Nasser's Rock'N'Roll
20. yüzyılın başlarında Kavalalı Hanedanı’na mensup İkinci Abbas Hilmi Paşa tarafından idare edilen Mısır, Hidiv’in (O dönemler Mısır’ı yönetenlere verilen unvan) büyük dedesi Kavalalı Mehmet Ali Paşa döneminde başlayan “Batılılaşma” hareketinin sancılarını çekiyor; Doğu’daki hâkimiyetinden taviz vermek istemeyen İngiltere’nin işgali ve dayatmaları, yaşanan sıkıntıları daha da içinden çıkılmaz hale getiriyordu.
1798’de Fransız işgaliyle başlayan yeni süreçte oluşan boşluktan istifade ederek bölgede mutlak bir hâkimiyet kuran Mehmet Ali Paşa’nın yaklaşık 40 yıllık iktidarının ardından bir türlü toparlanamayan ülke, kendisini içine çeken kaosa karşı koyamıyor; günden güne büyüyen yapısal ve ekonomik problemler altında eziliyordu.
İngilizler, 1914’de Almanya’nın yanında Birinci Dünya Savaşı’na katılan Osmanlı’nın Mısır üstündeki haklarını artık tanımadıklarını ilân etmiş; İkinci Abbas Hilmi’yi görevinden uzaklaştırıp yerine amcası Hüseyin Kamil Paşa’yı getirerek, uzun zamandır dolaylı yollardan etkili olan nüfuzlarını şimdi direkt olarak kullanacaklarını göstermişlerdi.
“Mısır ve Sudan Sultanı” unvanıyla koltuğa oturan Hüseyin Kamil’in üç yıldan daha kısa süren hükümdarlığının ardından Ekim 1917’de koltuğu devralan kardeşi Fuad da İngilizlere karşı herhangi bir etki gösterememiş; işgal karşıtı söylemleriyle epeyce taraftar toplayan Saad Zağlul liderliğindeki Vefd Partisi’yle mücadeleye girişmeyi tercih etmişti.
Mısır, 5 yıllık bu mücadele döneminin ardından İngiltere’nin tek taraflı ilânıyla “bağımsızlık” kazandığında bu kez “kral” unvanıyla tahta çıkan Fuad’ın, sokaklardan yükselen milliyetçi nidalara kulak vermek yerine, Kubbe Sarayı’nda etrafını saran kalabalığın İngiliz menşeili “hafif Batı müziği” eşliğinde raks etmekten başka şansı olmayacaktı.
*
1930’lu yılların sonuna doğru patlak veren İkinci Dünya Savaşı, Mısır’ı da doğrudan etkisine almış; İngilizler, Afrika üzerinde hâkimiyet kurmaya çabalayan İtalyanlarla adeta bir üs haline getirdikleri Mısır üzerinden çarpışmaya girişmişlerdi. Nisan 1936’da Kral Fuad’ın ölümüyle yerine geçen oğlu Faruk’un döneminde kendi içindeki problemlerle boğuşmaktan yorgun düşen ülke, şimdi de savaşın yıkıcı etkisini hissetmeye başlamıştı.
Henüz 16 yaşında tahta çıkan genç ve tecrübesiz Faruk’un sorunlara çare üretmekten uzak hali ve sefahate olan düşkünlüğü karşısında hepten ümitsizliğe kapılan Mısırlıların imdadınaysa, siyasî ve askerî cemiyetlerin dışından bir isim yetişmişti: Ümmü Gülsüm.
Kral Faruk’un tahta çıktığı dönemlerde yıldızı parlayan Ümmü Gülsüm, efsunlu sesi ve kederli güfteleriyle Mısır halkının yaşadığı sıkıntıların dışa vurulmasında ve böylelikle biraz olsun hafiflemesinde rol oynuyor; adeta, gün geçtikçe artan dertlerin altında daha da ezilen ahalinin sesi haline geliyordu.
40’lı yılların ortalarında İngiliz tahakkümü, Filistin coğrafyasına Yahudi göçü, sosyal ve ekonomik çıkmazlar ve tüm bunlara çare üretmekten uzak bir kraliyet yönetimi gibi pek çok sorunla boğuşan Mısır’da, gerilim de bir yandan tırmanıyordu; bilhassa başta Kahire ver İskenderiye olmak üzere birçok şehirde yaşayan Yahudiler, bu gerilimin odak noktasına oturuyordu.
Her ne kadar artık Mısırlıların sesi olan Ümmü Gülsüm’ü Kubbe Sarayı’nda ağırlayıp kendisine özel konserler verdirse de, Kral Faruk, tebaasının sesini işitmekten imtina ediyor ve babasından devraldığı raksı sürdürmekte kararlı görünüyordu. Ancak birkaç yıl sonra hemen yanı başında bir Yahudi devletinin kurulmasıyla kopacak gürültü, hem kendisini hem de ülkesini derin bir uğultunun içine çekecekti.
*
14 Mayıs 1948’de Rotschild Bulvarı 16 numaradaki tiyatro salonunda İsrail’in yeni bir devlet olarak kurulduğunun ilân edilmesiyle birlikte patlak veren Arap-İsrail Savaşı, beklenmedik bir şekilde sonuçlanmış; Mısır, Ürdün, Suriye, Irak ve sonradan bunlara katılan Suudi Arabistan’dan oluşan ittifak, bu çiçeği burnunda devlete karşı büyük bir hezimet yaşamıştı. Her ne kadar devlet adamlarının bir kısmı bu savaşa gönülsüz katılsa da bölge halkının kahir ekseriyeti “Filistin coğrafyasında kurulacak bir Yahudi devletini yok etmek” iddiasıyla girişilen mücadeleyi desteklemiş ve kuvvenin fiile dönüşeceğine kesin gözüyle bakmıştı.
Alınan bu kesin mağlubiyet sonrası derin bir hüsrana kapılan ve kendi içlerinde sorgulamalara başlayan Arap halkları, alınan mağlubiyetin faturasını idarecilerine kesiyor ve adeta yanı başlarında patlayan bombanın etkisiyle gömüldükleri uğultunun içinde, ülkelerine dair ümitlerini yeşertecek yeni sesler duymayı bekliyorlardı. 1948 Arap-İsrail Savaşı’nın en şiddetli zamanlarına denk gelen günlerde, Gazze cephesinde İsrail güçleriyle karşı karşıya gelen Mısır askerleri, görece başarılı sonuçlar elde etmişti.
Henüz 30 yaşında genç bir subayın komuta ettiği Mısır Ordusu 6. Piyade Taburu, Faluce köyü civarında Haganah militanlarıyla girilen çatışmalarda oldukça kararlı bir savunma yapmış; diğer cephelerden gelen mağlubiyet haberleri ve teknik imkansızlıklara rağmen direnişi sürdürmüştü. Yaklaşık bir yıl devam bu çetin mücadelenin ardından, Şubat 1949’da geri çekilen ordu, Faluce ve civarında yaşayan 3 bini aşkın Filistinlinin güvenliğini ve mülkiyet hakkını garanti altına almayı başarmış; eldeki imkanlar nispetinde oldukça iyi iş çıkarmıştı.
Mısır ve İsrail arasında imzalanan mütareke gereği bölgeden ayrılan 6. Piyade Taburu’nda görevli askerler, evlerine döndüklerinde adeta birer kahraman gibi karşılanıyor; başlarındaki genç subaysa “Kral Fuad askerî nişanı”na layık görülerek “Faluce Kaplanı” unvanıyla anılıyordu. Savaştan daha evvel baş gösteren ve gün geçtikçe büyüyen diğer sorunların da etkisiyle kulaklarındaki uğultu dayanılmaz boyutlara ulaşan Mısırlıların beklediği karar sesini, İsrail’le yapılan savaşta lokal başarılar kazanan genç subaylar vermeye başlamıştı.
*
1798’de Napolyon Bonapart komutasındaki Fransız işgaliyle başlayan ve onlarca yıl devam eden buhranın ardından 1950’li yıllara gelindiğinde, İkinci Dünya Savaşı sonrası ülkeden çekilme sözlerini tutmayan İngilizlerin Kubbe Sarayı üzerinden dayattığı hafif batı müziğinin detone hali artık Mısırlılardan itibar görmüyor; ahali, Ümmü Gülsüm’ün efsunlu sesinin tesirine kapılmaktan geri duramıyordu.
Asker içinde başlayan kaynamanın fokurtusu, kulağı keskin olanlarca işitiliyor; cepheden görece başarıyla dönen bazı subaylar, postallarını daha gürültülü basıyordu.
Bu ağır tablo karşısında yeni şeyler söylemeye çabalayanlar devlet eliyle tasfiye ediliyor; etkili olmaya namzet hareketlerin sesi, Müslüman Kardeşler’in lideri Hasan el Benna’ya yapıldığı gibi suikastlarla ya da ağır hapis cezalarıyla feryada çevriliyordu. Mısır, bir kakofoniyi andırıyordu.
Ancak kısa bir zaman sonra Mısır’da bütün sesler kesilecek; “Faluce Kaplanı” Cemal Abdunnasır’ın Kahire sokaklarında “tıngırdamaya” başlayan Rock’N’Roll’u, hemen tüm Arap coğrafyasında yankı bulacaktı. Tarih, Mısır’ı bambaşka bir yola çağırıyordu.
***
Ocak 1952’de İsmailiye’deki İngilizler ve yerli halk arasında patlak veren çatışmalar, Mısır’da uzun süredir devam eden sıkıntıları gözle görünür kılmıştı. Başbakan Nehhas Paşa’nın olaylardan kısa süre önce, İngiltere’nin ülkedeki hâkimiyetini devam ettirmesinin sebebi olarak gösterilen 1936 tarihli anlaşmayı tek taraflı olarak feshetmesi, Mısırlıları cuşa getirmiş; sokağa dökülen halkı bastırmak maksadıyla harekete geçen İngiliz güçleri, 25 Ocak günü gösterilere şiddetli bir müdahale gerçekleştirmişti.
Kral Faruk yönetiminin kendi halkından değil de İngilizlerden yana tavır takınarak Mustafa Nehhas Paşa’yı görevden alması ve yerine Ali Mahir Paşa’yı ataması, ümitsizliği artırmış; yeni başbakanın da İngiliz tarafıyla bir süre devam eden görüşmelerin ardından, Mısır lehine netice alınamayacağını anlayarak istifa etmesi, bardağı taşırmıştı. Mısır halkı, ihtilalden başka bir çözüm yolu kalmadığını düşünüyordu ve birileri, halkın bu beklentisini karşılıksız bırakmamak için gizliden gizliye çalışıyordu.
1948’deki savaştan oldukça itibarlı çıkmayı başaran Cemal Abdunnasır, savaş sonrası askerî akademide öğretim görevlisi olarak çalışmaya başlamıştı. Yeni vazifesi sebebiyle oldukça geniş bir etki alanına ulaşan Abdunnasır, bu durumu lehine kullanmaktan imtina etmemiş ve birlikte görev yaptığı Zekeriya Muhiddin, Abdulhakim Amir ve Enver Sedat gibi isimlerle birlikte ordu içinde illegal bir oluşumun temellerini atmıştı: Hür Subaylar Hareketi. İtibarı yerle bir olmuş sefahat düşkünü bir krala karşı hiç zorlanmadan taraftar toplayan hareket, nüfuz alanını yeterince genişlettiğinde düğmeye basacak ve monarşiyi devirme hayaliyle yanıp tutuşan Abdunnasır, bu hayalini gerçekleştirecekti.
1952’nin ilk günlerinden itibaren önce İsmailiye’de başlayan ve daha sonra Kahire başta olmak üzere diğer şehirlere sıçrayan olayların neticesinde Temmuz ayına gelindiğinde gerilim hat safhaya ulaşmıştı. 23 Temmuz 1952 Çarşamba sabahı harekete geçen Hür Subaylar Hareketi, kısa sürede başkent Kahire’de kontrolü sağlamış; Kral Faruk’a yakınlığıyla bilinen General Muhammed Necib ikna edilerek darbenin başına geçirilmişti. Çok geçmeden Kahire Radyosu darbecilerin kontrolüne girmiş; yaşananları idrak etmeye Mısır halkı, heyecanla radyolarının başına geçtiklerinde malumun ilamıyla karşılaşmıştı: “…Ordu tarafından girişilen bu hareket yalnızca krallığa değil, aynı zamanda yolsuzluk ve diğer suçlara bulaşanlara karşı tertiplenmiştir...”
Aynı günün akşam saatlerine doğru yazılı bir açıklama yapan Kral Faruk, darbecilerin tüm şartlarını kabul ettiğini duyurmuş ve akıbetine razı olmuştu. “Hür Subaylar” ise bununla yetinmeyerek Faruk’un tahttan çekilmesi gerektiğini savunuyor ve müzakereleri bu yönde sürdürüyorlardı. Üç gün boyunca devam eden görüşmelerin ardından, 26 Temmuz’da Kral Faruk, oğlu Fuad lehine tahttan çekildiğini ilân eden belgeyi imzalamış ve Mısır’ın yeni kralı henüz 6 aylık bir bebek olmuştu. Ancak İkinci Fuad, hiçbir zaman tahta oturamayacaktı; zira aynı gün babası, annesi ve ailenin diğer üyeleriyle birlikte İskenderiye limanından kalkan Mahruse adlı yata binerek ülkeden ayrılmışlardı.
Hür Subaylar Hareketi, arzu ettiği darbeyi gerçekleştirmiş, ülke yönetimini ele geçirmişti. Kraliyet ailesinin ülkeyi terk etmesinin ardından cunta içinden seçilen isimlerden oluşturulan “İhtilal Konseyi”, geçiş sürecinde ülkenin yönetimini, konseyin en yaşlı üyesi Muhammed Necib de konseyin yönetimini ele almıştı. O günlerde perde arkasında kalmayı tercih eden Cemal Abdunnasır, gün geçtikçe etkisini hissettirmeye başlamış ve kafasındaki Mısır’a gidecek politikaları konsey eliyle hayata geçirmenin peşine düşmüştü.
Nasır ve Necib arasındaki anlaşmazlıklar, darbe karşıtlarına karşı girişilen faaliyetler ve ülkede giderek artan baskılarla geçen bir yılın ardından, 18 Temmuz 1953’de Mısır’da kraliyet yönetimine son verilmiş ve cumhuriyet ilân edilmişti. Yeni yönetim sisteminin ilk cumhurbaşkanı olarak koltuğa oturan Muhammed Necib, aynı zamanda başbakanlık görevini de üstlenmiş; nihayet resmi bir görev alarak perdenin arkasından çıkan Cemal Abdunnasır da başbakan yardımcısı ve iç işleri bakanı olmuştu. Elbette ki Abdunnasır, bunlarla yetinmeyecekti.
1954 Şubat’ında Muhammed Necib’in İhtilal Konseyi’ndeki görevinden ve başbakanlıktan istifa ettiğinin ilân edilmesiyle birlikte başlayan süreç, Abdunnasır’ın kesin zaferiyle sonuçlanıyor; aynı yılın nisan ayında başbakanlık koltuğuna oturan Faluce Kaplanı, planlarını birer birer hayata geçiriyordu. 23 Temmuz ihtilalinden çok daha önce içlerine girdiği Müslüman Kardeşler’in, Necib’le olan mücadelesinde rakibinden yana tavır takınmasını kabullenemeyen Abdunnasır, 1954 yılında İskenderiye’de düzenlediği bir miting sırasında patlayan silahı gerekçe göstererek harekete karşı topyekûn bir saldırı başlatmış ve Abdülkādir Ûdeh, Mahmûd Abdüllatîf, Şeyh Muhammed Fargal, Yûsuf Tal‘at, İbrâhim Tayyib gibi etkili muhaliflerini idam ettirmişti. Cemal Abdunnasır, Haziran 1956’da kabul edilen yeni anayasayla birlikte “Mısır Cumhurbaşkanı” unvanını da üstüne aldığında, ülkenin tek ve mutlak hakimi olacaktı.
Başından beri hedeflediği iktidara nihayet kavuşan Cemal Abdunnasır, Mısır’ı şahlandıracak projelere girişebilirdi artık. 1954’de İngilizlerin Kanal bölgesinden çekilmesini sağlaması, Asvan Barajı projesi için verdiği maddi kaynak sözünü tutmayan ABD’ye rest çekerek Sovyetler Birliği’ne yaklaşması ve aynı dönemlerde Cezayir’de Fransızlara karşı başlayan mücadeleye destek vermesiyle ülkesinin sokaklarında tıngırdamaya başlayan solo performansı; cumhurbaşkanı olmasının hemen ardından 1952’deki ihtilalin yıl dönümünde, 23 Temmuz 1956’da Süveyş Kanalı’nın millileştirdiğini ilân etmesiyle birlikte bütün Müslüman coğrafyasında yankılanır hale gelmiş ve Süveyş sebebiyle başlayan mücadelede İngiltere-Fransa-İsrail triosuna karşı kullanılan bombaların üzerinde yazılı bir notta temerküz etmişti: Nasser’s Rock’N’Roll (Nasır’ın Rock’NRoll’u).
29 Ekim 1956’da Mısır’a karşı başlayan saldırıların sonunda Port Sid, Port Fuad şehirleri ve Sina Yarımadası işgal edilse de Nasır’ın yükselişi durmamıştı; zira ABD ve Sovyetler’in takındığı ortak tavır ve Birleşmiş Milletler’in yaptırım tehditleri sayesinde İngiltere ve Fransa destekli İsrail birlikleri geri çekilmek zorunda kalmış ve işgal edilen topraklar yeniden Mısır kontrolüne bırakılmıştı.
Cemal Abdunnasır, cephede kaybettiği savaşı masa başında kazanmış olmanın mağrurluğuyla bu kez yepyeni bir politik hamleye girişiyor ve yürürlüğe koyduğu 5 yıllık kalkınma planıyla, millileştirme politikası ekonominin her alanına ulaşıyordu. Ülkedeki İngiliz ve Fransız şirketlerinden başlayan kamulaştırmalar, ticaretin yerli aktörlerine değin uzanıyor ve ülkenin ekonomik sistemi büyük oranda devlet kontrolüne alınıyordu. Ancak Cemal Abdunnasır’ın es vermesi için henüz çok erkendi.
Mısır’a dair planlarını hayata geçirmekte zorlanmayan Nasır, etki alanını genişletmiş ve Panarabist bir takım tahayyüllere başlamıştı. Geniş coğrafyalara yayılan bir Arap devleti kurma fikrini hayata geçirmek ve kurulacak devletin başkanlığını üstlenmek hayaliyle harekete geçtiğinde takvimler 1958’i gösteriyordu. Suudi Arabistan ve Ürdün’e yaptığı baskılardan netice alamamış; yalnızca Suriye’nin katılımıyla 1 Şubat 1958’de “Birleşik Arap Cumhuriyeti”ni ilân etmeyi ve bu yeni ülkenin cumhurbaşkanı olarak koltuğa oturmayı başarmıştı.
Aynı yılın temmuz ayında Irak ordusu içinde kendisine taraftarlık besleyen askerlerden müteşekkil bir cuntanın darbe yaparak yönetimi ele geçirmesi ve krallığa son vermesi iştahını kabartsa da kontrolü ele geçiren askerî yönetim, Sovyetler Birliği’nden alınan destek sebebiyle Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne katılmayı reddedecek ve Nasır’ın hayallerini suya düşürecekti.
60’ların başına gelindiğinde, Irak’ta yaşananlar sebebiyle Sovyetler Birliği, Şah Muhammed Rıza Pehlevi-Nasır gerginliği sebebiyle İran, Yemen’deki iç savaş sebebiyle de Suudi Arabistan’la arası açılan Mısır, içeride de oldukça hareketli günler geçiriyordu. İkinci bir kamulaştırma furyası başlatan Abdunnasır, devletin ekonomideki rolünü yüzde 90’ın üzerine taşımış ve Mısır’ı Afrika ve Ortadoğu’nun en güçlü ekonomisi haline getirmeyi başarmıştı.
Nasır, yaşanan olumlu gelişmelerin etkisiyle, daha önce ertelemek zorunda kaldığı Asvan Barajı’nı yeniden gündemine almış ve yaklaşık bir milyar dolarlık bu devasa hayalini nihayet hayata geçirmişti. Proje tamamlanıp da 21 Temmuz 1970’de Asvan Barajı su tutmaya başladığında artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
1961’in sonbaharında ordu içindeki bir grup askerin gerçekleştirdiği darbeyle Suriye’de yönetim el değiştirmiş ve iktidarın yeni sahipleri, ülkeyi, Mısır’ın dümen suyundan ayırma kararı almışlardı. Birleşik Arap Cumhuriyeti, 28 Eylül 1961’de Suriye’nin ayrılmasıyla birlikte resmen sona ermiş; Cemal Abdunnasır da siyasî hayatının ilk büyük darbesini yemişti.
Diğer Arap ülkeleriyle yaşadığı sıkıntılara şimdi bir de Suriye eklenince yüzünü Afrika’ya çeviren Nasır, bir yandan da Mısır’da kurduğu sosyalist düzeni kalıcı hale getirmeye çalıştı. Bu saikle Temmuz 1962’de Arap Birliği Sosyalist Partisi kurulmuş ve genel başkanlığına da bizzat kendisi oturmuştu. Ancak Nasır’ın bu yeni bestesi, Panarabist güftesiyle uyuşmadığı gibi Mısırlıların da kulaklarını tırmalamaya başlıyordu.
İçerideki kamulaştırma hareketleri, devlet eliyle yapılan yatırımlar ve yükselen refah düzeyiyle birlikte Mısır’daki Cemal Abdunnasır iktidarı 14 yılı geride bırakmış ve 1967’ye gelinmişti. Nisan ayında Suriye ve İsrail arasından yaşanan “it dalaşı” küçük çaplı bir savaş haline dönüşmüş ve Suriye Hava Kuvvetleri’nin 6 uçağı, İsrail güçleri tarafından imha edilmişti.
İsrail’in Suriye’yi işgale başlayacağı söylemlerine kayıtsız kalamayan Cemal Abdunnasır, İsrail’in 19. kuruluş yıl dönümü olan 14 Mayıs 1967’de Mısır birliklerinin Sina’ya girmesi emrini vermiş; iki gün sonra Mısır’dan, Süveyş Krizi’nin ardından bölgeye konuşlanan Birleşmiş Milletler Acil Müdahale Gücü’nün bölgeden tahliye edilmesi talebi gelmişti. Cumhurbaşkanı Abdunnasır’ın 22 Mayıs’ta Mısırlı pilotlara bir araya gelmesi ve burada yaptığı konuşmada Tiran Boğazı’nı İsrail gemilerine kapattığını açıklaması, savaşın iyiden iyiye hissedilmesine yetmişti.
Nihayet 5 Haziran 1967 sabahı İsrail Hava Kuvvetleri envanterindeki uçakların neredeyse tamamı birden havalanmış ve savaş, resmen başlamıştı. İsrail uçakları tarafından baskına uğrayan Mısır ordusu neredeyse hiçbir karşılık verememiş, yüzlerce Mısır uçağı hiç havalanmadan imha edilmişti. Aynı günün öğlen saatlerine varmadan, Mısır’a ait 320 uçak, İsrail pilotlarınca bombalanmış ve kullanılamaz hale getirilmişti.
Yalnızca altı gün devam eden savaşın sonunda tarihi bir hezimet yaşayan Mısır, Gazze’yi ve Sina Yarımadası’nı İsrail’e kaptırmış; ülkesini büyük bir özgüvenle savaşa sürükleyen Cemal Abdunnasır da adeta soğuk duş yaşamıştı. Faluce Kaplanı’nın kaybettiği yalnızca bir savaş olmamış; yıllar içinde inşa ettiği imaj da ellerinin arasından kayıp gitmiş ve Arap halklarının gözündeki ihtişamlı portresi, yere vurup dağılmıştı.
Abdunnasır, savaşın ardından tüm görevlerinden istifa ederek köşesine çekilmeyi düşündüğünde taraftarlarının düzenlediği gösterilere kayıtsız kalamayarak geri dönmüş ancak bambaşka bir hale bürünmüştü.
Yaşadığı hezimetin ardından eski radikal söylemlerinden uzaklaşan Nasır, görev süresinin devamında diplomatik ilişkilere ve arabuluculuk faaliyetlerine ağırlık vermeye başlamıştı. Yıllar boyu liderlerinin agresif ve gürültülü performansına kulak kesilen Mısır halkı, şimdi artık yepyeni ve daha sakin bir ses işitmeye başlamıştı: Nasser’s Soft Rock (Nasır’ın Soft Rock’ı).
***
Temmuz 1952’deki darbeyle iş başına gelen Cemal Abdunnasır, 28 Eylül 1970’de geçirdiği kalp krizinin ardından hayatını kaybettiğinde, vokalistliğini üstlendiği koronun sesi de tümden kesilmişti. Nasır’ın yerine cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Enver Sedat’ın, ilk yıllarında sosyalizme karşı verdiği mücadele ve Eylül 1973’de İsrail’e karşı kazanılan Yom Kippur Savaşı’yla kulakların pasını silmesi de gidişatı değiştirmemişti. İlerleyen zamanlarda ahalinin sesine kulaklarını tıkayan Sedat’ın Batı’ya karşı ılımlı bir tavır takınması ve İsrail’i resmen tanıması, ülkeyi yeniden hafif batı müziğinin etkisi altına almaya başlamıştı. Ancak Mısır gibi bir ülke için tek seslilik mümkün değildi.
Enver Sedat’ın Hâlid el İslâmbûlî ve arkadaşları tarafından 6 Ekim 1981’de düzenlenen suikastla öldürülmesi, peşi sıra göreve gelen Hüsnü Mübarek’in uzun yıllar devam edecek bir diktatörlük inşa etmesi, 2011’de Mübarek’in devrilmesinden sonra göreve gelen ve ülkenin ilk seçilmiş cumhurbaşkanı olan Muhammed Mursi’nin Temmuz 2013’de yine bir askerî darbeyle alaşağı edilerek hapse atılması ve Mursi’yi deviren darbenin arkasındaki isim Abdulfettah Sisi’nin ülkeyi tümden Batı’nın dümen suyuna sokması…
Nasır’dan sonraki 48 yıl içinde hemen her şeyin daha da kötüye gittiği Mısır’da, birbirine benzemeyen nice sesten müteşekkil bir kakofoni var yine. Nasır’dan bile daha evvel baş gösteren ve gün geçtikçe büyüyen sorunların da etkisiyle kulaklarındaki uğultu dayanılmaz boyutlara ulaşan Mısırlılarsa artık bir karar sesi bile beklemeksizin, 1975 yılında hayatını kaybeden Ümmü Gülsüm’ün efsunlu sesinin tesirinde yaşamaya devam ediyorlar…