Endülüs’e giden yol
Endülüs, başlı başına Mağribi’dir ve İslâm’ın ufukların ardındaki mekanı ve var oluşudur. Granada ve Kurtuba, İslâm medeniyet ve tasavvurunun ötelerde kendisine hayat bulduğu ve önemli bir ölçüde bunu sürdürdüğü mekanlarıdır. Mağribi havanın sokaklarında dolaştığı, duvarlarında kendisini gösterdiği, kendisine çağırdığı bir ismidir. Endülüs, Medine’de filizlenen hikmetin ve ilmi akımın Şam’dan Kahire’ye oradan Mağrib topraklarına uzandığı ve Tarık bin Ziyad’ın öncülüğünde ulaştığı bir tebliğ yolculuğudur aynı zamanda...
İnsanoğlu Hz. Adem’den bu yana dünya hayatına dair bir mana arayışı içerisindedir. Bu arayış insanı bir noktada hikmeti anlamaya, yaşadığı evreni tanımaya, kendisi ve ait olduğu toplum için bir mekân inşa etmeye ve bu çerçevede çeşitli normları da içeren bir değerler sistemini hayata geçirmeye iter. İnsanın ömrünü geçirdiği ve karşılıklı ilişki düzlemi ile inşa edilegelen mekân da bir noktada bir kimliğe dönüşür. Yani köyden kasabaya ve kente doğru uzanan mekân algısı başından sonuna bireyin kimlik fraksiyonlarını da etkiler.
İnsanın elleriyle inşa ettiği yaşam alanı bir kimlik kazanır ve aynı zamanda bu kimlik tekrardan bireyle temas ederek ona da bir kimlik kazandırır. Bir diğer ifade ile insan sahip olduğu değerleri, inancı, kültürü hatta adetleri ve gelenekleri birer motife büründürerek mekânı bir baştan nakşeder.
- Böylece insanın yaşadığı sokak, yürüdüğü yol, içinden geçtiği cadde, su doldurduğu çeşme, yaşadığı evi veya ibadethanesi bu süreçten kendisine bir pay alır ve kimlik kazanır. Bu durum zamanla bireyin de kimliğini yeni baştan şekillendirir.
Bu çerçevede tarih boyunca her bir uygarlık kendi değerleri çerçevesinde yeni baştan bir mimari doku ortaya koymuştur. Bu durum tarihin akıntısı içerisinde sürüp giderken o uygarlığın adı da mekân var oldukça varlığını sürdürmüştür. Asırlar geçse bile yapılar ve mekanlar o medeniyetin bir parçası veyahut öznesi olarak görülüp dilden dile anlatılmaya ve gezilmeye devam edilmiştir.
Bu açıdan ister Doğu ve Batı medeniyeti olarak iki ana dal altında ele alınsın ister Asya, İslâm, Hristiyan, Avrupa/Batı ve Afrika medeniyetleri olarak bakılsın veya bu medeniyetlerin alt grupları olarak İnka, Çin, Hint, Türk, Arap, Yunan, Roma medeniyetleri olarak değerlendirilsin her bir coğrafyanın ve topluluğun kendisine ait bir kültürel kimliği ve medeniyet tasavvuru bulunmaktadır.
Bu medeniyetlere ait yapılar ve mekanlar bazı bölgelerde kendisine ait has özellikleri ile ayakta durmaya devam ederken, bazı yerlerde ise birden çok medeniyetin etkisi nedeniyle kozmopolit bir kimlik kazanmıştır.
Bizim medeniyet bilincimiz ise İslâm dininin yayılmasına paralel olarak farklı boyutlar kazanarak değişik coğrafyalarda ve alanlarda kendisine bir alan inşa etmiştir. Doğuda Çin sınırlarına, Batıda ise İspanya ve Avrupa içlerine kadar uzayan coğrafyada etkisini hissettiren ve hatta bu sınırların ötesine de geçen İslâm medeniyet anlayışı farklı düşünsel ve kültürel anlayışları da bir araya getirerek zengin bir ahenk oluşturmuştur.
Mekke’de başlayan ve Medine’de şekillenen bu anlayış Şam ve Bağdat ile birlikte bir düşün temellerini atmıştır. Bu anlayışın uzandığı her bir mekân bir inşa ve ihya serüvenine tanıklık etmiştir. Şam ve Bağdat sahip olduğu ilmi zenginliği ile İslâm’ın ilk asırlarında tarihin akışını da etkileyecek bir dönüşümü beraberinde getirmiştir. Bu ilmî zenginlik çok yönlü ve birleştirici bir anlayışı hâkim kılmış ve Doğudan Batıya yeni bir mekân ve kent algısını ortaya çıkarmıştır. Bu anlayış uzandığı hiçbir coğrafyada diğer düşünceleri ve anlayışları dışlamamış ve kendi içerisinde harmanlayarak yeni bakış açıları sunmuştur.
Bir anlamda Medine geleneği, hakikati ve hikmeti gittiği her bir mekâna taşıdığı gibi, o coğrafyanın doğal anlayışını ve ortamını da anlama yolunu seçmiştir. Bu durum değişimi ve dönüşümü tetikleyen en önemli unsurlardan biri haline gelmiştir. Böylece ya yeni mekanlar inşa edilmiş veya var olanlar yeniden ihya edilmiştir.
Bu yolda İslâm medeniyetinin düşünsel alt yapısı Şam’da Bağdat’ta Semerkant’ta Buhara’da İsfahan’da Kudüs’te kendi yansımalarını bırakmıştır. Bu mekanlardan en değerlilerinden bir tanesi ise bugün İspanya sınırları içerisinde yer alan Endülüs Bölgesidir. Geçen hafta görünür olanı görebilmek, hikmeti anlayabilmek ve mekândan varsa nasibimiz nefeslenebilmek için yoluna düştüğümüz Endülüs şehirleri Granada, Kurtuba, Sevilla, Malaga ve gidemediğim için bir burukluğun ifadesi olan Almeria başlı başına insana hikmeti, hakikati, medeniyeti, doğruyu, anlayışı ve anlamayı ikrar eden medâyinlerdir.
Öncelikle şu prensipler doğrultusunda bu yazıya başlanıldığını vurgulamakta fayda görüyorum. Ben Endülüs’ü oradaki ilmi ve fikri inşayı, değişimi ve tarihini anlatabilecek yetkinlikte değilim. Bu yazı da Endülüs’ü anlatabilecek yetkinlikte olmayacaktır. Endülüs’ü anlatabilme iddiası bu metni baştan eksik bırakacaktır.
Bu yazı ancak ve ancak bir yolu ve orada görünen evrenin bizdeki yansıması olabilir ki bu bile murad ettiğim anlamı dile getirme noktasında eksik bir anlatım olacaktır. Bu noktada benim naçizane gördüğüm ve anlamaya çalıştığım şekli ile Endülüs, başlı başına Mağribi’dir ve İslâm’ın ufukların ardındaki mekanı ve var oluşudur. Granada ve Kurtuba, İslâm medeniyet ve tasavvurunun ötelerde kendisine hayat bulduğu ve önemli bir ölçüde bunu sürdürdüğü mekanlarıdır. Mağribi havanın sokaklarında dolaştığı, duvarlarında kendisini gösterdiği, kendisine çağırdığı bir ismidir.
Endülüs, Medine’de filizlenen hikmetin ve ilmi akımın Şam’dan Kahire’ye oradan Mağrib topraklarına uzandığı ve Tarık bin Ziyad’ın öncülüğünde ulaştığı bir tebliğ yolculuğudur aynı zamanda…
Roger Garaudy, Endülüs’te İslâm isimli eserinde, Müslümanların İspanya’yı fethettikten sonra buradaki esas dönüşümü askerî bir mantalite ile değil, kültürel bir dönüşümle yaptığını savunur.
Birçoklarının kabul ettiği gibi İslâm dönemi ile birlikte Endülüs özellikle de Kurtuba ve Granada ilmin merkezi haline gelmiştir. Bugün için Kutuba sokaklarında yürüdüğünüzde, katedrale çevrilmiş olan Kurtuba Camii'ni ziyaret ettiğinizde halen o ilim yolculuğunu hisseder gibisiniz. Kurtuba’ya adım atarken aklınızın bir ucunda yüzyıllar önce yaşamış olan ilim insanları gelmekte ve kentin nasıl bir ilim merkezi olduğu konusunu yeniden tefekkür edebilme imkanı yakalamaktasınız.
Bilim insanlarının, alimlerin, şairlerin yaşadığı bu şehirler sanki mana âleminde sizi geçmişinde de gezdirir. Kurtuba, Malaga, Sevilla, Granada sokakları ve bu şehirlerdeki yapılar sizi tarihe yolculuğa çıkarır. Mimari anlayışı ile bir bütün olarak İslâmî anlayışın hâkim olduğu Alkazar Sarayı gibi mekanlar hafızaların tazelenmesine vesile olacak derinlikte etkileyicidir.
Kurtuba ve Endülüs denildiğinde Abbas Kasım İbn Firas, Muhyiddin İbn Arabi, İbn Rüşd, İbn-i Tufeyl, İbn Hazm gibi isimler ilk aklımıza gelen isimlerdir. Her birinin farklı ilmi konularda birer öncü olduğu bu isimler aynı zamanda İslâm âleminin de Batının büyük bir kriz yaşadığı bir çağda ne kadar ilerde olduğunu ortaya koyan isimleridir.
Kısa sürede ilmin, kültürün ve bilimin merkezi haline gelen Endülüs’te hem İslâm dünyasının diğer merkezlerinden gelen hem de Endülüs doğumlu ilim insanları, bilginin zarafetini Endülüs’te yaşatmışlardır. Bu bölgede bulunan saraylar, kütüphaneler, medreseler Endülüs’ün ışıltılı bir bilgi çağı yaşamasında etkili olmuştur.
İlmin hükümranlığını sürdürdüğü Endülüs’te sadece 2. Hakem döneminin Kurtuba Sarayları'nın kütüphanesinde 400 bin ciltlik eser bulunduğu rivayet edilir.
Bu rakam o çağın koşulları göz önüne alındığında ve Avrupa’nın içerisinde bulunduğu yozlaşma evresi düşünüldüğünde Endülüs’ün önemini daha da net şekilde ortaya koyabilmektedir. Endülüs, kütüphaneleri, medreseleri ve bilim merkezleri ile hem kültürde hem de medeniyette İslâm âleminin bir diğer ucunda konumlanmış olan bir zirvesi olmuştur.
Bugün dahi Kurtuba sokaklarında yürüdüğünüzde kendinizi ilim ve fıkıh konusunda döneminin önemli isimlerinden biri olan İbn Hazm’ın ardından gider gibi hissedersiniz. Ve birden sanki onun dilinden dökülen "Aşkta, alçak gönüllülük asla ruhen alçalma değildir; aşkta, en gururlu insan bile boyun eğer." sözleri Kurtuba’nın sokaklarında kulaklarınızda çınlar.
Kurtubalı Zehravi, Zerkali ve İbni Meserre gibi isimlerin hayat hikayesine tanıklık eder gibi hissedersiniz. Sanki bir an için onların yürüdüğü yolda yürüyor, duraksadıkları köşe başlarında bekliyor gibi bir ruha bürünürsünüz…
Kurtuba Camii'nin etrafını ören sokaklar ve evler bir bütün olarak Mağribi ayağınıza getiriyor gibi. Kendinizi Fas’ta hissedecek bir mimari anlayış var ortada. Sokaklar sizi yormuyor daha çok dinlendiriyor, ruhunuza hitap ediyor.
Ama bugünün Kurtubası geçmiş mirasından çok uzakta. Evet tarihi mekanların çoğunluğu bir şekilde korunmuş durumda ama bir farkla. Kurtuba Camii, bugün artık "Mezquita Catedral de Córdoba" ismi ile ifade ediliyor. Dış duvarlarından içerisindeki sütunlara, mihrabından mekânın ruhuna ve motiflerine kadar her şey ama her şey size "Ben Kurtuba’yım." hitabında bulunuyor sanki.
Katedrale çevrilen yerler ise belki de sadece görüntü, çünkü ruh ve mekân halen eskinin kendisi gibi, değişmez bir gerçek olarak karşınızda duruyor. Bahçesinden başlayarak bütün bir mekan hakikati idrak etmeye davet ediyor. Cami mimarisi ve sütunları ile insanı kendisine hayran bırakıyor. Tıpkı Alkazar Sarayları gibi, tıpkı El Hamra Sarayı gibi...
Allah’ın sıfatlarını, ismini, yüceliğini ve Allah’tan başka ilah olmadığı vurgusunu, düşünü, hakikatini belki de en çok Endülüs’te görürsünüz. Alkazar Saraylarının duvarlarına işlenen bu hakikat Granada’da El Hamra Sarayı ile devam eder. Universidad de Sevilla’dan Universidad de Granada’ya kadar kendinizi bambaşka bir atmosferin içerisinde bulursunuz. Kendi iç âleminizde sadece burada okumuş olabilmenin hayalini kurarsınız.
Universidad de Sevilla’nın mimarisi sizi birden çağlar öncesine götürürken, Granada’daki üniversitenin bahçesinden El Hamra Sarayı'nı izleyebilmek iki mekan arasındaki ilişkiyi kendi âleminizde yorumlamak ayrıcalıklı bir anın hazını yaşatıyor insana. O bahçede durup El Hamra’ya baktığınızda Granada şehrinin büyüklüğünü anlayabiliyorsunuz. Ve sanki El Hamra Sarayı bir annenin evladına merhametle bakması gibi şehrin en görkemli noktasından dışarıya açılan tüm noktalara nazar ediyor.
El Hamra Sarayı’nı anlatabilmek bizim için baştan sona bir meşakkat. Onu belki en iyi şairler, yazarlar ve söz ustaları yapabilir. Tıpkı Yahya Kemal Beyatlı gibi ve bu noktada bize El Hamra’yı onun sözleri ile anlatmak icab eder;
- "… El Hamra’ya basit bir dış kapıdan giriliyor. Girerken hârikulâde bir mekân içine girileceğinin farkına bile varılmıyor. Girdikten sonra bir âlemden başka bir âleme geçmiş, sanki bir rüyanın ortasına düşmüş gibi gözlerimi kapadım ve açtım, öylesine bir hayret içindeydim. Bu şaşkınlık daireden daireye geçtikçe arttı."
Hakikaten El Hamra’nın içini gezerken her bir adımınızda hayretiniz artıyor. Duvarların işlemesi, motifi ve duvarlarında yazılı olan bir ayet "Allah’tan başka galip yoktur." vurgusu ve her tarafını kaplayan "Allah’tan başka ilah yoktur." yazıları sizi bir âlemden başka bir âleme taşıyor. Yine Yahya Kemal’in ifadesi ile;
Dünyanın hiçbir yerinde Allah adını bu kadar çok zikreden sütun, kemer, kubbe, tavan, kapı ve duvara sahip başka bir saray bulmak mümkün değildir.
El Hamra başlı başına Batıdaki bir mucizedir. İslâm medeniyetinin ve mimarisinin de başlıca eserlerinden birisidir. El Hamra’nın tam karşısında Albaicin Tepesi’nde Gırnata Ulu Camii bulunuyor. Bugün kiliseye çevrilen ve San Nicolas Kilisesi olarak bilinen Ulu Camii sizi büyük bir hüzünle karşılarken, onun hemen yanı başında Müslümanlar için inşa edilmiş olan başka bir cami karşılar. Ulu Camii'nin bulunduğu tepe El Hamra Sarayı’nı karşıdan görebilen en iyi noktalardan biri olduğu için turistlerin de yoğun ilgisini çekiyor. Ulu Camii tarihsel olarak El Hamra’nın tamamlayıcısı ve incisidir
Diğer taraftan, Kurtuba’yı Granada’yı, Sevilla’yı ve dahası bütün bir Endülüs’ü anlamak ve anlatabilmek bu çağda yaşayanlar açısından biraz daha meşakkatli bir yol. Ama gidip gördüğünüzde gönül coğrafyasında bir zirveye tanıklık ediyorsunuz. Bir hakikate uyanıyorsunuz. Size uzak olmayan bir gerçeği öğreniyorsunuz. O hakikat ki sınırları aşmış ve dünyada yankı bulmuş, o hakikat ki önce bir ilim yolculuğuna sonra da bir ilim merkezine dönüşmüş ve mekanı, coğrafyayı ve insanı dönüştürmüştür.
Bu gerçeklik sadece Endülüs ile de sınırlı değildir. Bağdat, Semerkand, Buhara, Sana ve daha nice şehir bu uzak olmayan gerçeğin birer parçasıdır. Bugün Bağdat’ı tarif edin denildiğinde hepimizin aklına gelen tek şey "çatışma, savaş, ölüm ve göz yaşı" oysaki Bağdat, sahip olduğu medeniyet ile yeryüzünde çok az mekanın sahip olabildiği bir özgünlüğe sahiptir.
Bugün bizler kitaplarda, dergilerde, okullarda, medyada bu hakikati anlatmaktan ve öğretmekten çok uzağız. Bize düşen medeniyetimizi yeniden anlamaktır. Bunun için insanlarımızın bu mekanlara daha çok gitmesine dünyanın geriye kalanı ile birlikte bu medeniyeti daha iyi anlamasına ihtiyacı var. Bu ise ancak daha çok çaba göstermekle olur. Biz Medine’de asırlar önce açmış çiçeğin yeniden bu toprakları ihya edeceğine inanıyoruz.