Yaşamak kabullenmektir

HASANALİ YILDIRIM
Abone Ol

Her dünya görüşü birbirinin zıddı şu iki tavırdan birine denk düşer: direnmek veya kabullenmek. Birine taraf olduğumuzda öbürü hayatımızdan bütünüyle silinmeli mi? Hem, direndikçe mi insanlaşırız yoksa kabullendikçe mi? Bir yönüyle hayli basit, öbür yönüyle nice çetin suâller. Öyle ya, herhangi bir hadiseden veya vaziyetten ari bir şekilde bu suâllere muhatap kaldığımızda isabetsiz cevap vermek pek zor. İyi ama hayatın o kendine mahsus ahengi içerisinde yaşayıp giderken her daim doğrudan yana tavır aldığımız ne malûm?

Direnmek...

‘Handiyse’ her gün karşımıza çıkan kelimelerimizden. Özbeöz Eski Türkçe. Hayır, Osmanlıca değil. Yazık ki kendimizden daha da uzak tutmak, hatta yabancılaştırmak maksadıyla uydurulan ve ne yazık ki fazlasıyla tutan bu ‘Osmanlıca’ tabiri zaten yokmuş gibi, onun yerine bir de ‘Eski Türkçe’ denmeye başlandı ki külliyen yanlış. Hakikatte Eski Türkçe, lisanımızın daha dünkü hâlini değil, mîlâdî 6. asırdaki yahut yaygın kabule uyarsak 8. asırdaki safhasını işaret eder. İlk tarihleme Köktürklere denk düşerken ikincisi Uygurlara denk gelmede. Hani şimdilerde Çin zulmü altında inleyen ama bütün Türklerin ve Müslümanların âdeta üç maymunu oynadığı Uygurlar... ‘Medeniyet’ karşılığı uydurulan ‘uygar’ kelimesinin ilham kaynağı.

O vakitler ki hâli ‘tiren-mek’. ‘Sakınmak’, ‘kaçınmak’ ve ‘imtina etmek’ mânâsına gelmede.

Kıymet hükmünü içerisinde barındıran kelimelerimizden. Ama bu kıymet hükmünün menfiliği veya müspetliği kendisinde, yani ifadesinde değil, meramında saklı. Başka şekilde söylersek, kelimenin müspet veya menfi mânâya bürünüşü, bizatihi değil, mevzii. Misâl: Küffara, zalime, yalana, yalancıya; bilumum zorluğa ve felâkete karşı direnmek müspet iken ana-babaya, töreye, meşru hukuka direnmek menfi. (Dikkat buyurunuz; hukuk değil, ‘meşru’ hukuk.)

Tersinden de misâllendirelim: Zulmü, adaletsizliği, gadri, haksızlığı, eza ve cefayı kabullenmek merdud iken hakkı ve hakikati kabullenmek şart.

Demek ki neye direnildiği veya neyin kabullenildiği, fiilin kendisinin önünde ve onu belirleyici, hükmünü tayin edici vaziyette.

Yaşamıyor gibi yaşamak

Hakiki mânâsıyla merdud cehl, bilgisizlik değil, bilgisizliğin telâfisinin ihtiyacını hissetmemek; başka bir ifadeyle cehli mürekkep. Hâlini kusursuz, kendini mütekâmil bellemek. Yani ilim tahsil edemediğinde dahi etrafındaki olup-bitenlerden ders çıkarmamak, yaşantıladıklarından ibret alamamak, müşahadesinin basit istidlâlinden dahi istifade edememek. Başka bir ifadeyle yaşamıyor gibi yaşamak. Tıpkı zamanımızın insanının ekserisi gibi. Bilkuvve insanlıktan ânbeân bilfiil beşerliğe alçalmak.

İnsan yaşadıkça bir yandan reddedilmesi, varlığına direnilmesi ve mümkünse ortadan kaldırılması icap eden hususlar arttıkça artar. Öbür yandan da hâlini ve etrafını sahih bir müşahede akabinde şartlarını kabullenmesinin mesuliyet miktarı artar.

Dünyanın cilvesi icabı mevcut şartları bir tek ona mahsustur ve onun imtihanı da zaten bundan ibarettir. Onun mesuliyeti, içinde bulunduğu şartlara nasıl bir tavır geliştireceğine bir ân evvel karar vermekten ibaret. Zaten kader dediğimiz de bu değil mi? Hangi vaziyette neyi kabulleniyoruz veya neye direnmeyi tercih ediyoruz?

İsyan, itiraz, red ve direnç...

Şartların tahterevallisi

Öte yandan elbette herkesin şartı da kendisine mahsus. Hâlbuki dışarıdan bakıldığında bugün daha müspet görünen başkalarının şartları, yarın aynı kalmamakta. Ve hatta herkesin şartı bir tahterevalli misâli kâh inmekte, kâh çıkmakta. Mühim olan, inerken de çıkarken de tahterevallinin üstünde durabilmekte. Ve şimdi yukarıdaysa bile biraz sonra aşağı inebileceğini hesaba katmakta. Yahut şimdi aşağıda diye efkârlanacağına birazdan yukarıya çıkacağından umut kesmemekte. Aşağıya inmeye direnmek ne kadar yersizse yukarı çıkamayacağını kabullenmek de o kadar abes.

Şurası da var: Gençken insana yaşamak, direnmek gibi gelir. Direndikçe, karşı geldikçe, karşı koydukça, reddettikçe, kabullenmedikçe, itiraz ettikçe varız âdeta. Anneye, babaya, hocaya, amire; karıya, kocaya direndikçe varlık kazanırız. Öte yandan bu safhadayken “ben varım” demek, “sen yoksun” demektir âdeta: “Ben ancak sen varolmadığında varolabiliyorum.”

İnsanın kendi zati varlığını henüz ebeveynininkinden ayıramayacağı erken çocukluk safhasında başlayan ama yazık ki bizim gibi mâkul bir vaktin akabinde bitmesi icap ettiği hâlde kimileyin bir ömür süren bu yanlış “ben varım” zehabı, aslında adem habercisi bir iddia. Anneyi, babayı, hocayı, amiri; kısaca sultayı kabullen(e)memenin, mânâsız bir tarzda onlara direnmenin sebebi, kişinin kendi varlığını henüz kabullenecek tekâmüle uzaklığı. Kendi zati varlığını idrak ve kabûl edememiş bir beşer, bırakalım Rabbini, bir başkasının kendisinden bağımsız varlığını nasıl idrak ve kabûl edebilsin?

Eskinin çirkinin güzelleşmesi

Ne ki vakti-saati geldiğinde kişi bir elif miktarı tekâmül edebilmişse o vakit derinlerinde bir şeylerin değiştiğini, bazen eski ölçülerinin yerine yenilerinin geldiğini, hatta kimileyin eskisinin düpedüz zıddı bir mikyas mekanizmasının, içerisinde temel atmaya başladığını müşâhede edebilir. Öyle, eskinin yanlışı artık doğrulaşmış, eskinin kötüsü iyileşmiş, eskinin çirkini güzelleşmiştir. Yahut da bunun tam tersi.

Kıymet hükümlerindeki bu tezat, değişmek mânâsına gelmez aslında. İnsan özü itibariyle asla değişmez çünkü; değişen tek şey tezahür. Bizatihi insan hep aynı.

Başka bir ifadeyle değişimden, değişiklikten, ancak beşer seviyesinde bahsedebiliriz. Kişi yaşadıkça, hususen de hakikatiyle 40’ını devirdikten sonra beşerleşmekten insanlaşmaya doğru meyletmeye başlayabilir. Elbette nasibindeyse. Bu zahiri tahavvülün batıni vechesi ise direnmek yerine kabullenmekle kabil.

Yerine göre fevkalâde mühim ve şart hükmündeki direnme hak ve imkânı bir tarafa, yaşamak; direnmeyi terketmek ve bütün öğeleriyle kâinatı her nasılsa öyle kabullenmek demek. Kendi yaşantısını, etrafındakilerin imkânını, istikbâlini, kısaca müşâhede ettiği bütün hakikat kırıntılarını, her nasılsa aynen öyle kabullenmek ne çetin bir mükellefiyettir. Gözardı etmekte hayli maharet kesbettiğimiz imtihanımızın pek mühim safhalarından biri de bu: Menfi redleri eksiltme, meşru ve mecburi kabulleri çoğaltma.

İnsan hakkı ve hakikati ne kadar kabûl mesuliyetindeyse batılı ve yanlışı da bir o kadar reddetme, onlara karşı bütün gayretiyle direnme mecburiyetinde.

Ne ki yaşamak kabullenmektir. Size lâyık görülen şartlara direnmek yerine rıza göstermek. Hem yaşadığı şartlara rıza göstermeyenden kullar razı olmaz ki A...h razı olsun. Hayır, burada kastedilen her daim mevcut şartları olduğu gibi benimseyip mücadele etmemek değil. Meselenin bu basit vechesini hususen işarete bile hacet yok aslında. Hemcinslerin tayin ettiği mevcut şartlar insana lâyık değilse insanisini talep etmek, insanın hem hakkı hem de mesuliyeti.

Kabullenmek, yani rıza göstermek. Akabinde de mümkün mertebe etrafındakilerin rızasını almadan adım atmamayı umde ahdetmek.

Yaşamak kabullenmektir, daha doğrusu kabullenmeyi öğrenmek. Doğrusu ömür sürdükçe ya yaşamayı öğreniriz bu hayatta, yani kabulleniriz veya yaptığımızı bir marifet belleyerek direniriz.

Yaşamak ıslâhı kabullenmektir. Kendi ıslâhını da.