Bir Japon seyyahın nazarında Âlem-i İslâm…

MEHMED MAZLUM ÇELİK
Abone Ol

Osmanlı’nın son yıllarında İslâm mefkûresini idealleştiren ulema için Japon İmparatorluğu son derece ilgi çekici bir meseleydi. İslâm münevverleri Japonya konusunda müspet bir tutuma sahipti; aynı şekilde Japonlar da İslâm âlemine ve Osmanlı’ya. Osmanlı topraklarına gelen Tetsunosuke Kobayashi’nin yazdığı rapor ve makalelerden oluşan “Galata Kulesi’nden” isimli eseri, Japonların tespitlerini gözler önüne sermektedir.

Osmanlı’nın son yıllarında İslâm mefkûresini idealleştiren ulema için Japon İmparatorluğu son derece ilgi çekici bir meseleydi.

Mehmet Akif bir şiirinde, Japon toplumunu şu satırlarda dile getirecekti:

“Sorunuz şimdi de Japonlar nasıl millettir?

Onu tasvire zafer-yâb olamam hayrettir.

Şu kadar söyleyeyim; din-i mübinin orada,

Ruh-u feyyazı yayılmış yalnız şekli: Buda.

Siz gidin saffet-i İslâm’ı Japonlarda görün. O küçük boylu, büyük milletin efradı bugün. Müslümanlıktaki erkan-ı sıyanette ferid.

Müslüman denmek için eksiği ancak tevhid.

Müslümanlık sanırım parlayacaktır orada Sâde,

Osmanlıların gayreti lazım arada.” (Mehmet Akif Ersoy – Safahat)

Japonların Ruslar karşısında kazandıkları askerî zaferler Mehmet Akif Ersoy ve Abdürreşid İbrahim gibi İslamcı mütefekkirleri bu ülkeyi tanımaya sevk etmişti.

Akif’in dizelerine yansıyan bu ilgi, Abdürreşid İbrahim’in “Japonya Seyahatnamesi” ile başlamıştı. Abdürreşid’in, Japonlar için İslâmiyet’e meyilli oldukları tespitinde bulunması da İslâm mefkûresi taraftarları için heyecan vericiydi:


“Bu mesele cidden şayan-ı mülahazadır, bugün umum düveli muazzama (bütün büyük devletler) misyonerleri kemali keremiyle (tam anlamıyla) çalışmaktadırlar, zannederler ki daha yüz sene sonra Japonları kamilen Hıristiyan yapacaklarmış. Olursa!.. Evet zannolunabilir, Misyonerlerin Japonya'ya ilk ayak bastıkları kırk altı sene olmuş. O zaman Japonlar tamamıyla cehalette bulunuyorlardı. Fen, maarif ve kuvvet namına hiçbir şeyleri yoktu. Öyle bir zaman-ı fetrette gördükleri vazife milyonlar ile liralar döktükten sonra şimdiye kadar hiç olmazsa bir milyon adam tanassur etmiş (Hristiyanlaşmış) olsa idi ümitlerini biz de haklı bulabilirdik. Ama bundan sonra Japonların tanassur etmeleri pek şüphelidir. Habeşilere kıyas olunamaz. Ben birçok cihetten Japonların İslâmiyet ile müşerref olmalarına kesb-i kanaat etmişimdir. Evvela Japonların âdat, ahlak ve usûl-u maişetleri (hayat tarzları) tamamiyle âdat-ı İslâmiye ve ahlak-ı hasene-i Muhammediye ile mütenasip olup esasen hiç fark olunamaz derecededir. Bir Japon ile bir Sibirya Müslümanı yan yana geldiği gibi biri aherinden (diğerinden) hiç tefrik (ayırt) edilemez… (Abdürreşid İbrahim – Japonya Seyahatnamesi)

Japonlar, İslâm’ın en büyük düşmanı olan Rusları mağlup etmiş ve Batı modernizasyonunu hakkıyla tatbik etmiş bir milletti. İbrahim Efendi seyahatnamesinde bu ahlakı da atlamamıştı:

“Japonların ahlak-ı milliyeleri yegâne sermayeleridir. Umumiyetle Japonlar ahlak-ı milliyeleriyle iftihar ederler ve bunun muhafazası uğrunda her nevi fedakârlığı gözlerine aldırmışlardır. Bir taraftan da Hıristiyanlık bunların ahlakını ifsada başlamıştır. Hıristiyanlığı kabul edenler ekseriyetle su-i ahlak ile mübtela olmuşlar ve olmaktadırlar. Sefahat tamim etdikçe, milletlerin muazene-i iktisadiyeleri sarsılacağını Japonlar mükemmel takdir etmişler, bütün kuvvetleriyle bunun önünü almak uğrunda her fedakârlığa göğüs vereceklerdir. Bunun içi yegâne çare İslâmiyet'i kabul etmektir. Dine rabıta olunmadıkça ahlak muhafaza olunamaz, bu tecrübe-i adide ile masduktur. Buda mezhebi ise bu vazifeyi ifa edemeyecektir, şu halde Japonlara en sağlam, en kestirme yol var ise o da İslâmiyet yoludur.”

Görüldüğü üzere İslâm münevverleri, Japonya konusunda müspet bir tutuma sahipti. Bu dönemde Japonların İslâm âlemine ve bilhassa Osmanlı’ya dair tutumu ne yöndeydi, bu soruya kısmen de olsa cevap verecek bir Japon seyahatnamesi mevcut.

Medine'yi ziyaret eden ilk mühtedi Japon
Mecra

1939'da Japonya'da İslâm'ın ''resmî din'' olarak tanınmasında büyük emek sahibi olan Abdürreşid İbrahim Efendi, Japonların İslâm'la tanışmasında önemli bir rol oynamıştı.

Bir Japon’un Osmanlı seyahatnamesi

Tetsunosuke Kobayashi’nin “Galata Kulesi’nden” isimli eseri yukarıdaki sorumuza cevap ihtiva edecek bazı cevaplar içeriyor.

Balkan Harbi’nin henüz başladığı günlerde İstanbul ve Selanik gibi şehirleri gözlemleyen Kobayashi’nin tespitleri ibretliktir.

  • Müslümanlar nasıl ki diriliş için Japon restorasyonunu örnek alıyorsa, seyyahımız da ülkesinin olası bir yıkıma sürüklenmemesi için Müslümanların yaptığı hataları yakinen gözlemlemesini ve bunları tekrarlamamasını tavsiye eder.

“Tüm Balkan adalarına boyun eğdirmek bir yana, gemilerini hazırlayarak Akdeniz’de ticari haklar kazanmış Afrika, Suriye, Küçük Asya ve Karadeniz sahillerini emri altına alan Osmanlı İmparatorluğu nasıl kendini bu hallere getirmişti. Bugünün imparatorlukları araştırmak gerekirse, günümüzün eski imparatorluklarını da tekrardan araştırmamız gerekmektedir. Yok olmuş ülkeleri araştırmak için malzeme azdır. Çin’den söz etmeye gerek bile yok, İspanya da ilginçtir ve Türkiye’de kaynakların çok olması nedeniyle yeterince önemli olduğunu düşünüyorum.” (Galata Kulesi’nden)

Japonlar, Batı modernizasyonunu hakkıyla tatbik etmiş bir milletti.

  • Kobayashi, Müslümanların başta dil olmak üzere manevi konularda Batı’ya teslim olmasını hayretler içinde gözlemler.

“Ben, Avrupa’nın doğu köşelerini, Rusya’yı, Balkan ülkelerini dolaşarak geldiğim için Fransızcanın gerekliliğini fazlasıyla hissettim. Özellikle bu şehirde, Türkçeden bile daha gerekli değil mi diye düşünecek kadar. Elbette Türkçe bilirsen, herhangi bir şeyin alışverişini yaparken oldukça faydalı olabilir. Fakat Türkiye’nin orta sınıfının üzerindeki insanlar genel itibariyle Fransızca bilirler, yabancılarla da genellikle Fransızca iletişim kurarlar. Gazetelerde de, İngilizce namına, sadece iki satır İngilizce haber olur, diğer haberler Fransızca yazıldığı için ve onlarca Fransızca gazete olduğu için, Fransızca biliyorsanız hiç güçlük çekmezsiniz. İstanbul’da oturan Japonlar, yukarda söylediğim dışında yoktur ama Viyana taraflarından Avrupa turunun devamında gelip uğrayan kişiler de oluyor.”

Elbette bir Japon’un nazarında bu hakikat son derece anlamlı olsa da Mehmet Akif Ersoy, Süleymaniye Kürsüsü’nde yaptığı tespitlerle vaziyetin panoramasını fazlasıyla çıkartıyordu. Yukarıda Akif’in Japonlarla alakalı aktardığı veciz ifadelerin hemen birkaç sayfa öncesinde söylediklerine yakından bakarsak ahval son derece anlaşılır olacaktır:

Beni kürsîde görüp, va’zedecek sanmayınız;

Ulemâdan değilim, şeklime aldanmayınız!

Dînin ahkâmını zâten fukahânız söyler,

Anlatırlar size bir müşkiliniz varsa eğer,

Bana siz âlem-i İslâm’ı sorun, söyleyeyim;

Çünkü hiçbir yeri yok gezmediğim, görmediğim,

Bir zamanlar yine İstanbul’a gelmiştim ben.

Hâle baktıkça fakat ümmetin âtîsinden

Pek derin ye’se düşüp Rusya’ya geçtim tekrar.

Geçmeseydim edeceklerdi ya zâten icbar!

Ya açar nazm-ı celîlin, bakarız yaprağına;

Yahud üfler geçeriz bir ölünün toprağına.

İnmemiştir hele Kur'an, bunu hakkıyla bilin,

Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için! (Safahat)

Son sözü Sultan Abdülhamit’e bırakalım. Sultan Abdülhamit’in sürgün günlerinde yanında bulunan Fethi Okyar, sabık Cihan padişahının dilinden aktarıyor:

“Şimdi size hicran olmuş bir hâtıramdan bahsetmenin sırasıdır beyefendi oğlum… Tarihi sarih olarak söyliyemiyeceğim, fakat, Ruslara karşı kazandıkları zaferin arifesinde idi. Japon İmparatorluk ailesine mensup bir Prens, beni ziyarete geldi. İmparatorundan hususî bir mektup getiriyordu.

Benden, İslâm dininin muhtevasını, iman esaslarını, gayesini, felsefesini, ibadet kidelerini izah edecek kudrette bir dinî-ilmî heyet istiyordu. Bunun sebebi vardı. Orada İslâmiyet'i yaymayı, mukaddes vazife sayan Abdürreşit İbrahim isimli, aslı Kazanlı olan bir Müslüman âlimden mektup almış, Japonya'daki İslâm'ı tamim hareketine yardımcı olmam istenmişti. İslâm âleminin Halifesi idim. Bir taraftan daima iftihar ettiğim ve hizmetkârı olmaya çalıştığım bu âli vazife, diğer taraftan ruhumda bu mahiyette şerefli hizmete duyduğum hasretle, mümkün olan her şeyi yaptım, fakat bu yardımım daha çok maddi sahada kaldı.

Çünkü Abdürreşit İbrahim Efendi, bizim din adamlarımızdan başka hüviyet içinde idi. Türkçe, Arapça, Farsça'dan başka Rusça, Japonca biliyordu. Avrupa'yı baştan aşağı dolaşmıştı; Çin'i bile görmüştü. Kırk yaşından sonra Fransızca ve Lâtince'yi de öğrendiğini yazmıştı. Japonya'da Şinto dininin değişen şartlar içinde Japon münevverlerini tatmin etmediğini, mantık, akıl, ilim, ruh birliği ve cihânşümul (evrensel) felsefeyi temsil edecek bir dinî-mânevî hareketin, Japon milletince benimseneceğini, İslâmiyet'in de aslında bütün bu vasıfları ihtiva ettiğini, sadece hakikatleri izah edecek kudret ve ilmî-mânevî kifayette şahsiyetlere ihtiyaç olduğunu yazmıştı. Japon imparatorundan, ailesinden bir Prensin ziyareti ile böyle bir mektup da alınca, mevzuun ehemmiyeti hâdise olarak önümde idi.

Fakat, bizdeki din adamlarının ilmî ve mânevî seviyelerini çok iyi biliyordum… Düşündüm ki, Japon İmparatorunun istediği Müslüman din âlimleri kendi ülkemizde olsa ve onları ben bulabilseydim, Japonlardan evvel kendi milletimin ve Halife, yani Peygamberimizin vekili olarak İslâm âleminin istifadesini temin ederdim. Şöhret yapmış ilmiye mensuplarını tanıyordum. İçlerinde şahsen hürmete şayan çok şahsiyet vardı. Ekseriyetle de şahsen faziletli idiler. Fakat ilmî kudretleri olduğu kadar cihânı telâkki tarzları, bu kadar büyük ve İslâmiyetin mukadderatı üzerinde tesir yapacak mevzuu ele almaya, neticelendirmeye müsait değildi… Japon İmparatorunun istediği Müslüman din alimleri'ni yetiştirecek feyyaz menbâlar da artık mevcut değildi.” (Okyar, Fethi (1980), Üç Devirde Bir Adam, Yayına hazırlayan: Cemal Kutay)

***

Daha ayrıntılı bir okuma için Uğur Altın’ın “20. yüzyıl başlarında Japonların İstanbul'da enformasyon faaliyetleri: Kobayashi Tetsunosuke'nin 'Galata Kulesi'nden' eseri” ismiyle yayımlanan akademik tezi incelenebilir.