‘Ya devlet başa ya kuzgun leşe'
Kânûnî Sultan Süleyman, yeni kanunlar yapmasıyla değil, mevcut kanunları derleyip toparlaması, hale düzene sokması ve daha da önemlisi tavizsiz olarak uygulamasıyla meşhurdu. Bu yüzden devri ‘Kânûnî’ diye anıldı. Batılı devletler tarafından ‘muhteşem Süleyman’ olarak anılması da babası Yavuz’dan daha cengâver ya da dedesi Fatih’ten daha zeki olmasından değil, ülkesini kanun ve nizam dairesinde muhteşem bir devlete dönüştürmesinden geliyordu.
Fahiş fiyat, yüksek enflasyon, market çeteleri, stokçuluk, karaborsa derken başımız iyice döndü. Sokaktaki vatandaşın artık konuşacak başka konusu kalmadı çünkü sokağa çıkma cesareti gösterdiyseniz, bir soygunun tam ortasına düştünüz demektir. Hiçbir şey yapmadan toplu taşıma ile bir yerden bir yere gitmek bile bugün büyük bir maliyet. Bir gün önce aldığınız malın fiyatının iki kat arttığını görmek artık vaka-i adiyeden. Devletin vergi indirimi yapacağını açıkladıktan sonra tüm ürünleri o verginin 4-5 katı zamlı almak kaderimizin bir parçası. Oysa tarih bize gösteriyor ki tüm bu sorunların çözümü çok basit. Toplumun ihtiyacı olan tek şey sert bir yumruk. Ülkeyi sahipsiz sananların milletin cebinden çaldığı parayı bölüştüğü ‘piyasa’ denilen masaya inecek sert bir yumruk!
Ukraynalı Hürrem Sultan’ın saray entrikaları ve biraz da kendi acemiliği nedeniyle babası Süleyman tarafından boğdurulan şehzade Mustafa, babasının katlettiği tek evladı değildi. O öldükten sonra Hürrem ve ekibinin entrikaları devam etti. Ve bu kez de Hürrem’in iki şehzadesi arasında çekişme başladı. Şehzade Bayezid, annesi Hürrem’in gözde oğlu Selim’e karşı ordu toplayınca işler karıştı. Sultan Süleyman, Bayezid’i yakalayıp idam ettirdi ve böylece Osmanlı soyu Selim’den devam etti.
Evlatları arasındaki çekişmeleri ipek urganla halleden Sultan, iki evladını katlettikten sonra bize çok değerli olan şu sözü miras bıraktı: “Ya devlet başa ya kuzgun leşe!”. Bugün hâlen kullandığımız, hatta son bir yıldır daha fazla iç çekerek ve biraz da boynumuz bükük şekilde tekrar ettiğimiz bir miras.
Muhteşemliği kanunlarından geliyor
Türk Dil Kurumu deyimler sözlüğü, Kânûnî Sultan Süleyman’ın bu sözünü “sonunda büyük bir başarıya ulaşmak için yok olma tehlikesi bile göze alınır” şeklinde yorumluyor. Halk arasında ise ‘devlet yumruğunu masaya vurmazsa, kargaların insafına kalırız’ mânâsında kullanılıyor. Kânûnî Sultan Süleyman için ise bu söz sadece ‘Kânûnî’ sıfatını almasının altında yatan ‘kânun’ anlayışını ortaya koyuyor.
Kânûnî, yeni kanunlar yapmasıyla değil, mevcut kanunları derleyip toparlaması, hâle düzene sokması ve daha da önemlisi tavizsiz olarak uygulamasıyla meşhurdu. Bu yüzden devri ‘Kânûnî’ diye anıldı. Batılı devletler tarafından ‘Muhteşem Süleyman’ olarak anılması da babası Yavuz Sultan Selim’den daha cengâver ya da dedesi Fatih’ten daha zeki olmasından değil, ülkesini kanun ve nizam dairesinde muhteşem bir devlete dönüştürmesinden geliyordu.
Çünkü düzgün kanunlar yapmamanın ya da kanunlara uymamanın vatandaşa zulüm olacağını, huzursuzluk doğuracağını ve nihayetinde sebep olacağı adaletsizliğin mülkü temelinden sarsacağını biliyordu.
Bütün esnaflar tek kanuna tabi
Tüm bunlara rağmen, belki inanması güç ama bugün içinde bulunduğumuz ekonomik sıkıntılar, fahiş fiyatlar, ticârî ahlâksızlık ve başıbozukluk o zamanlar da piyasada görülebiliyordu. Tabii ki durum şimdiki kadar vahim değildi. Çünkü devlet tebaasına karşı merhameti geniş tutarken, başıbozukluğa karşı çok sert davranıyordu. Bu sertlik sadece kolluk marifetiyle gösterilmiyordu. Getirilen kanunlar da halkı korumak için tavizsiz bir sertlikteydi.
Kânûnî’nin babası Yavuz Sultan Selim’e kadar esnafların işledikleri suçlar padişahların ‘umumi ceza kanunnameleri’nin ilgi alanına girmiyordu. Esnafların uyması gereken kurallar ‘ihtisap kanunnameleri ve yasaknameler’ ile belirlenmişti. Yani her vilayet için farklı esnaf kanunları belirlenmişti.
Yavuz’un başlattığı çalışmayı, Kânûnî kemale erdirdi ve tüm Osmanlı İmparatorluğunu kapsayan, esnaf kollarının uyması gereken kuralları hatta fiyatları ihtiva eden bir ‘İhtisap Kanunnamesi’ yazdırdı.
Esnafı denetlemek padişahın işidir
Fakat kanunu yazdırıp rafa kaldırmadı. Kânûnî, koyduğu kanunlara harfiyen uyulup uyulmadığını bizzat kontrol ederdi. Onun zamanında padişahın tebdili kıyafet çarşı-pazar gezmesi ve esnafın kurallara uyup uymadığının kontrol edilmesi gelenek haline geldi. Yani devletin başı olan padişah, yanında bostancı ordusu, sadrazam duvarı, enderun sürüsü, akıldane kalabalığı ve halkın ne kadar da mutlu olduğunu anlatıp duran soytarılar olmadan çarşı pazara iner ve kimliğini gizleyerek doğrudan halktan bilgi alırdı. Çünkü kanunlara göre Padişah, esnafın denetlenmesinden birinci derecede sorumlu kişi sayılıyordu.
Aynı şey, sadrazamlar için de rutin ve zorunluydu. Sadrazamlar haftada bir kez tebdil kıyafet halkın arasına karışır ve piyasayı bizzat denetlerdi. Payitaht dışındaki şehir, kasaba, köyler de başıboş değildi. Ticaret alanları, o bölgenin devlet yetkilileri tarafından denetlenirdi. Hatta buralarda bu denetimlerden bizzat sorumlu olan kişi, bölgenin kadısıydı. Yani her bölgedeki yargı sisteminin başı olan kadı, düzenli olarak çarşı-pazara inip esnaf denetler ve gereken cezaları hemen oracıkta verirdi.
- Dışarıya bakmaktan içerisi unutuldu
- Kânûnî döneminde piyasanın en bozuk olduğu, fahiş fiyat uygulamalarının patladığı, neredeyse her üründe sahtecilik yapıldığı dönem, 1566 yılıydı. Sultan Süleyman Zigetvar seferine çıkmış fakat sefer çok uzun sürmüştü. Doğuda da İran ile savaşlar vardı. Osmanlı İmparatorluğu, dış güçlerle o kadar meşguldü ki içeride vatandaşa zulmedenlerle ilgilenecek zaman yoktu. Tağşiş (ürünlere yabancı madde katma) neredeyse sıradan bir hale gelmiş, piyasada isteyen istediği fiyatı biçer olmuştu. Fiyatların artmasında etkili olan bir diğer unsur, esnaf loncalarına kayıtlı olmayan yetkisiz şahısların esnaflık yapmaya başlamasıydı. Özellikle tağşişler sonucunda gelirleri düşen bazı yeniçeriler ve sipahiler esnaflık yaparak kazançlarındaki düşüşü en aza indirmeye çalışmaktaydı. Yani devlete hizmet etmesi gereken ve tek geliri devletin kendisine verdikleriyle sınırlı kalması gereken sınıflar, ticarete girerek dengeleri alt üst etmişti. Kânûnî’nin Zigetvar seferinde ölmesi nedeniyle de devrindeki piyasa dengesi bir daha geri gelmedi.
Yumruk olmayınca, tokatçılar türer
Kânûnî Sultan Süleyman’ın sert yumruğu piyasadan çekildikten sonra, Osmanlı topraklarında ekonomik dengeler de gittikçe kötüleşti. Saraydan çıkmayan ve halktan kopan padişahlar, piyasayı da kontrol edemez hale geldi. Sadrazamlar ve saray erkanı halkı unutup iç çekişmelere ve iktidar mücadelelerine girdi. ‘Kimden sonra kim gelecek’ kavgası nedeniyle kimse gerçek işine odaklanmadı. Piyasayı denetlemesi gereken demir yumruklar, piyasadan koptu. Böylece esame defterlerinin alınıp satıldığı, rüşvet ve iltimasın her kapıyı açtığı dönemler başladı. Kânûnî’nin bahşiş gibi dağıttığı kapütilasyonlar, zayıf padişahlar döneminde enflasyon ve ithal ürün kabusuna dönüştü.
1500’lerin üçüncü çeyreği ile 1600’lerin ilk çeyreği arasındaki 25-30 yıllık süre bile Osmanlı’da büyük bir bozulmanın başlaması için yetti. 200 yıldan fazla bir sürede kurulan kusursuza yakın düzen, sadece birkaç yıl içinde geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde çökmeye başladı. Bunda en büyük sebep ise, devletin yumruğunu piyasadan çekmesi ve piyasanın kafasına göre bir ‘serbestlik’ kazanmasıydı.
Ahilik romantik değil, sertlik teşkilatıdır
Oysa Osmanlı, kendisinden önce kurulan Ahilik Teşkilatını daha da ileri götürerek bu kusursuz sistemi kurmuştu. Ve Ahiliğin temeli de ‘sevgi, saygı, hürmet’ gibi romantik kavramlar değil, doğrudan denetim ve müeyyide mekanizmasıydı. Yani bir piyasanın dengeli olmasının ilk yolu, onu dengede tutacak bir ceza sistemiydi. Ahi loncaları, üyesi olan esnafın her şeyi ile ilgilenirdi. İçki içip, tütün kullanmasına kadar karışırdı. Orucunu ve namazını ihmal edip etmemesine kadar gözler, lüzum görürse müdahale ederdi. Osmanlı döneminde devlete daha da yakınlaştırılan Ahi loncaları, önceleri bütün meseleleri kendi arasında çözmeye çalışır ve kadıya gitmezdi. Yargılama ve ceza uygulamasını kendisi yapardı.
Ahiliğin o kadar katı bir denetleme ve ceza sistemi vardı ki, esnaf, tüketiciye yalnızca sağlam mal satmakla yükümlü olmayıp, aynı zamanda defolu olan malını açıkça söylemeli, fiyatını buna göre belirlemeli, sattığı malı da abartılı bir biçimde övmemeliydi. Kurallara uymayıp herhangi bir nedenle müşteriyi kandıran esnafın dükkânı kısa süreliğine veya temelli kapatılırdı. Ve yaptığı ahlâksızlık tüm çarşı esnafı ve halka duyurulup cezası halk önünde verilirdi. İşyeri kapatılan esnafın sağ ayağındaki ayakkabısı ayağından çıkarılarak dükkânın damına fırlatılırdı. Papucu dama atılan esnaf, sadece o şehirde değil, başka şehirlerde de bir daha iş yapamazdı çünkü loncalar diğer şehirlere de sahtekârlar için bir ‘kara liste’ gönderirdi.
Sahtekarlığı tekrar eden esnafın piyasada yaşama şansı kalmazdı. Arkadaşları ve akrabaları bile ondan yüz çevirirdi. Zaten kalabalıkların gözü önünde yediği falaka ve hakaretler, bir daha insan içine çıkmasına da pek müsaade etmezdi. Ahiler, sadece sahtekâr esnafa ceza verip mağdur olan müşteriyi ikinci defa cezalandırmazdı. Önce müşteriye istediği üründen sağlam bir tane verilir, daha sonra da parası iade edilirdi.
Bu marketler Osmanlı döneminde olsaydı...
Osmanlı’da esnafa verilen cezalar kademe kademeydi. Ama rencide etmek, en sık kullanılan cezaydı. Bunun nedeni o zamanki esnafların bugünkülerden farklı olarak utanma duygusuna sahip olmaları değildi. Asıl neden, toplumun da bu tür yüzsüzlerin yüzüne bir daha bakmamasıydı. Mesela Türkiye’de bugün fahiş fiyat oyunu yapanlar eğer Osmanlı zamanında olsaydı,
- Muhtemelen önce o marketlerin sahibi olan iş adamları 99 kez ayak tabanlarına sopa vurulmak üzere falakaya yatırılır,
- Kafalarına tahta bir külah geçirilerek halk içinde ‘dolandırıcı’ yaftasıyla dolaştırılır,
- Dükkanları kapatılır,
- Eğer ekmekte de sahtekarlık yaptılarsa kulaklarından dükkan önündeki duvara çivilenir ve zarar verdikleri tüm müşterilerin zararlarını teker teker tazmin etmeleri sağlanırdı.
Ama Allah’tan bugün Osmanlı’nın bu gerici(!) usûlleri çok gerilerde kaldı. Artık ‘demokrasi’ var ve halkı dolandıranlara para cezası kesilebiliyor. Ve o para cezasının da yargı yolu açık olduğu için çoğu zaman Danıştay’dan dönüyor. Bu sayede zâten büyük zorluklarla yetiştirilen büyük iş adamları yaptıkları her türlü sahtekârlıktan zarar görmeden kurtulabiliyor. Belki halkın tamamı bu şekilde cezalandırılıyor, belki piyasalar alt üst oluyor, belki ülke çok büyük milli servetinden oluyor, hatta belki ülkenin genel ahlakı çökertiliyor ama en azından demokrasi çerçevesinde esnafımız sonuna kadar korunuyor.
- Medine pazarı dahi denetleniyordu
- Bugün yaşadığımız piyasa sorunlarının tamamının temelinde ‘denetimsizlik ve cezasızlık’ yatıyor. Esnaf sınıfını korumak için halk feda ediliyor. Ve ortaya çıkan kargaşa, ‘ülkede ticari ahlâk kalmadı, herkes birbirini dolandırıyor” tesellisi ile geçiştiriliyor. Oysa ticârî ahlâkın temelinde de yine tavizsiz denetim ve ceza sistemi yatıyor.Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Medine’ye hicretten sonra beraberindeki sahabelerle birlikte kurduğu Medine Pazarı, bunun en güzel örneğidir. Gerçek Hayat olarak, 2021 yılının son sayısı olan 1074. sayımızda, Medine Pazarı ile ilgili geniş bir dosya sunmuştuk. Ve o sayı ile birlikte Efendimizin (s.a.v) bir hadisini de poster olarak vermiştik. O meşhur Hadis-i şerifte ‘Bizi aldatan bizden değildir’ buyuruluyordu. İşte bu hadis, Medine pazarında kayda geçmiştir. Efendimiz (s.a.v.), Hz. Ebubekir (r.a.), Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.) gibi cennetle müjdelenmiş sahabileri tarafından kurulmasına rağmen, pazarı düzenli olarak denetlemeyi ve düzeni kontrol etmeyi ihmal etmemişti. Bir gün yine pazarı gezerken satış için sergilenen buğdaylar dikkatini çekti. Elini buğday çuvalının içine daldırınca, üstü kuru olan buğdayın altının yaş olduğunu fark etti. Satıcıya bunun sebebini sorduğunda “yağmur yağdı ve buğday ıslandı” cevabını aldı. Önce “Hayır öyle yapma, yaşı ayrı sergile ve kuruyu ayrı sergileyerek sat” diyerek ticari bir ders verdikten sonra “Bizi aldatan bizden değildir” hadisini buyurdu. Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından kurulup, cennetle müjdelenen sahabeler tarafından idare edilen bir pazar bile sıkı bir şekilde denetlenirken, bugünkü denetimsizliğe ve cezaların yetersizliğine anlam vermek gerçekten çok güç. Bu kadar gevşeklikten sonra ortaya çıkan ‘ticârî ahlâksızlığın’ nerelere varacağını görmek ise o kadar da güç değil.