Peçeli Peygamber: el-Mukanna

AHMET MANSUR TURAL
Abone Ol

Abbâsîler devrinde Maveraünnehir bölgesinde Tanrının kendisine hulul ettiğine iddia ederek kendini Tanrı ilân eden Hâşim b. Hakîm'in (ö.778) yahut daha bilinen adıyla "Peçeli Peygamber"in ilginç hikâyesi...

Hatlan’dan dönüp geldin! Harap bir yüzle geldin! … Kupkuru bir serçe gibi geri dönüp de geldin!

*737’de Hatlan isyanını bastırmaya giden Horasan Emiri Esad bin Abdullah’ın bozgunu sonrası Belhlilerin söylediği türkü. [1]

*

Fransız İmparator Napolyon Bonapart, 1787’de el-Mukanna hakkında ''Le Masque Prophète'' (Peçeli Peygamber) adlı kısa bir hikâye kaleme almıştır.

Fransız Devrimi’nin arifesinde Napolyon Bonapart, belki de Robespierre, Marat gibi devrim şehitlerinin kaderlerini sezinlemiş olacak ki, hiç yoktan yere 1787 yılında o güne kadar kendi topraklarında bile kimsenin ilgisini çekmemiş bir ismi bulup çıkartarak kitlelerin fanatizmini, sahte mesih aşklarını, siyasî sahtekârlıklarını göz önüne seren bir masal kaleme aldı. Bu masalın adı Peçeli Peygamber’di. Tümüyle tesadüfi değildi belki de Peçeli Peygamberi, yani el-Mukanna’yı konu alması. Zira, kendi ulusunun dehşet bir Burbon zulmü altında inlediğini görmüş, aynının ötekisi bir Korsikalı olarak Emevîlerin hükümranlığını sonlandıran Horasan kökenli Ebû Müslim hareketinin ardılı olan bu isyanda kendi aksiyle, hiç de istemediği bir aksiyle karşılaşmıştı.

Vali Haccâc ve Halife II. Mervân’ın altında ezilen, yeni yeni İslâm’ı benimseyen yahut hâlen Zerdüştî/Mazdekî'de direten topluluklar, Abbâsî ailesinin kışkırtmasıyla Ebû Müslim etrafında birleşmiş ve İslâm dünyasını kökünden değiştirecek bir devrim fitilini ateşlemişlerdi. Tıpkı yüzyıllar sonra Fransız Devrimi’nde de halkın XVI. Lui’ye karşı isyan edeceği gibi. Oysaki Napolyon’un bu masalında zafiyet gösterdiği şey, hissettiği devrimin ne ortaya çıkışı ne de boyutuydu. Aksine, bunlardan memnun bile sayılabilirdi. Onu en çok alakadar eden husus, kendi devrimlerinin de üreteceği sahte mesihlerdi. Kendisine bir uyarı olarak kaleme aldığı Peçeli Peygamber, Robespierre gibi devrimin çocuklarının da ötesinde kendisinde tecelli etti. Tıpkı Horasanlıların ilahı Ebû Müslim’de değil de onun halefi el-Mukanna’nın suretinde araması gibi. Böylece ölümleri de suretleri kadar tumturaklı olmasa da bir o kadar soluk kesici oldu.

Napolyon’dan Thomas Moore’a, Moore’dan Jorge Luis Borges’e kadar Batı’da kalburüstü birçok ismin yakından ilgisini çekmiş Peçeli Peygamber aslında Ebû Müslim hareketinin ardından ne Sinbâd el-Mecûsî’nin iki yüzlü isyanına (bir taraftan dönemin Müslüman olmuşlarına dönük Hz. Ali’nin torunlarını başa geçirme vaadi, bir taraftan dönemin Mecûsîlerine dönük Kâbe’yi yerle bir ederek İslâm’ı ortadan kaldıracak Ebû Müslim merkezli bir din kurma vaadi) ne de Şerîk bin Şeyh’in Abbâsîleri ortadan kaldırarak Peygamber soyunu halife kılmaya dönük isyanına destek vermişti.

8. yüzyılda Maveraünnehir bölgesi ve başlıca yerleşim yerlerinin haritası.

Ebû Müslim’in önemli bir komutanı olarak Emevîlere karşı ayaklanmış el-Mukanna’nın onun ölümünün ardından kendi ilahlığını ilân edinceye kadar tam olarak ne yaptığını bilemiyor, neden kendi hedefleriyle örtüşen bu isyanlara destek vermediğini kestiremiyoruz. Ancak, hayat hikâyesinden bildiğimiz kadarıyla, her ne kadar Taberî tarihi başta olmak üzere önemli Abbâsî merkezli tarihçiler ona büyücülüğü yakıştırmış olsa da, dönemin Maveraünnehir’inde Zerdüştlük ve Mazdekçilikten kaynaklı oldukça ilerlemiş simya ve fizik ilmiyle uğraşması onu bu isyanlara karşı temkinli davranmaya, onlardan dersler çıkarmaya ve doğru zamanla doğru yeri bulmaya itmiş olacaktır. Zira, hayatı simyevî algılayan bir kimsenin elementlerin yanlış yerde ve zamanda temas etmelerinin doğuracağı sonuçları kestirmesi hiç de güç olmasa gerek. Hele ki Ebû Müslim’in de Şerîk bin Şeyh isyanına henüz zamanı değil diyerek karışmaması onun hem sözü geçen isyana hem de Sinbâd isyanına katılmamasının ana sebeplerinden biri olabilir. Yoksa desteklemediğinden değil.

Hele ki Sinbâd’ın Mecûsîleri isyana katmak için kullandığı tezi El-Mukanna’da da görmemiz, onun gerçekten bu isyanları yakından incelediğini, ileride başlatacağı ayaklanmada da aynı hataları yapmama çabasını gözler önüne serer. Zira Sinbâd, Ebû Müslim öldürüldükten hemen sonra onun uzun zamandır planladığı bir ayaklanmaya kalkışmıştı.

Özellikle II. Mervân’dan beri ağır vergiler altında ezilen Horasan halkları küçük-orta çaplı isyanlar çıkartıyorlardı.

Hatta yer yer bu isyanlarda bölgedeki tüm Arapların öldürüldüğü de vakiydi. Bunlar üzerine Kuteybe bin Müslim, Taberî’nin anlattığı üzere, Maveraünnehir’in tamamında kontrolü sağlamak adına yerel yönetimleri, Müslüman olup olmamalarına bakmaksızın yerli komutanlara bıraktı. Hayali, Mevaraünnehir merkezli bir ordu kurmak ve Arap valiler yerine yerli valiler yoluyla vergi problemini çözmekti. İşte Ebû Müslim bu dönemde sivrilmiş bir kişiydi.

  • Kuteybe bin Müslim, her ne kadar Hilafet’e sadık görünse de, Arap hâkimiyetini alaşağı edip Horasan merkezli bir yönetim kurma hayali vardı.

Bu emelini Emevîlere karşı isyanı sırasında, her ne kadar İbrahim İmam’dan destek alıyor olsa da Hz. Ali’nin soyuna hilafeti üç kez teklif etmesinde de rahatlıkla görebiliriz. Çünkü Abbâsîlerdense kendince hükmetme yetkileri daha kısıtlı, siyasî oyunlar peşinde koşmayacak, bu sebeple de devrilmesi çok daha kolay olacak Ehl-i Beyt merkezli bir hilafet istiyordu. Aynı motivasyonu Şerîk bin Şeyh isyanında da gösterdi Ebû Müslim’e yakın isimler. Hilafeti Hz. Ali soyuna verme vaadi yalnızca Emevî zulmünden bıkmış Mecûsîleri harekete geçirmekle kalmayacak, aynı zamanda Müslüman gruplardan da destek alarak İslâmî bir meşruiyet kazandıracaktı. Ancak eylemde bu meşruiyet kazandırma çabası suya düşüp gitmişti.

  • Bu sebeple el-Mukanna, Maveraünnehir merkezli gerçek bir isyanın Arap kabilelerinden birini diğerine tercih etmek yerine doğrudan tüm Arap kabilelerine ve İslâm’a karşı olması gerektiğini düşünüyordu.

Horasan ve Maveraünnehir halkının Arap Abbâsi Halifeliği hâkimiyetine karşı tepkisini İslâm karşıtı ideolojik bir hareket hâline getiren el-Mukanna, tüm bölgeyi etkisi altına alarak yirmi yıla yakın bir süre devam eden bir isyanı ateşlemişti. (Çizim; Thomas Moore’un, 1817'de el-Mukanna’nın hikâyesini yazdığı Lalla Rookh eserinden)

Şerîk bin Şeyh’ten sonraki Sinbâd isyanının da yalnızca 70 gün sürmesinin ana sebeplerinden biri olarak bunu görüyor olması, Sadriddin Aynî’nin de el-Mukanna’yı değerlendirirken ortaya sürdüğü önemli tezlerden biriydi. Zira, el-Mukanna İsyanı, yani Mübeyyezâ Hareketi, yalnızca birkaç gün değil, yıllarca sürüp gidecekti. Bunun ana sebeplerinden biri, tüm Arap güçlere karşı eski inanışların yeni bir din içerisinde tecellisiyle yerel halkı tümüyle kendi taraflarına çekebilmiş olmasıydı Peçeli Peygamber’in.

İsyan etmesinin sebebini aşağı yukarı anlamış olsak da Peçeli Peygamber’i her birimiz için asıl ilgi çekici kılan husus neden isyan ettiğinden ziyade isyanını üzerine inşa ettiği simyevî dini ve bu dine meşruiyet kazandırmak için gerçekleştirdiği mucizelerinin farkında olmasak da toplumsal bilinçaltımızda ettiği yerdir. Ne Ebû Müslim ne Şerîk bin Şeyh ne de Sinbâd el-Mecûsî hareketlerinin üzerimizde el-Mukanna’nın bıraktığı etki kadar bir etkisi olmamıştır. Hele ki edebiyat âlemi yoluyla derinden etkilemiştir mucizeleri bizleri.

  • Sadece Napolyon, Borges yahut Thomas Moore yoluyla ithal bir etkilenme değildir bu, aksine Farsça yoluyla divan şiirimizin muhayyilesine de akıtılmış bir efsundur el-Mukanna. Semerkand Sûzenî’nin, Hâkânî Şirvanî’nin, Nizamî’nin, Furuği Bestami’nin mısralarında onun astronomik mucizelerine sıklıkla atıf da bulunulur, hatta el-Mukanna’nın kuyuda ayı yaratması Hz. Yusuf’un kuyuya düşmüş bir ay olarak divan şiirinde önemli bir metafora dönüşmüştür.

Peki o halde tam olarak kimdir bu el-Mukanna?

Doğum tarihi hakkında güvenilir hiçbir bilgiye sahip olmadığımız bu şahsiyet hakkında bilebildiğimiz en eski bilgi onun Belh ve Merv arasında Kozan adlı bir köyde doğmuş olmasıdır Sadriddin Aynî’nin aktardığı üzere. Gerçek ismi Hâşim’di. Babasının Horasan ordusunda bir komutan olduğu düşünülüyor. Nerşahî Tarihi’nin naklettiği üzere, küçüklüğünde yeni dokunmuş kıyafetleri beyazlaştırmak için onları bir nevi kimyasallarla yıkayıp çiteleyerek para kazanıyordu. Aslında simyayla ilk ilişiğini de bu şekilde kuruyor olsa gerekti. Sonrasında ise simyayla bu şekilde karşılaşmasından doğmuş merakı kendisini kitaplara itmiş olacak ki her bulduğunu okumaya konularak özellikle Mazdekçilik, büyü, simya, fizik gibi hususlarda kendisini geliştirmişti. İleride gerçekleştireceği isyanı sırasında da her birinden, özellikle simya ilminden çok ciddi biçimde faydalanacaktı.

Bunun en net örneği az evvel de değindiğimiz “kuyuda ayı var etme” hadisesiydi.

  • Nerşahî’nin anlattığına göre, Mukanna kendisine inanmak için mucize isteyenlere ayı bir kuyuda var etmeyi vaad etmiş. Kuyuya civa karıştırarak 2 fersah (16 kilometre) öteden dahi ışıl ışıl parlayan bir ay silüeti yaratmış orada. Böylelikle Sinbâd’ın isyanı sırasında ileri sürdüğü, Ebû Müslim’in bir güvercin olarak İmam-ı Zaman’la konuşmaya gittiği tezini geliştirerek Ebû Müslim’in vahyi kendisine getirdiğini ve kendisinin Allah’ın tecellisi olduğunu ileri sürmüş yaratım gücünü delil göstererek.

Suretini güneş, peçesini de kendine ay eyleyen el-Mukanna’nın peçe kullanmasının asıl sebebi ilahlık iddiasındandır.

Bunun yanı sıra, yine benzer bir şekilde Ravzatü’s-Sefâ’nın Hâfız-ı Ebrû Tarih’inden aktardığı üzere, Şehr-i Sebz’e yakın, Hisar Dağlarında bulunan Senâm tepesindeki kalesinin içinde iki ay boyunca 140 kilometre öteye dahi ışık saçan yeni bir ay yaratmıştı. Birbirine benzeyen bu her iki hikâyeden de, birbirlerinin varyasyonları olsalar dahi, insanların neden Mukanna hareketine katıldığını, onu neden ilah olarak gördüklerini ve simya ilmini insanları etkilemede nasıl da kullandığının cevabını rahatlıkla bulabiliriz. Tıpkı Nizami’nin şu mısralarında insanların, aslı varken Mukanna gibi yalancı peygamberlerin ardında sahte ayları aramalarından dem vurduğu gibi:

روزی از وی طﻠﺐ ﻧﮫ از ﻣﮑﺴﺐ / از ﻓﻠﮏ ﻣﺎه ﺟﻮ ﻧﮫ از ﻧﺨﺸﺐ

[O’ndan iste dünyalığını, malından değil / Ayı gökte bul, Nahşeb’de değil] - (Fasl fi'el-rızk)

*

اﮔﺮ ﺟﺎی ﺗﻮ را ﺑﮕﺮﻓﺖ ﺑﺪﺧﻮاه / ﻣﻘﻨﻊ ﻧﯿﺰ داﻧﺪ ﺳﺎﺧﺘﻦ ﻣﺎه

وﻟﯽ ﭼﻮن ﭼﺎه ﻧﺨﺸﺐ آب ﮔﯿﺮد / ﺟﮭﺎن از آھﻨﯽ ﮐﯽ ﺗﺎب ﮔﯿﺮد؟

[Eğer art niyetli senin yerini alırsa / Mukanna da ayı nasıl yaratacağını biliyor Ama Nahşeb’in kuyusu da su alır / Dünya ne zaman demirden yansır?] [2] - (Hüsrev ü Şirin, CXI. Kısım)

Ancak Mukanna’nın efsaneleşmiş kişiliğini yalnızca bu kadara indirgemek büyük bir hata ve naiflik olur.

Onun mitini ve neden aya karşı özel bir ilgi duyduğunu anlayabilmek için ismine eğilmemiz gerekir.

Söylediğimiz gibi gerçek ismi Hâşim’dir. Oysaki Mukanna, Arapçada örtülü anlamına, yani peçeli peygamberanlamına gelmektedir. Yani Mukanna’nın bu ismi alma sebebi yüzünü insanlardan gizlemesinden kaynaklanmaktaydı. Jorge Luis Borges, büyülü gerçekçi iki hikâyesinde bunun sebebini yüzünde bir cüzzam bulunmasına ve bunu saklamasına bağlasa da, İslâm tarihi genellikle kelliğine ve yüzünün çirkinliğine indirgemiştir bunun sebebini. Oysaki Sadriddin Aynî’nin de dediği üzere, bu açıklama Abbâsî tarihçilerinin bir karalama kampanyasından başka bir şey gibi görünmez, zira kellikten dolayı peçe takmak çok da mantıklı bir argüman değildir. Hele ki peçe taşımaya başladığı tarihe dikkatlice bakarsak bunun sebebini daha açıkça kavrayabiliriz.

Nerşahî’nin aktardığına göre, Mukanna Ebû Müslim’in katlinden sonra tutuklanmış ve hapse atılmıştır. Hapisten çıktıktan sonraysa peçe takarken Merv’e giderek etrafındakilere “Kim olduğumu biliyor musunuz” diye sormuştur. Onların “Hâşim bin Hakîm” demesinin üzerine “Hayır, ben Hâşim bin Hakîm değilim! Yanlış. Ben sizin ve bütün dünyanın Allah’ıyım. Sizleri insan olarak yaratan ben; İbrahim’in, Muhammed’in, Ali’nin, Ebû Müslim’in ve tekrardan şu an gördüğünüz kişinin suretinde sizlere gelmiş olan Yaratıcınız benim!” demiştir. Revzatü’s-Sefâ’nın da Mukanna’ya atfettiği bu iddiada da görebileceğimiz gibi

Mukanna’nın peçe kullanmasının asıl sebebi ilahlık iddiasındandır. O, suretini güneş; peçesini ay eylemiştir.

Mazdekçilik, büyü, simya, fizik gibi hususlarda kendisini geliştiren el-Mukanna, isyanı sırasında da her birinden, özellikle “kuyuda ayı var etme” hadisesinde simya ilminden ciddi biçimde faydalanmıştır.

Zira, kendisinden önceki diğer tecellilerinin aksine kendisini hiç açıklamamış, ancak Mukanna tecellisinde açıkladığı için insanların onu görmesinin ölümleri anlamına geleceğini ileri sürmüştür, tıpkı güneşe bakan gözün kör olacağı gibi (Hz. Musa’nın dağın depremini görmesinden bile bayıldığı fikrine kendini dayandırtmış olması da bu açıdan gayet muhtemeldir).

Hele ki bunu destekler nitelikte başka bir mucizesini (!) de göz önünde bulundurursak peçe takmasının güneş-ay karşıtlığı içerisinde ilahlığını meşru kılma çabası olduğunu daha rahat anlayabiliriz. Sadriddin Aynî’nin ifade ettiğine göre Mukanna üzerine en güvenilir eser olan Nerşahî Tarihi’nde anlatıldığı kadarıyla (en güvenilir olma sebebi de Nerşahî’nin Mukanna’nın kalesine yakın bir köyde onun ölümünden sonra doğmuş olmasıdır), 50 bin kişilik Maveraünnehirlilerden ve Türklerden oluşan ve ona inanmaya hazır bir ordu Mukanna’nın kalesinin önüne gelip ona iman etmek için onu görmek istediklerini bildirirler. Mukanna’nın “Beni görürseniz ölürsünüz!” demesine rağmen “Biz seni görmek istiyoruz, ölürsek de ölelim!” derler. Bu cevap karşısında Mukanna onlara bir başka gün gelmelerini ve o gün kendi suretini görebileceklerini söyler. O gün gelip çattığında, iç sarayında kendisiyle beraber yaşayan yüz cariyeye güneş ışığını birbirlerine yansıtacak biçimde ellerinde birbirlerine dönük yüz ayna tutmalarını emreder. Güneşin doğmasıyla yüz aynadan yansıyan ışık tüm âlemi ışığa boğar. Ve onu görmeye gelenler, onun suretinin mutlak nurdan olduğuna hükmederek ona inanırlar. Böylelikle Mukanna peçenin ayı, suretininse güneş olduğunu onlara kabul ettirir. Hele ki güneş ve ayın ilahlığına inanan Mazdekîler için ne de kolaydır buna inanmak.

Elbette ki ilahlık iddiası sebebiyle peçe takması, kendini meşru kılmak için sonradan uydurduğu bir özür olabilir. Belki de İslâm tarihçilerinin söylediği gibi çok çirkin yahut Borges’in hayal ettiği gibi cüzzamlı olabilir. Ama meşruiyetini buradan sağlaması dolayısıyla bu açıklamaların pek de bir mühimmiyeti kalmaz ne günümüzde ne de o gün. Bunların yanında belki en mantıklı açıklama, Sadriddin Aynî’nin ileri sürdüğü politik sebeplerle kendini gizleme çabası olabilir. Ancak hâlihazırda herkesin kim olduğunu biliyor olması ve de hapse girmeden önce yüzünü tanıyor olmaları bu açıklamanın da sahiciliğine gölge düşürmüyor değil.

  • Mukanna tüm hayatını geçirdiği bir yörede peçe takarak kendini gizlemekten ziyade kendisine Ebû Müslim’in ölümünün ardından ilahlığın tecelli ettiğini ileri sürmek için takmış olacaktır peçeyi. Yani aslında Ebû Müslim’in ölümüne kadar sıradan bir insanken, onun ölümünden sonra “artık Hişâm bin Hakîm” değil, Yaratıcı’ya, yani el-Mukanna’ya (Peçeli) dönüştüğünü söylemeye çalışır.

Ki peçenin, suretinin nurunu hâlen yayan, ancak insanların bakabildikleri ayla örtüşmesi ve kuyularda ayı var etmesi onun bu tercihinin semyotik bir açıklaması olabilir. İşte, bu sebeple peçelidir el-Mukanna. İşte, peçe sayesinde kendine Yaratıcı diyebilmiştir.

Bu arada ölümü de, Peçeli Peygamber’e en yakışacak biçimde gerçekleşmiştir Mukanna’nın. Ardında hiçbir iz bırakmayacak şekilde!

Bir yandan Halife el-Mehdî’nin yıllar süren yoğun çabaları sonucu Buhara, Merv gibi şehirlerde Mübeyyezâlar (Mukanna’nın bütünüyle nuru simgelemek için bembeyaz giyinen inananlarıdır kendileri Beyazı tercih etmelerinin en önemli sebebi de Ebû Müslim sonrası Abbâsîlerin siyahı devlet rengi olarak kullanmasına dayanmaktadır) mağlup olup geri çekilmek zorunda kalırken diğer yandan da el-Mukanna’nın en büyük destekçilerinden biri olan Türk Hakanı Haluk Han’ın ani bir şekilde ölümü Mukanna hareketini kökünden sarstı. Hareketi toparlayabilmek adına Türklerin desteğine muhtaç olan Mukanna, kendi saflarında savaşmaları karşılığında onlara Müslüman köylerini yağmalama hakkı tanımıştı. Ancak şunu unutuyordu ki, Peçeli halk için bir ilahtı, yani onların uzan yıllardan beri Emevî ve Abbâsî valileri altında ağır vergiler altında ezilmelerine karşı çıkan ve onları bu ağır durumdan kurtaracak kişiydi, tıpkı kendisinden önceki peygamberlerin halklarını kurtardıkları gibi. Oysaki Türklere yağma hakkı vermesi ve onların Müslüman-Mecûsî ayırt etmeksizin Semerkand gibi önemli şehirlerde bile bu hakkı kullanmaları el-Mukanna’nın meşruiyetine ciddi anlamda gölge düşürdü. Zira halk önceki zulme geri dönüldüğünü hissetmeye başlamıştı. Böylelikle de kendisi için ölmeye hazır Mübeyyezâlar yavaş yavaş dağılmaya başladı. El-Mukanna da, halifenin ordularının kalesine sonunda dayanmayı başardıklarını görünce, Taberî’nin anlattığına göre, önce yanındaki yüz cariyeye zehirli şarap içirerek ölümlerini seyretti, sonrasındaysa iç sarayda kendisiyle bulunan tek erkeği, hizmetçisi Tadran’ın boğazını keserek öldürdü ve asit dolu bir tandıra atlayarak can verdi. Geriye de kendisinden hiçbir şey kalmadı… yalnız asidin üzerinde yüzen saçları dışında.

Meşhur İslâm âlimi Bîrûnî’nin (ö. 1061) el-Âsâru'l-Bâkıyye (Maziden Kalanlar) eserindeki “el-Mukanna'nın Yenilgisi” tasviri, yıl 1307.

Bedeninin bulunamayışı, sönmekte olan Mübeyyezâ fanatiklerini tekrardan ateşlendirdi. Zira, onların gözünde göğe yükselmiş ve bir gün onları kurtarmak için geri dönecekti.

Sorabilirsiniz elbet, madem iç kalede bulunan herkes ölmüşse el-Mukanna’nın sonunu nasıl bu kadar detaylı bilebiliyoruz diye. Sebebi, Nerşahî’nin aktardığı bir tanıklığa dayanıyor. Yukarıda da söylediğimiz gibi Nerşahî bu olayların hemen ardından kaleye çok yakın bir köyde dünyaya gelmesinden dolayı çevre köylerden birinde ırgatlık yapan Ali bin Harun’dan işittiği bir tanıklığı aktarır. O, Mukanna’nın cariyelerinden birinin, ölmeyen tek cariyenin torunudur. Teberî’nin de aktardığı aynı hikâyeye göre iç saraydaki cariyelerden biri olan Yakuta şarabın zehirli olduğunu anlar ve onu elbisesinin üzerine dökerek ölü taklidi yapar. İşte, bu cariye Mukanna’nın cariyeleri zehirledikten ve Tadran’ı öldürdükten sonra aside girdiğini, öylece gözlerinin önünde hiçbir iz bırakmadan eriyip gittiğini söyler.

Kısacası, Peçeli Peygamber’in ölümü sahte peygamberlerin/ilahların sonuna en yaraşır biçimde arkasında hiçbir iz bırakmaksızın gerçekleşir. Ömrünü sunduğu simyayı olumlar biçimde o artık hem vardır hem yoktur. Tıpkı bizim muhayyilemizde hem var hem yok olması gibi. Hiçbirimiz onu tanımayız, belki ismini de duymamışızdır ama hâlen toplumsal bilinç altımızda onun izleriyle karşılaşırız. Kısacası onu bulmak isterseniz, bilincin kuyusundan başka yere bakmak beyhudedir, tıpkı Ferruhî-ye Sîstânî’nin şiirlediği gibi:

ﻣﺎه را ﮔﺮ ﺧﻼف او طﻠﺒﺪ / ﻣﻄﻠﺐ ﺟﺰ ﺑﮫ ﭼﺎه ﻧﺨﺸﺐ ﺑﺎز

[Eğer ay şahın dilediğinden başkasını dilerse / Ayı Nahşeb’n kuyusunda bul] (Ahmed bin Hasan Meymendi’ye Kaside)

***

[1] Hem bu türkü için hem de daha detaylı bir Mukanna portresi için Sadriddin Aynî’nin Tacikistan’ın Milli Destanları: al-Mukanna İsyanı’na bakınız.

[2] Bu çalışma için Nizami’nin bu mısrasını tercüme eden Zeynep Velina Yazıcı’ya sonsuz teşekkür ederim