İki roman, iki farklı medeniyet anlayışı

MEHMED MAZLUM ÇELİK
Abone Ol

Hayy bin Yakzan ve Robinson Crusoe karşılaştırıldığında Robinson davranışları ve yaptıklarıyla Batı medeniyetini temsil eder. Hay ise saflığı, arayışı ve hikmete olan hayranlığı ile Doğu medeniyetinin bugünlerde kaybettiği her şeyin toplamını temsil etmektedir.

Merhum mütefekkirimiz Şerif Mardin’in ısrarla üzerinde durduğu konulardan birisi de Hayy bin Yakzan ve Robinson Crusoe romanlarının temsil ettiği medeniyet anlayışıydı. Ona göre konu itibarıyla aynı temayı işleyen bu iki roman, Doğu ve Batı medeniyetlerinin arasındaki temel ahlakî farklılıkları ortaya çıkarması açısından son derece önemliydi.

İki eserin ihtiva ettiği farklılıkları ayrıntılı bir biçimde ele almadan önce Mardin’e göre aradaki keskin farkları şöyle sıralayabiliriz:

“İki roman da benzer tecrübelere dayanır; ama Hayy tabiatı gereği masumdur, Robinson köle peşinde koştuğu bir macera sonucunda adaya düşmüştür.

Robinson adada da kölelik anlayışını sürdürür, Yakzan adada anlam arayışındadır.

Robinson zamanı ve mekânı kontrol ederek adada krallık kurar, Hayy başta coğrafya olmak üzere nesnenin mükemmel yaratılışı ve nizamına âşık olur.

Robinson adaya düştükten sonra da karakterini değiştirmez, bencil kimliğini sürdürür, Hayy ise saf iyiliğe dayanan benliğini bilgeliğe taşır.”

Şerif Mardin’e göre konu itibarıyla aynı temayı işleyen Hayy bin Yakzan ve Robinson Crusoe, Doğu ve Batı medeniyetlerinin arasındaki temel ahlakî farklılıkları ortaya çıkarması açısından önemli.

Ünlü İslam âlimi Roger Garaudy de iki eser arasındaki kesin farkları şu şekilde ortaya koymaktadır:

"Bu ıssız ada romanının Robinson hikâyesi ile hiçbir ilgisi yoktur. Robinson, adasına kendisiyle birlikte ferdiyetçiliğini, silahını, tarıma elverişli hale getirdiği tabiat ve hâkimiyeti altına aldığı Cuma üzerindeki iktidar arzusunu da getirmiştir.” (Roger Garaudy – İslam’ın Vadettikleri, Pınar Yayınlan)

Issız bir adada: Hayy bin Yakzan

Hay bin Yakzan eserinin Şerefeddin Yaltkaya ve Babanzade Reşid’e ait tercümesini Yapı Kredi Yayınları toparlayarak Ahmet Özalp imzasıyla, üstelik birbirinden güzel dipnot ve notlarla, okurlarının dikkatine sunuyor.

Eserden öğrendiğimize göre; Yakzan’ın bir diğer ismi Esrarü’l-Hikmeti'l-Meşrikiye’dir. Eser, ihtiva ettiği niteliklerle anlatı geleneğinden sıyrılarak modern romanın birçok özelliğini taşımaktadır. Bunlardan ötürü olsa gerek

  • Türk edebiyatının güçlü kalemi Ahmet Hamdi Tanpınar, Hayy bin Yakzan’ı “Müslüman âleminin tek romanı” olarak tanımlamaktadır.

12. yüzyılda Endülüslü düşünür İbn Tufeyl'in yazdığı Hayy bin Yakzan ya da Esrarü'l-Hikmeti'l-Meşrikiye, Tanpınar'ın deyişiyle “Müslüman âleminin tek romanı”dır.

Bu alegorik eseri ilk defa ünlü tıp insanımız İbn Sina kaleme almışsa da eser daha çok İbn Tufeyl ile anılmaktadır. Ayrıca sonraları Şehabeddin Sühreverdi de bir Hayy bin Yakzan eseri kaleme almışsa da nitelik açısından kimsenin İbn Tufeyl’in eserine ulaşamadığını söylemek mümkündür.

  • İbn Tufeyl’in eserinin neredeyse tamamında hâkim olan anlatı, Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. İbrahim’in Allah’ı arayış serüvenine benzemektedir:

“Üzerine gece karanlığı basınca, bir yıldız gördü. “İşte Rabbim!” dedi. Yıldız batınca da, “Ben öyle batanları sevmem” dedi.

Ay’ı doğarken görünce de, ‘İşte Rabbim!’ dedi. Ay da batınca, ‘Andolsun ki, Rabbim bana doğru yolu göstermezse, mutlaka ben de sapıklardan olurum’ dedi.

Güneşi doğarken görünce de, ‘İşte benim Rabbim! Bu daha büyük’ dedi. O da batınca (kavmine dönüp), ‘Ey kavmim! Ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım’ dedi.

Ben, hakka yönelen birisi olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Ben, Allah’a ortak koşanlardan değilim.” (Enam 77-79)

Endülüslü filozof ve hekim İbn Tufeyl’in tasviri.

  • Hayy’ın doğumundan Allah’ın varlığını ve birliğini keşfettiği hakikat merhalesine kadar sürekli arayış hali, akıl süzgecindeki değerlendirme ve en sonunda aşkın olanı kavrama durumu eserin tamamına hâkimdir.

Hay’ın doğumuna dair rivayet de tam olarak böyle başlar. Önce absürt bir efsane ortaya atılır ve Hayy’ın “Vakvak” isminde bir ağaçtan doğduğu Mesudi’den rivayet edilir; ama akılla izah edilemeyen bu iddia hemen reddedilir. Doğru rivayete göre, Hayy bir prensesin oğludur; ama prensesin Hayy’ın babası Yakzan ile evlenmesini istemeyen Sultan, bu evliliğe karşı çıkmıştır. Babasından korkan prenses oğlu Hayy’ı doğduktan hemen sonra bir sandığa koyarak suya bırakır ve şu sözleri sarf eder:

"Rabbim, bu çocuğu yoktan var ettin. Rahim karanlığında rızkını verdin. Dünyaya gelinceye değin büyümesini, gelişmesini sağladın. Şimdi acımasız ve zalim sultanın zulüm ve azgınlığından korkarak onu yine senin koruyuculuğuna teslim ediyorum. Onu kurtarmanı, korumanı diliyorum. Lütfeyle, onu zorba sultanın ellerine bırakma." (Hay bin Yakzan – Yapı Kredi Yayınları)

Böylece Hayy’ın ıssız adadaki macerası başlamış olur.

Hayy bin Yakzan, dünyada felsefî romanın olduğu kadar Robinsonad (adasal roman) türünün de ilk örneği olarak kabul edilir.

Hayy’ın canlılarla kurduğu ilişki

Robinson Crusoe adaya adımını attığı ilk andan itibaren mevcut tüm canlıları tahakkümüne alır. Adadaki ilk dostu papağanı bile bunun bir yansımasıdır. Oysa Hayy’ın adadaki canlılarla kurduğu ilişki onları anlamaya dayandığı gibi onlarla insanî ilişkiler de kurar.

Bunun nedeni, Hayy’ın canlıları sadece gereksinim olarak görmeyip onlarla organik bir bağ kurmasından kaynaklanır. Nitekim, ona anne sevgisini verecek de bir ceylandır:

“Hayy'ı kendi yavrusu sanarak onun anneliğini üstlenen ceylan kendine barınak ve yurt olarak adanın en otlu, meyve ağaçlan en bol ve verimli kesimini seçmişti. Bu nedenle semiz ve sütü boldu. Çocuğun beslenmesine, onu emzirmeye son derece özen gösteriyor, ondan yalnızca otlanmak üzere ayrılıyordu. Hayy'ı öylesine sevmiş, benimsemişti.” (Hay bin Yakzan – Yapı Kredi Yayınları)

Hayy, adadaki hayvanlarla organik ve insanî bir bağ kurar.

Ölüm gerçeği Hayy’a aşkın olanı bulduruyor

Hayy, ıssız adadaki en yakını olan ceylanın ölümü ile varlığa hayat veren “şey”in ne olduğunu anlamaya ve araştırmaya başlıyor. Bu araştırma ilkel bir insanın arayışına göre son derece akılcı ve dogmadan uzak sorularla gerçekleşmesi on ikinci yüzyılda yazılmış bir eserde dahi Doğu medeniyetinin bilimsel birikimi ve merakı hakkında önemli ipuçları sunuyor:

“Hayy, yığılıp kalan ceylanın hareket etmediğini, elinin ayağının kıpırdamadığını görünce bağırıp çağırmaya başladı. Üzüntüsünden helak olacak bir kerteye gelmişti. Birbirlerini çağıra geldikleri üzere seslenerek yanıt vermesini, hareket etmesini istediyse de boşuna. Hiçbir tepki alamadı.

Önceki birtakım deneyimlerinden yola çıkarak sayrılığın kaynağını, çıkış yerini araştırmaya karar verdi. Şöyle düşündü: Gözlerini yumduğunda ya da önüne bir engel geldiğinde göremiyor, gözünü açtığı, ya da önündeki engeli kaldırdığı zaman görüyordu. Parmaklarını kulaklarına sokunca duyamıyor, parmaklarını çekince eskisi gibi duyuyordu. Yine, burnunu tuttuğu zaman hiçbir kokuyu alamıyor, bırakınca yeniden kokuları almaya başlıyordu. Öyleyse ceylanın organlarını çalıştırmayan, onu hareketten alıkoyan temel bir neden, bir engel vardı. O engel ortadan kaldırılırsa, ceylan eski durumunu yeniden kazanabilirdi. Ne var ki ceylana ilişen hareketsizlik yalnızca bir organını, bir duyusunu değil tüm organlarını, tüm duyularını etkilemişti. Ceylanın tüm gövdesi hareketten yoksun kalmış, canlılığını yitirmişti. Buradan yola çıkarak şu sonuçlara ulaştı: Gövdenin içinde, gözden gizli bir organ vardır. Diğer bütün organlar canlılıklarım ondan alırlar ve ona bağımlıdırlar. Hastalık işte o organdadır. O organı sağlığına kavuşturmak diğer tüm organları da sağaltmak olacaktır.

Yüreğin sağ gözünde bulunan şey, ceylanın gövdesi sağlam, parçalanmamışken yerinden ayrıldığına göre, böyle harap olduktan, parçalandıktan sonra geri dönmezdi. Bunu kesin olarak anladı. Gövde gözünde tüm değerini yitirdi. Değerli olanın bir süre gövdede bulunduktan sonra onu terk eden şey olduğunu kavradı. Artık bütün düşüncesini o şey üzerinde yoğunlaştırmalı, bütün çabasını o şeyi anlamak, bulmak için harcamalıydı.” (Hay bin Yakzan – Yapı Kredi Yayınları)

Yakzan ilkel ama akılcı yöntemlerle aradığı hayat kaynağı sonucunda daha keskin bir hakikate yani ruha ulaşacaktı:

“Bütün bu karşılıksız sorular karşısında zihni dağıldı, şaşırdı kaldı. Gövdeden bütün bütün iğrendi, kafasından silip attı. Anlaşılıyordu ki kendisine acıyan, doyuran, sevecen kucağına alan gövde değildi. Gövdeden olduğu sanılan işlerle aslında gövdenin bir ilgisi yoktu. Bütün bu işler, gövdeyi geçici bir süre için yurt edinen ve sonra onu terk eden şeyin eseriydi. O şey için gövde, kendisinin hayvanlarla döğüşmek üzere edindiği sopa gibi bir araçtan başka bir şey değildi.” (Hay bin Yakzan – Yapı Kredi Yayınları)

Hayy’ın bu keşfinden sonra kafasında sorular daha da artacak ve derinleşecekti. Ruhu var eden neydi, zaman nasıl oluşmuştu, önce mekân mı var edilmişti; yoksa zaman mı? Tüm bu sistemin arkasındaki güç, dengeyi nasıl sağlıyordu; suya atılan taş batarken ondan daha ağır olan kütük nasıl suyun üzerinde duruyordu? Gökteki yıldızların hatta göğün bir sonu olabilir miydi? Her şey gözlerinin önünde zıttı ile kaim iken neden kendisi bu adada bir başınaydı?

Tüm bu sırlar ve sorular Hayy’ı adada bir bilgeye dönüştürüp Allah’a götürürken Robinson’un adasında bambaşka maceralar yaşanacaktı.

Issız bir adada Robinson Crusoe

Robinson’un macerası Hayy’ınkinden evvela amaç açısından ayrılır. Hayy kendi iradesi dışında adaya gelmişken, Robinson’un macerası Batı sömürgeciliği ve emperyalizminin bir sonucu olarak başlamıştır. O, Afrika’daki siyahi insanların boynuna zincirler vurup Güney Amerika bölgesindeki limanlarda satmanın hayaliyle bu yolculuğa çıkmıştır. Üstelik adada yaşadığı deneyimlerin hiçbirisi onu bu arzularından alıkoyup arınmasını sağlamayacaktır.

Hayy kendi iradesi dışında adaya gelmişken, Robinson’un macerası Batı sömürgeciliği ve emperyalizminin bir sonucu olarak başlamıştır.

Robinson’un adadaki yaşamı da Hayy’ınkinden bir hayli farklıdır. Hayy, yaşadığı adanın mucizeleri karşısında tevekkül edip bu mucizeyi anlamaya çalışırken, Robinson kendisini adanın sahibi ve kralı ilân eder.

Ayrıca Robinson, adadaki diğer karakter olan Cuma’yı önce köleleştirir, ardından bir misyoner faaliyetine soyunarak onu Hristiyanlaştırmaya kalkar. Bununla da yetinmeyen Robinson, Cuma’nın kültürünü aşağı bir medeniyet olarak görür ve onu Batı şuuru ile yetiştirmeye çalışır; ama bu eğitim elbette beyaz bir Batılı devşirmekten ziyade iyi bir uşak yapmak amacına hizmet eder.

Özetle söylenecek olursa, Robinson’un adasında Batı emperyalizmi, sömürgeciliği ve misyonerliği hâkim düşüncedir. Ada Robinson’a tecrübe katar; ama değiştirmez. Aksine Robinson adayı değiştirmeye hatta tahakkümü altına almaya çalışır. Kendisine yarenlik eden tek dostu Cuma’yı önce köleleştirir ve ardından iyi bir uşak olması için eğitir. Başka bir ifadeyle Robinson, Cuma’yı yozlaştırır.

Cuma (solda) ve Robinson Crusoe'nun tasviri.

  • İki eser karşılaştırıldığında Robinson davranışları ve yaptıklarıyla Batı medeniyetini temsil eder. Hayy ise saflığı, arayışı ve hikmete olan hayranlığı ile Doğu medeniyetinin bugünlerde kaybettiği her şeyin toplamını temsil etmektedir.

*Daha ayrıntılı bir okuma için Yapı Kredi Yayınlarından çıkan “Hay bin Yakzan” tercümesiincelenebilir.