Türbülanstan uzak bir iftar vakti

BEKİR ARSLAN
Abone Ol

Dört günlüğüne de olsa Moğolistan’a vardığım için heyecanlıyım. Geniş mi geniş yeşil mi yeşil düzlüklere yukarıdan bakmak gibi bir hayalim vardı ama içinde bulunduğum uçak tekerleğini bir gece vakti bırakıyor Cengiz Han Havalimanı pistine. Asfalt ile olan ilişkimi bozkıra devretme vakti geliyor. Asya’nın steplerindeyim ama daha değil, başkent Ulan Batur’dan çıkmam gerektiğini biliyorum bozkıra varmak için. Buna rağmen havalimanından çıkar çıkmaz yoğun bir at ve koyun kokusu duyuyorum. İHH’nın ramazan çalışmaları için birlikte geldiğimiz ekibi yerel rehberimiz elektrikli arabasıyla karşılıyor, şehre doğru sürüyoruz. Bozkır hayaliyle yanıp tutuşurken ilk şoku caddeleri dolduran elektrikli arabalarla ve yükselen devasa binalarla yemeyi hiç tahmin etmemiştim.

Moğolistan bozkırları...

Uyanmamla pencereye koşup perdeyi açmam bir oluyor. Ulan Batur’un üzerindeki siyaha çalan büyük sis bulutunu görünce Moğolistan’a geldiğime emin miyim acaba diye şaşırıyorum. Okumuştum doğal gazın olmadığını, memleketin kömür ile ısındığını ama bu kadarını beklemiyordum. Kıştan yeni çıkılmaya başlanmasına rağmen bacalardan duman tütüyor. Kirliliğin sebebi de yakılan kömür. Geniş düzlüklere sahip bu ülkenin başkentinin dünyanın en kirli havalarından birine sahip olması da ayrıca ironik. Hava serince, yola düşüyoruz, istikamet kuzey köyleri, biraz da Rusya sınırı.

Ulan Batur'daki ilk ve tek minareli cami.

Trafik ve keşmekeş şehirden çok değil, sadece iki kilometre çıkınca yok olur mu? İnanmazdım ama öyle oluyor. Önde oturan yerel rehberimiz Canisbek gülerek “işte şimdi Moğolistan’a hoş geldiniz” diyor. Tek şeritli bir yol, yoldaki tek arabayız, etrafta tek bir yapı yok, uçsuz bucaksız yeşil düzlüklerle karşı karşıyayım. Bir saat kadar yol aldıktan sonra asfalt bitiyor, Moğolların meşhur “her Moğolun yolu ayrıdır” sözüne maruz kalırcasına şoförümüz düzlükte kendi yolunu gitmeye başlıyor. Mola veriyoruz, arabanın motoru susuyor, dışarıya doğru adımlıyorum. Daha önce Çad çöllerinde hissettiğim bir sessizlikle başbaşayım. Etrafta ses çıkarabilecek hiçbir şey yok. Ağaç bile. Sonsuzluk ve dinginlik barındıran bir fanusun içinde gibiyim. Bu zamana kadar ne kadar da çok gürültüye maruz kaldığımı bir kez daha fark ediyorum. İlginçtir, bu durum gittikçe rahatsız etmeye başlıyor. Kulak ses istiyor. Yeşilliğe uzanıp biraz dinleniyorum. Bıraksalar günlerce burada kalabilirim, bir çadır yeter. Ama yol uzun, gitme vakti.

Kuzeydeki küçük şehir Darhan’a yaklaştıkça kömür madenleri de ortaya çıkmaya başlıyor. Büyük kamyonlar yolları perişan etmişken kömür de havanın kokusunu değiştirmiş. Düzlükteki temiz havadan eser yok. Fabrika girişlerindeki Lenin heykelleri henüz dururken minaresi olmayan minik bir caminin önünde duruyoruz. Yerler kül, havada Sovyet soğuğu var. Caminin etrafını kadınlar, tombul yanakları kızarmış çocuklar doldurmuş. Bizi karşılayan kalpaklı beyler içeri buyur ediyor. Bine ulaşmayan kadar Müslümanın yaşadığı bir yer burası. Tek camileri de bu minik, Anadolu’daki köy camilerini andıran, halıları parça parça dizili, suyu buz gibi mescit. Ramazan’ın ilk orucunu bizim ikram ettiğimiz gıdalarla açacak olmaları başka güzellik. Bu yüzden kadını erkeği her biri teşekkür ediyor. Onlar için buralara kadar gelmemizden dolayı çok mutlular. Biz de mutluyuz, yağız delikanlılarla sarılıyor, ayrılıyoruz.

Camide namaz ve iftar sofrası.

İftar yemeğine Ulan Batur’un ilk ve tek minaresine sahip camisine davetliyiz. İki milyondan fazla insanın yaşadığı başkentte, ilk ve tek minare. Duyduğumda birkaç kez sorduğum için tekrar yazmamda mahsur görmedim. Gerçekten öyle, ama merkezde değil, kenar mahallelerin birinde. Minare var ama dış ezana izin yok. Yetkilililer karşı değilmiş ama Sovyet etkileri sürdüğü için zamanla ona da izin çıkacağından ümitliler buradaki Müslüman arkadaşlar. Ulan Batur’daki bu camiyi on yıl kadar önce Konya’daki yerel bir dernek inşa etmiş. Üç yıl önce de TİKA kapsamlı bir restorasyona tabi tutmuş. Burası zamanla sadece namaz kılınan bir yerden öte gençlerin burada kalıp da medrese mantığıyla eğitim alabildiği bir merkez haline gelmiş.

Moğolistan’ın genelinde Şamanizm ve Budizm hakim. Sovyet idaresi altındayken tüm dinler darbe yese de yıllar geçtikçe Budizm açısından bir toparlanma hissediliyor. Başkentte onlarca büyük Budist tapınağı mevcut. Müslümanlar ise azınlıkta. Ülkenin toplam nüfusu olan 3 milyona nazaran en fazla 200 bin Müslüman yaşıyor Moğolistan’da. Onlar da bu devasa coğrafyada dağınık durumda. Başka bir coğrafyadaki Müslümanlarla tanışmak, gıda yardımı ikram etmek, birlikte iftar yemeğinde buluşmak için yolumuz bu kez Nalayh’a düşüyor.

Darhan bölgesindeki minik cami.

Nalayh ki, yola düştüğümüzde içim içime sığmıyor. Orhun Vadisi’nin bir ucu burada. Diğer ucu da Cengiz Han’ın memleketi Karakurum’da. Vadinin uzunluğu ise yaklaşık 500 kilometre. Bilge Kağan ve Kültigin anıtları Karakurum’dayken, Tonyukuk anıtları Nalayh’ta. Heyecanımın sebebi belli. Arabamız TİKA’nın asfalt yol döşediği 11 kilometrelik düzlüğe yetiştiğinde gözlerim anıtları arıyor. Yeşil düzlüklerin ortasındaki taşları görmemle arabadan atlayıp yanlarına koşmam bir oluyor. Az değil, binden fazla yıl önce Türklerin yazdığı öğütlerin yanı başındayım. Sessizliğin ortasında kalabalık at sürülerinin nal seslerini duyuyorum. Ata bildiğim eski toprakların diyarındayım.

Cuma vakti geliyor. Nalayh’taki tek camiye doğru yol alıyoruz. Cemaat çoğunluğu yaşlılardan oluşan en fazla 40 kişi. Önce ezan okunuyor, sonra yerel rehberimiz Canisbek rahlenin başına geçip sohbet konusu açıyor. Vaaz bitince namaza geçiliyor. Namazdan sonra ise musafahalaşma merasimi başlıyor. Ki bu merasim Anadolu’daki çoğu camide, bayram namazlarında yapılan merasimin aynısı. İmam mihrabın önünde durur, cemaat sırayla yanından geçer ve musafahalaşır, musafahalaşması biten halkaya dahil olur arkadan gelenler musafahalaşarak onun yanına geçer. Halka tamamlandığında ayakta ellerimizi açarak dualar ediyoruz. Dua bittiğinde bize hoşgeldin diyorlar. Hepsiyle tanışıp çok uzaklardan selamlar ve dualar getirdiğimizi söylüyoruz. Onlar da biz de mutluyuz. Merasimin bize özel mi yapıldığını soruyorum Canisbek’e, “hayır” diyor, “her cuma günü yaptığımız bir adettir bu.”

Şaman adetine göre yol durağı.

İftar yemeğinde yine bu camideyiz. Hazırlıklar cuma namazının hemen ardından başlıyor. Teyzeler kazanları kuruyor, amcalar ateşleri yakıyor, çocuklar odunları getiriyor. Menüde kavurma var. Burada kavurma haricinde başka türlü yemek bulmak zaten oldukça güç. İklim ve kış mevsiminin uzun sürmesinden dolayı sebze, meyve pek bulunan ürünler değil, o yüzden memleket neredeyse sadece et ile besleniyor. Akşama doğru civar köylerden gelenlerle birlikte cami dolup taşıyor. Sofralar erkekler için arka saflara yere kuruluyor, kadınlar için de aşağıdaki odalar hazırlanıyor. Herkes bir işin ucunu tutarken ben de etrafta fır dönüp buranın havasını tam olarak hissetmeye çalışıyorum.

Tonyukuk Anıtları.

Önce namaz vakti. Saflar diziliyor, önde erkekler hemen bir saf arkasında kadınlar. Arkada ve yanlarda yemekler hazır olduğu halde sofralar kurulu. Manzaraya hayranlığımla donup kalıyorum, birkaç kare fotoğraf çekmem gerek. Bu anı unutamam. Cemaate yetişiyorum, namaz bitiyor, sakince eller duaya açılıyor. Ne uzun ne kısa duadan ve şükrandan sonra sofraya buyur ediliyor.

Sofrada herkesi görebileceğim bir yer buluyorum kendime. Bir yandan ekmekleri paylaşırken bir yandan bu uzak coğrafyadaki insanların ihlaslı yüzlerine dalıyorum. Acaba buradaki az sayıda Müslüman, global türbülansın hem coğrafi hem politik olarak dışında yaşamanın avantajını yaşıyor olabilir mi? Tam olarak bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var: Ben o türbülansa geri dönüyorum.