in çoğu düzyazısını neşrettiği İkdam, Akşam, Milliyet ve Politika gibigazetelerin de yayıncısıdır ve şairin yakın dostlarından biridir.
Ahmet Hâşim, şiirleriyle olduğu kadar nesirleriyle de edebiyat tarihimize damga vurmuş isimlerdendir. Bazı eleştirmenlerce ilk “modernist” şairimiz kabul edilen Hâşim, eserleriyle kendinden sonraki pek çok şairi etkilemiştir. Göl Saatleri (1921) ve Piyale (1926)’deki şiirler, -sayıca az şiirini barındırmakla birlikte- etkileri düşünüldüğünde edebiyat tarihimizde iz bırakmış kitaplar olarak karşımıza çıkar.
Hâşim’in nesirleri, şiirlerinden farklı bir karakter gösterir. Şiirlerinin aksine nesirlerinde daha anlaşılır ve sade bir dil kullanan Ahmet Hâşim, düzyazılarını yer yer nükteli ve renkli bir üslupla kaleme alır.
Şiir, deneme, fıkra, gezi yazısı, mektup, mülakat gibi edebî türlerde kalem oynatan Ahmet Hâşim’in eserleri, çeşitli yayınevleri tarafından defalarca yayımlanmıştır. Bu neşirler içerisinde İnci Enginün ve Zeynep Kerman’ın hazırladığı, Dergâh Yayınlarınca dört cilt hâlinde yayımlanan külliyat dikkat çekmektedir. Bu külliyatın dördüncü cildinde Frankfurt Seyahatnamesi’nin yanı sıra şairin mektupları ve mülakatları yer almaktadır.
Ahmet Hâşim; hayatı boyunca Abdülhak Şinasi Hisar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Mehmet Emin Yurdakul, İbnülemin Mahmut Kemal İnal, İzzet Melih Devrim, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Halide Nusret Zorlutuna, Yahya Kemal Beyatlı, Ruşen Eşref Ünaydın gibi önemli ediplerle birlikte çeşitli dost ve ahbaplarına, dergi ve gazetelere mektuplar yazmıştır. Bu mektuplar; şairin içinde bulunduğu sosyal-edebî muhiti yansıtmasının yanı sıra psikolojisini açığa vuracak ve biyografisine önemli katkılar sağlayacak “ilk elden kaynaklar” olması bakımından önemlidir.
- Ahmet Hâşim’in kitaplarına girmemiş ve derlenmemiş bir mektubu aşağıda dikkatlere sunulmaktadır. Bu mektup, şair tarafından 1931 yılında Ali Naci Karacan’a yazılmıştır. Dönemin önemli gazetecilerinden Ali Naci Karacan, aynı zamanda Ahmet Hâşim’in çoğu düzyazısını neşrettiği İkdam, Akşam, Milliyet ve Politika gibi gazetelerin de yayıncısıdır ve şairin yakın dostlarından biridir.
Ali Naci Karacan, bu mektubu 8 Teşrinisani (Kasım) 1935’de Tan gazetesindeki “Suya Sabuna Dokunmadan” köşesinde “Ahmet Hâşim’in Bir Mektubu” başlığıyla yayımlar. Karacan, yazısında Ahmet Hâşim’in mektubunu yayımlama amacını şu cümlelerle açıklar:
“Dün, Balkanlarda geçirdiğim dört sene içinde birikmiş, eski kâğıtları ayıklarken, Ahmet Hâşim’in 1931’de Sofya’ya gönderdiği bir mektubu buldum ve tekrar okudum. Değeri eşsiz dostu, hayalimde olduğu gibi canlandıran bu mektup, Ahmet Hâşim’in üslûbu, edebiyat anlayışı, san’at telâkkisi ve onun büyük şairliğiyle daima bir hizada giden ‘esprit’si bakımlarından, bana onu en iyi izah eden bir vesika değerinde göründü. O kadar ki, bir çekmece gözünde kaybolmasına razı olamadım. Büyük şairin dostlarına karşı takdirlerinde ne kadar mübalağaya ve sevmediklerine karşı da yine aynı ölçüsüz nispette tehzile düşkün bir temperament sahibi olduğunu bilenler, bu mektubun, benim bir yazıma ait kısmını bir tarafa koyarak, diğer kısımlarında tam Hâşim’i bulacaklardır.”
Ali Naci, yazısının sonunda şairle ilgili son hatırasını da aktarmıştır. Ahmet Hâşim’in ömrünün son demlerindeki ruh hâlini göstermesi bakımından Karacan’ın aktardığı ayrıntılar dikkat çekicidir:
“Zavallı Hâşim! Onu son defa ölümünden on gün evvel, bir gece görmüştüm. Ertesi gün Bükreş’e gidecektim ve kendisine ‘Allahaısmarladık’ demek istiyordum. Saat ondu. Kapıyı açan fedakâr karısı yattığını söyleyince ben girmek istemedim. Fakat o, ısrar etti. Odasının kapısını açtı ve karanlıkta elini uzatarak duvardaki düğmeyi çevirdi. Hâşim, kanepesinde, gözleri açık, oturuyordu. Yüzü sapsarı. Beni görünce sevinir gibi güldü ve konuşmaya başladık. Yarım saat sonra ayrılırken:
‘Hâşim… Onu bunu bırak. Sen kendini nasıl buluyorsun?’ diye sordum. İşte o zaman, kulağımda hâlâ uğuldayan şu cümleyi Fransızca söyledi:
‘Ölüm! Büyük ölüm! Her ıstırabın sonu!’
Alaya vurdum, her zamanki gibi mübalağa ettiğini söyledim, güldü, öpüştük, ayrıldık. On gün sonra, Bükreş’te, bir sabah, gazeteleri okurken, Hâşim’in dükkânları kapanmış bir caddeden bayrağa sarılı bir tabut içinde mezara götürüldüğünü gösteren cenaze resmini gördüm ve… Ne kadar ağladım.”
- Hâşim’in mektubu, ana hatlarıyla iki bölümden oluşmaktadır. Şair, mektubunun ilk bölümünde Ali Naci Karacan’ın Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Bir Talebe İhtilâlinin Hikâyesi: Sofya Hadisesi Nasıl Oldu? ” adlı yazısını merkeze alarak bu yazı hakkındaki düşüncelerini dile getirmiştir.
Ali Naci’nin zikredilen yazısı, “Sofya Mektupları” üst başlığı ve “18 Aralık 1931, Sofya” notuyla yayımlanmıştır. O dönemde Anadolu Ajansı temsilcisi olarak Sofya’da görevli bulunan Karacan, ilgili yazısında 9 Haziran 1923’te hükûmet darbesiyle yönetime el koyan Prof. Çankof aleyhine 1931 yılında üniversitede düzenlenen öğrenci gösterilerini anlatmıştır.
Etrafındaki kimseleri övmede ve yermede hayli abartılı tavırlar sergilediği bilinen Ahmet Hâşim’in, Ali Naci’nin yazısıyla ilgili de benzer bir tavır geliştirdiği görülmektedir . Zira Ali Naci’nin yazısı, “edebî değer ölçütleri göz önüne alındığında” bir öğrenci nümayişini aktaran haber yazısından öte bir önem taşımamaktadır. Hâşim’in lütufkâr övgülerinde Ali Naci ile aralarındaki sıkı dostluğun etkisi görülür. Nitekim Ali Naci de gazetede mektubu yayımlarken Hâşim’in bu mübalağalı tavrına değinmiştir.
Bu mektubu değerli kılan şey, Ahmet Hâşim’in mektubun satır aralarında nesirle ilgili öne sürdüğü fikirlerdir. Bu minvalde özellikle “hakikatte geçmiş bir vakanın hikâyesinde şairane cümleler uydurmak için, muhayyilenin ikide bir müdahalesi bir zarardır. Anlıyoruz ki, sıfatlar, kapanık bir gözün rüyet mahsulü, yani hissî, hayalî ve binnetice tamamen şahsî birer unsurdur ve hakikî, reelle bir hailenin hikâyesine karışınca onun karanlık çehresi üzerinde çiçekbozuğu gibi delik deşikler yapıyor. Ah bu sıfatlar! Eski ve yeni bütün muharrirlerimizin kıymetini düşüren hattâ aczlerini ifşa eden onların çirkin kalabalığı değil midir?” cümlesi dikkat çekicidir.
Hâşim, “şimdi de dedikodu” cümlesiyle başlayan mektubunun ikinci bölümünde, Ali Naci’nin de tanıdığını tahmin ettiğimiz kimseler hakkında çeşitli haberler verir. Mektup yayımlanırken Ali Naci tarafından sansürlendiği anlaşılan “R.”, “D.” ve “A.”nın kimler olduğu ve şairin verdiği haberlerin içeriği ifadelerdeki müphemlik nedeniyle anlaşılamamaktadır. Hâşim, mektubunun sonunda sözü yine Ali Naci’nin yazısına getirir ve müşterek bazı dostlarına bu yazıyı övdüğünü fakat onların kıskanç tepkileriyle karşılaştığını belirterek mektubunu sonlandırır.
Not: Mektup yayına hazırlanırken dil ve üslubuna müdahale edilmemiş, mektupta geçen ve bugün için anlamının bilinmesinde zorlanılacak kelimeler dipnotlarla tarafımızdan açıklanmıştır.
- Aziz Naci,
- Dünkü Cumhuriyet’te senin bir talebe ihtilâline dair makaleni okudum. Yazı san’atının bir mükemmeliyet nümunesi! Aldığım büyük zevkin hızıyla sana bu satırları yazıyorum.
- Bu yazıda (tragedie)nin bir zerresi kaybedilmemiş, beyhude teşbihler, beyhude sıfatlar vak’anın hakikî unsuruları arasına yabani otlar gibi karışarak müthiş tesiri zerre kadar bozmamıştır. Hâlâ âsabım titriyor, vak’ayı gözümle görmüşüm, sesleri kulaklarımla işitmişim gibi!
- Şimdiye kadar yazdığın bütün yazılar içinde mükemmeliyete en yakin olduğunda şüphem olmayan bu yazı, verdiği korkunç lezzetten başka bir de (concret ) bir san’at dersi veriyor: Fena yazı nesirde nasıl olur, bunu öğretiyor. Anlıyoruz ki hakikatte geçmiş bir vak’anın hikâyesinde şairane cümleler uydurmak için, muhayyilenin ikide bir müdahalesi bir zarardır.
- Anlıyoruz ki, sıfatlar, kapanık bir gözün rüyet mahsulü, yani hissî, hayalî ve binnetice tamamen şahsî birer unsurdur ve hakikî, reelle bir hailenin hikâyesine karışınca onun karanlık çehresi üzerinde çiçekbozuğu gibi delik deşikler yapıyor. Ah bu sıfatlar! Eski ve yeni bütün muharrirlerimizin kıymetini düşüren hattâ aczlerini ifşa eden onların çirkin kalabalığı değil midir?
- Hikâyene verdiğin impersonnel eda, yazının heyet-i umumiyesine emsalsiz bir vakar , asil bir huşunet ve ancak Rus ediplerinde tanıdığımız, kartal pençesi gibi ruhu kanlar içinde kavrayan bir fecaat veriyor. Onun içindir ki, impersonnel akan bu güzel yazının bir noktasında (bu manzarayı dünyada unutamam) cümlesi, birdenbire, karii müthiş bir dikkatten uyandıran çirkin bir şaka hissini veriyor.
- Hâsılı Naci, iyi ki böyle bir vak’a olmuş ve iyi ki sen onu görmüşsün.
- Şimdi de dedikodu:
- Mahallemiz yine eski halde. Bir taraftan (R…) ve ailesi, öbür taraftan (D…) Bey ve taallûkatı , her ufkunda neşeli manzaralar serilen bu sokakta, daimî bir Kerbelâ hailesi havası estiriyorlar. Hele (R…) tedricen üzerinden açık renkleri azaltmakta ve “Euripide”nin tragedie eşhası gibi tepeden tırnağa kadar siyah renklere bürünmektedir. (Bir tanıdık daha ölse de biraz daha matem tadı alsam ve siyahımı artırsam) diyen acı hâli var. (A…)yı sorma. Vefat eden babasının matem devresi geçiyor diye telâş içinde. Bütün bu adamlar (kadın erkek) eza amatörleri…
- … Dostuna, muvaffakiyetlerini, memnuniyetlerini, yapılan kıymetli hediyeleri anlattım. Sevindi, sevindi! Ah, ne kadar sevindi! Sevincin fazlalığından rengi sapsarı kesildi. Dün bana misafir gelen eski bir müşterek muharrir dostumuza da, kapıdan, yeni yazını methetmeğe koyuldum. Birden neşesi gitti. Tehevvüre girdi. Sonra, gayet tatsız bir akşam geçirdikten sonra, zehir içmiş gibi yüzü fena, ruhu fena, defolup gitti.
- Ne iyi dostlarımız var.
- Gözlerinden öpererek.
- Ahmet Hâşim