Medresenin son büyük güneşi
HABER MASASI
Ahmed Cevdet Paşa, hem eski mirasın yükünü taşıyacak, hem de onu çizgi çizgi değiştirerek, yeni baştan kuracak bir arayışa girer. Gönül gözüyle görüp akıl ve feraset nazarıyla bakar.
Ahmed Cevdet Paşa fikir ve siyaset tarihimizde adeta bir hadisedir. Osmanlıların değişen politik yapıya paralel olarak entelektüel iddialarını gözden geçirmek zorunda kaldığı bir atmosferin aktörlerindendir. Her çeşit siyasî entrikanın doludizgin gittiği bir devirde politikanın yutamadığı adamlardan biri olarak kalır. Son dönem Osmanlı tarihinde günün adamı, hiç şüphesiz odur.
Hemen her şeyi yıldırım yemiş bir çınara döndüren devir, devlet ocağında pişen, akranları arasında parmakla gösterilen bu kalburüstü simayı bir nevi ihtiyat akçesi gibi saklamıştır. Çöktüğü söylenen medrese sisteminin kendi şahsında kemâl devrini idrak ettiği bu zatın ikbal yolculuğu, devrin medreselerinin tarihçesi gibidir. İdare edici fikrin devirden geldiği bir zamanda dönemin düşünce yapısını devlet kademesinde temsil eder.
A.Hamdi Tanpınar'ın sevdiği kelimelerle söyleyelim: Ele aldığı mevzuların hiçbirinde doğrudan ihtisası olmamasına rağmen, hepsinin üstesinden gelmesini medreseye borçludur. Yahya Kemal'in, devri bilenlerin Cevdet Paşa gibi birinin medreseden yetişmiş olduğuna şaşıracaklarını söylediğini de unutmayalım. Klasik devlet adamı ve ulema geleneğinin aktüel temsilcisi olan Paşa, Gazalî ile Nizâmülmülk'ün bir sentezi ve Hanefî versiyonu görünümünde fetvası yürür bir müderristir. Bu sentez İbn Haldun'un Mukaddime'de çerçevesini çizdiği bir siyasî zeminde kendisine hareket sahası açar. İbn Haldun'un bu son şakirdi, tesadüfün sevki ve ilmî kudreti sayesinde siyasette üstadı olan Büyük Reşid Paşa'nın dairesine intisap ederek himayesine girer. Zamanla bu intisabı genişleterek mektep haline getirir. Yetiştiği ve ikbalin eşiğine ilk adımını attığı bu ocağa hayatı boyunca bağlı kalır. Reşid Paşa'nın sırdaşı, Âli ve Fuad Paşaların kapı yoldaşıdır.
Bir fakat pîr konuşur. Vehimden ibaret görülen II. Abdülhamid Han'ın gören gözü, işiten kulağı sıfatıyla vezirliklerde bulunur. Siyasette öbür üstadı Âli Paşa'ya hocalık yapmasında çok iyi görüleceği üzere bütün bir devri yetiştirir. Modernleşen Osmanlının adeta tarihini yaşar; 'en büyük müverrihimiz' olarak görülür. Kaleme aldığı Târih-i Cevdet yastık altı kitabı haline gelir. Osmanlının dede-baba yadigârı mirası tasfiye ettiği bir zaman aralığında devlete olan muhabbetini bir çeşit din haline getirir, saçı sakalı bu yolda ağartır.
O, daima değişen ve değiştikçe her şeyi değiştiren, belki de ümmîleştiren bir asrın adamıdır. Zaman denilen şeye inandığı için hadiseler karşısında realite duygusuyla hareket etmekten çekinmez. Eski ile yeninin kavşak noktasında durur, tarihî tecrübe ile modern unsurlar arasında zarurî olarak irtibatlar kurar. Zaruretlerin ve belirli ihtiyaçların sevkiyle Batı'ya yaklaşmanın çarelerini ararken, uzaklaşmanın imkânlarını da elden bırakmaz; iki sınır arasında gider gelir.
Nadir görülen bir perspektifle Mecelle için kullandığı “Hem İslâm nezdinde, hem de ecnebîler indinde makbûl bir eserdir" ifadesi vaziyetini meydana dökecek vasıftadır. Her kabın, içindekini sızdırdığı bir gerçektir. Cevdet Paşa burada Avrupalılara bir şekilde, Müslümanlara başka bir şekilde açıklanabilecek tarzda ıslahat layihaları yazan Tatarcık Abdullah Efendi gibilerin takipçisidir.
Tabir bir olsa da ibareleri çeşitlendirir. Bir gün aleyhimize, bir gün lehimize; bir gün kedi, bir gün şahiniz mantığıyla hareket eder. Bazı şeyleri bilir fakat söylemez. Bir taraftan Tanzimat'ı savunur, diğer taraftan neticelerine karşı çıkar. Yenilikleri klasik şeklin içinde arar, geleneksel form içinde takdim eder. Muhafazakâr kontrole duyulan ihtiyacın sevkiyle yeniye ait unsurları eskinin bünyesine sokar.
Asrın zaaflarını kuvvete dönüştürdü
Mevlevîlik ile Nakşîlik arasında gidip gelen Cevdet Paşa'nın III. Selim'den itibaren Osmanlı bürokratlarına istikamet veren tarikatın Nakşîlik olduğuna dair hükümleri tesadüf değildir. Hem eski mirasın yükünü taşıyacak, hem de onu çizgi çizgi değiştirerek, yeni baştan kuracak bir arayışa girer. Gönül gözüyle görüp akıl ve feraset nazarıyla bakar.
Bu vadide Hegel'in Tarih Felsefesi'nde Osmanlılarla özdeşleştirdiği Yeniçeri Ocağı'nı kaldırmayı bir anlamda devleti ortadan kaldırmaya eşdeğer görür. Bu noktada teceddüt denilen şeyin inkıraz (çöküş) olduğunu ifade eder. Bu nedenle aklı örümcek ağından daha zayıf kimselerin refakatinde kotarılan yarım yamalak ıslahat tedbirlerine inanmaktansa kazaya rıza gösteren, zuhurata tabi bir tavır sergiler. Denize düştüğü için yağmurdan perva etmez. Haliyle modernleşmenin aslında Batılılaşma olduğunu gözden kaçırmaz. Asrın zaaf hanesine kaydettiği şeyler, Cevdet Paşa'nın görüş zaviyesinden hareket edildiğinde bir nevi kuvvet haline gelir. Üslupta resmiyet ile samimiyet arasında gidip gelmesinin sırrı da burada düğümlenir.
Târih-i Cevdet'teki yarı otobiyografik yaklaşım ve Ma'rûzât'taki soğukkanlılık, tam otobiyografisi mahiyetinde görebileceğimiz Tezâkir'de yerini yarenlik eden bir tavra bırakır. Hayatın nizamının bozulduğu bu merhalede, içte kalması lazım gelen şeyler bu son hatırattadır. Çetin ve sarp meseleleri çift kutuplu gibi görünen bu usulle aşar. Bu zaviyeden bakıldığı vakit, “Tezâkir'de başka, Maruzât'da başka Paşa var" sözünü, bir tezat mecmuası hükmüne koymak mümkün değildir. Kâl dilini (sözü) hâl diline (davranışa) tercüme eden ve sıkı bir ihtiyat şeklinde kendisini gösteren bu üslup aşıldığı takdirde görülür ki, Tezâkir ve Ma'rûzât, Târih-i Cevdet'te savunulan, belki de savunulmak zorunda kalınan bazı hususların tövbe istiğfarıdır. Biliyoruz ki, emir altında olan mazur görülür.
Sözü burada düğümleyeceksek diyoruz ki: Cevdet Paşa'nın izlerine basıp gitmesi gereken siyasî irade, onun fikirlerini taşıyacak kudretten giderek uzaklaşır. Geçmişle arasına neredeyse aşılması imkânsız duvarlar diker. Bu fukaralık nedeniyle kendisinin ölüleri diriltebilecek vasıftaki teklifleri güftesiz bir beste mırıldanmak kabilinden kalır.
Hemen her şeyi yıldırım yemiş bir çınara döndüren devir, devlet ocağında pişen, akranları arasında parmakla gösterilen bu kalburüstü simayı bir nevi ihtiyat akçesi gibi saklamıştır. Çöktüğü söylenen medrese sisteminin kendi şahsında kemâl devrini idrak ettiği bu zatın ikbal yolculuğu, devrin medreselerinin tarihçesi gibidir. İdare edici fikrin devirden geldiği bir zamanda dönemin düşünce yapısını devlet kademesinde temsil eder.
A.Hamdi Tanpınar'ın sevdiği kelimelerle söyleyelim: Ele aldığı mevzuların hiçbirinde doğrudan ihtisası olmamasına rağmen, hepsinin üstesinden gelmesini medreseye borçludur. Yahya Kemal'in, devri bilenlerin Cevdet Paşa gibi birinin medreseden yetişmiş olduğuna şaşıracaklarını söylediğini de unutmayalım. Klasik devlet adamı ve ulema geleneğinin aktüel temsilcisi olan Paşa, Gazalî ile Nizâmülmülk'ün bir sentezi ve Hanefî versiyonu görünümünde fetvası yürür bir müderristir. Bu sentez İbn Haldun'un Mukaddime'de çerçevesini çizdiği bir siyasî zeminde kendisine hareket sahası açar. İbn Haldun'un bu son şakirdi, tesadüfün sevki ve ilmî kudreti sayesinde siyasette üstadı olan Büyük Reşid Paşa'nın dairesine intisap ederek himayesine girer. Zamanla bu intisabı genişleterek mektep haline getirir. Yetiştiği ve ikbalin eşiğine ilk adımını attığı bu ocağa hayatı boyunca bağlı kalır. Reşid Paşa'nın sırdaşı, Âli ve Fuad Paşaların kapı yoldaşıdır.
Bir fakat pîr konuşur. Vehimden ibaret görülen II. Abdülhamid Han'ın gören gözü, işiten kulağı sıfatıyla vezirliklerde bulunur. Siyasette öbür üstadı Âli Paşa'ya hocalık yapmasında çok iyi görüleceği üzere bütün bir devri yetiştirir. Modernleşen Osmanlının adeta tarihini yaşar; 'en büyük müverrihimiz' olarak görülür. Kaleme aldığı Târih-i Cevdet yastık altı kitabı haline gelir. Osmanlının dede-baba yadigârı mirası tasfiye ettiği bir zaman aralığında devlete olan muhabbetini bir çeşit din haline getirir, saçı sakalı bu yolda ağartır.
O, daima değişen ve değiştikçe her şeyi değiştiren, belki de ümmîleştiren bir asrın adamıdır. Zaman denilen şeye inandığı için hadiseler karşısında realite duygusuyla hareket etmekten çekinmez. Eski ile yeninin kavşak noktasında durur, tarihî tecrübe ile modern unsurlar arasında zarurî olarak irtibatlar kurar. Zaruretlerin ve belirli ihtiyaçların sevkiyle Batı'ya yaklaşmanın çarelerini ararken, uzaklaşmanın imkânlarını da elden bırakmaz; iki sınır arasında gider gelir.
Nadir görülen bir perspektifle Mecelle için kullandığı “Hem İslâm nezdinde, hem de ecnebîler indinde makbûl bir eserdir" ifadesi vaziyetini meydana dökecek vasıftadır. Her kabın, içindekini sızdırdığı bir gerçektir. Cevdet Paşa burada Avrupalılara bir şekilde, Müslümanlara başka bir şekilde açıklanabilecek tarzda ıslahat layihaları yazan Tatarcık Abdullah Efendi gibilerin takipçisidir.
Tabir bir olsa da ibareleri çeşitlendirir. Bir gün aleyhimize, bir gün lehimize; bir gün kedi, bir gün şahiniz mantığıyla hareket eder. Bazı şeyleri bilir fakat söylemez. Bir taraftan Tanzimat'ı savunur, diğer taraftan neticelerine karşı çıkar. Yenilikleri klasik şeklin içinde arar, geleneksel form içinde takdim eder. Muhafazakâr kontrole duyulan ihtiyacın sevkiyle yeniye ait unsurları eskinin bünyesine sokar.
Asrın zaaflarını kuvvete dönüştürdü
Mevlevîlik ile Nakşîlik arasında gidip gelen Cevdet Paşa'nın III. Selim'den itibaren Osmanlı bürokratlarına istikamet veren tarikatın Nakşîlik olduğuna dair hükümleri tesadüf değildir. Hem eski mirasın yükünü taşıyacak, hem de onu çizgi çizgi değiştirerek, yeni baştan kuracak bir arayışa girer. Gönül gözüyle görüp akıl ve feraset nazarıyla bakar.
Bu vadide Hegel'in Tarih Felsefesi'nde Osmanlılarla özdeşleştirdiği Yeniçeri Ocağı'nı kaldırmayı bir anlamda devleti ortadan kaldırmaya eşdeğer görür. Bu noktada teceddüt denilen şeyin inkıraz (çöküş) olduğunu ifade eder. Bu nedenle aklı örümcek ağından daha zayıf kimselerin refakatinde kotarılan yarım yamalak ıslahat tedbirlerine inanmaktansa kazaya rıza gösteren, zuhurata tabi bir tavır sergiler. Denize düştüğü için yağmurdan perva etmez. Haliyle modernleşmenin aslında Batılılaşma olduğunu gözden kaçırmaz. Asrın zaaf hanesine kaydettiği şeyler, Cevdet Paşa'nın görüş zaviyesinden hareket edildiğinde bir nevi kuvvet haline gelir. Üslupta resmiyet ile samimiyet arasında gidip gelmesinin sırrı da burada düğümlenir.
Târih-i Cevdet'teki yarı otobiyografik yaklaşım ve Ma'rûzât'taki soğukkanlılık, tam otobiyografisi mahiyetinde görebileceğimiz Tezâkir'de yerini yarenlik eden bir tavra bırakır. Hayatın nizamının bozulduğu bu merhalede, içte kalması lazım gelen şeyler bu son hatırattadır. Çetin ve sarp meseleleri çift kutuplu gibi görünen bu usulle aşar. Bu zaviyeden bakıldığı vakit, “Tezâkir'de başka, Maruzât'da başka Paşa var" sözünü, bir tezat mecmuası hükmüne koymak mümkün değildir. Kâl dilini (sözü) hâl diline (davranışa) tercüme eden ve sıkı bir ihtiyat şeklinde kendisini gösteren bu üslup aşıldığı takdirde görülür ki, Tezâkir ve Ma'rûzât, Târih-i Cevdet'te savunulan, belki de savunulmak zorunda kalınan bazı hususların tövbe istiğfarıdır. Biliyoruz ki, emir altında olan mazur görülür.
Sözü burada düğümleyeceksek diyoruz ki: Cevdet Paşa'nın izlerine basıp gitmesi gereken siyasî irade, onun fikirlerini taşıyacak kudretten giderek uzaklaşır. Geçmişle arasına neredeyse aşılması imkânsız duvarlar diker. Bu fukaralık nedeniyle kendisinin ölüleri diriltebilecek vasıftaki teklifleri güftesiz bir beste mırıldanmak kabilinden kalır.