Bundan seneler önce TRT 1 tematik film kuşağında “Kaç Para Kaç” filmine denk gelmiştim, filmi yarısından itibaren ve tarzına ilişkin bilgi sahibi olmayarak izlemiş fakat yine de kendime çok yakın bulmuştum. Bu filmde insani pek çok şey vardı. Reha Erdem sineması o gün, aslında ben farkında değilken benim için başlamış oldu… Sinemaya ilgimin iyice belirginleşmeye başladığı zamanlarda Beş Vakit'i izledim. Köyde çocuk olmak, bozkırın ortasında erilen büluğun çocuk zihinlerde oluşturduğu boşluk, yaşayamama hissi, nefret edilen, nefret etmekten başka seçenek bırakmayan aileler; -ki köyde ebeveyn yoktur, aile vardır- ve insanı yutkunduran bir manzara çekimiyle Reha Erdem sadeliği…
Köyde insan baskı altında olmak nedir iyi bilir. İmkanlar kısıtlıdır, uzun uzun çocuk kalamazsın, yetişmek zorunda bırakan bir ezilmişlik hissiyle, vücudu çorak kalan ama içi en en ağır yoklukla olgunlaşmış çocuklar olarak yaşarsın.
0. Esasen taşraya bu denli hüzün ve acı yükleyip bu sinematografik görüntüden keyiflenmemizin sebebi, bakışımızın “dışarıdan” olması. Taşrada yaşayan; taşrada yaşıyor oluşuna varoluşsal anlamlar yükleyip devşirdiği kahırdan keyiflenmiyor, o kahırı yüklenmiyor bir kere.
0. Çünkü dünyevi sıkıntılar ve hayat gailesi denen bir olay var, taşrada daha derin ve gerçek yaşanan. Ataerkil ilişkiler çok daha acıtıcı. Bunu biraz da Füruzan’ın eşsiz hikayelerinden biliyorum.
0. Reha Erdem’in frankofon bir eğitim hayatı olması ve Paris’te sinema eğitimi alması, ona auteur sinemanın ustalarını “tanıma” imkanı sağlamıştır. Gerçekten de Reha Erdem’in sinemasında Bresson’dan, Godard’dan, Truffaut’dan izler vardır. Dardenne Kardeşler’in sineması da Reha Erdem’in anlatımıyla benzerlik içindedir.
0. Reha Erdem’in mizahi yönü daha ağır basan ve bir apartman-aile komedisi olan “Korkuyorum Anne"sinde bile, insanı rahatsız etmeyen, varlığından hoşnutluk duyulan bir hüzün vardır. Korkuyorum Anne’yi izlerken o apartmanda oturan insanlardan biri olmak ve o eşsiz sıcaklıktaki aile komedisine dahil olmak arzusu içimi doldurur. Bunda hiç şüphe yok ki oyuncu seçimlerinin de büyük etkisi vardır.
0. Huzuru ve hüznü, varoluşsal bir ruh gereksinimi olarak sunar Reha Erdem. Onun filmlerinde hiçbir duygunun, mimiğin, karakterin, aşırı ve abartı bir yönü bulunmaz. Çünkü bulunursa o zaman o film Reha Erdem’in anlatmak istediğinin dışında bir film, bir “piyasa filmi” olur. Oysa Erdem’in tek isteği “sadece sanat yapmak”, sanatı "sadece" yapmaktır.
0. Reha Erdem, A Ay
"A Ay" filmi, tıpkı Kosmos gibi aslında uzun uzadıya konusu üzerine tahliller yapılamayacak bir filmdir. Yani evet; bir kahraman, mekan, konu ve anlatım vardır ve fakat tüm bunlar bir derdi, sanatsal bir bakış açısını, bir duruşu ifade edebilmek için seçilmiştir.
0. A Ay'da başroldeki kız, adadaki arkadaşına “kendinden habersiz kaldın mı hiç?” der. Filmin benim için ana teması ve hakikati bu cümlede saklıdır. Bir kızın dilinden dökülen, “Kendinden habersiz kaldın mı hiç?” sorusu… Çünkü bu kız, 2 halasıyla beraber eski bir konakta, annesinin hep yanında olmasını istediği ruhuyla yaşamaktadır. Birbirinden çok farklı olan bu iki hala, onun için farklı gelecek planları yapmakta, kendilerince güzel saydıkları, aslında sadece kendi zihinlerinde tasavvurunu yapıp kendi olmak istedikleri yaşamları için güzel olan bir geleceğe doğru onu “sürüklemek” istemektedir. Fakat onun, o eski konakta annesinin simasıyla karşılaşabilmek, onu görüp varlığını hissedebilmekten başka bir şeyi umursadığı yoktur. İşte tam burada, olaylardan sıyrılıp hikayeye dahil olmak, o eski konağı ve o kızı yaşayabilmek gerekir. Çünkü o kız, bu sefer başka bir kimlik ve hikayeyle Hayat Var'da karşımıza çıkacaktır.
0. Hayat Var, Reha Erdem
Hayat Var; birçok yönüyle benim için Bresson'un Mouchette'ine benzer. Mouchette'in okuldaki yabanıl hırçınlığı ve yalnızlığı, arkadaşlarının yalnızca çocuklara özgü kötücül acımasızlığı, Hayat'ın da tıpkı Mouchette gibi farkında olmadan “kadın" olması…
Birçok yönüyle zihnimde birbirine çağrışım yapar bu iki film.
0. Rosetta, Dardenne Kardeşler
Dardenne kardeşler, Rosetta'ya nasıl bir hayat mücadelesi görevi biçmiş ve Rosetta üzerinden bitmeyen bir yaşamda ayakta kalış sınavı sunmuşsa, Erdem de bunu yapmıştır.
Fakat Erdem'in sadeliği, görselliğindeki Tarkovskyen stil, manzara çekimleri ve sessizliği dinleyiş, hikayenin “göze sokulmasını” engellemiş ve tıpkı yaşam gibi; biz izlerken ardımızda bir şeylerin olduğu izlenimini bırakmıştır.