Üç İstanbul’dan üç Ankara’ya

MEHMET ÖNDER
Abone Ol

Osmanlı Devleti'nin son dönemine bizzat şahit olan Mithat Cemal Kuntay romanında, Batılılaşmayı sefa sürmek, Avrupa'ya gitmek, onlar gibi giyinip, onlar gibi yemek içmek zanneden siyasî erkin acınası haline ayna tutmuştur. Tuhaf olan, isimler ve mekânlar değişse de bugün kürsülerde “kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet, adalet, müsâvat, meşveret” diye bağıran kişilerin, ihanetlerinin ve ittifaklarının değişmemesidir.

Abdülhamid Han.

2. Abdülhamid Han döneminden Cumhuriyetin kuruluşuna kadar geçen sürede yaşanılanlar son zamanların en çok konuşulan meselesi hâline geldi. Hem günümüz Türkiye sosyopolitik atmosferine benzerliği, hem de yakın tarihe damga vurması nedeniyle Abdülhamid Han dönemi ve uygulamaları şüphesiz konuşulmaya da devam edilecektir. Yakın zamanda İsrail eski başbakanı Benjamin Netanyahu çıkardığı “Benim Meselem” adlı kitabında, Abdülhamit Han’ın politikalarının Yahudiler üzerindeki menfi etkisine uzunca yer vermiştir, yine Benzion Netenyahu da “Siyonizmin Kurucu Babaları” adlı kitabında “1908 Jön Türk devrimi, Siyonistlerin umudunu yükseltti” vurgusunu yapmıştır.

Bugün bir kesim tarafından istibdat dönemi diye anılan Sultan Abdülhamit Han devri, bizim aydınlarımız arasında da pek çok tartışmaya konu olmuştur. Bu tartışmayı edebi sahaya taşıyan, Osmanlı’nın üç dönemini kendi penceresinden anlatan “Üç İstanbul" romanı konuyu farklı boyutlarıyla ele alması hususunda müstesna bir örnektir. 1938 yılında ilk basımı yapılan Mithat Cemal Kuntay’ın yirmiyi aşkın roman kahramanıyla İstanbul’un istibdat, meşrutiyet ve işgal dönemlerini anlattığı romanı, ayrıca 1983 yılında TRT için dizi olarak yayımlanmıştır.

Abdülhamid Han’a muhalefette buluştular

1885 tarihinde İstanbul’da doğan ve Mekteb-i Hukuk’tan mezun olduktan sonra noterlik göreviyle edebî işlerini bir arada devam ettiren Mithat Cemal Kuntay, daha ziyade yazdığı şiirlerle bilinmektedir. II. Meşrutiyet’ten önce Abdülhamid Han’a olan güçlü muhalifliği nedeniyle ihbar edilerek kısa bir süre tutuklu kalan Kuntay’a, Mehmet Akif ‘Safahat’ içerisinde de yer alan ve bugün hâlâ tartışma konusu olan İstibdat adlı şiirini ithaf etmiştir. Buna mukabil Kuntay, Üç İstanbul romanında şâir Mehmet Raif karakteriyle Mehmet Akif’e önemli bir bölüm ayırmıştır. Dünya görüşü birbirinden farklı bu iki ismi, Abdülhamid Han muhalifliğinin yakınlaştırmasıysa yine dönemin günümüzle benzerliğine işaret etmektedir.

Eserin başkahramanı Adnan, hukuk okuması ve yaşadığı dönemi roman olarak yazmak istemesi bakımından Mithat Cemal Kuntay’la benzerlik taşır. Adnan, fakir bir avukat iken İttihat ve Terakki’nin iktidar yıllarında yükselişe geçer ve dönemin en zengin avukatlarından olur. Adnan’ın etrafındaki roman kişileri ve onların diyalogları, toplum ve iktidar arasındaki mutlak bağa dâir çözümlemeler yapmaya olanak tanır. Dizide de giyimden kuşama, yemek ve eğlence adâbından ikili ilişkilerin yozlaşmasına kadar pek çok detayı romana uygun bir şekilde görmek mümkündür.

Hem yakın oldular hem de sövdüler

Mithat Cemal Kuntay - Üç İstanbul.

Romanda simsiyah bir dönem olarak tarif edilen Abdülhamid Han döneminde saray eşrafına haber gönderen, yakın olmaya çalışan pek çok insanın dar dairede Abdülhamid’e sövdüğünü ve bu insanların Jön Türklerle irtibatta olduğunu, muhalif kişiliğine rağmen Kuntay’dan okuruz. Daha sonra özgürlük adına yönetimi deviren İttihat ve Terakki’nin Abdülhamid’e rahmet okuttuğu pek çok yerde dillendirilmektedir. Abdülhamid döneminde başkarakter Adnan ve toplumun aydın olarak bilinen eşrafı sık sık toplantılar düzenleyip, yasak kitaplar okuyup, muhalifliklerini derinleştirmeye çalışmaktadır. Ancak ne var ki “aydın muhalif olandır” söylemleri 1908 İttihat ve Terakki ihtilâli ile birlikte suya gömülmüştür. İhtilâl tüm bu aydınlara servete kavuşma ve istedikleri konuma gelme zamanını işaret ettiğinde ortada muhalif kalmamıştır. Adnan’a akıl veren önemli roman kişilerinden Dağıstanlı Hoca bu durumun farkında ve tepkilidir.

Romanda Abdülhamid Han dönemi Hidayet’in konağıyla, Meşrutiyet dönemi Adnan’ın konağıyla temsil edilir. Konaklarda yapılan buluşmalar, yemekli davetler esnasında hem devletin gidişatına hem de toplum ahlâkının çöküşüne dâir çarpıcı sahneler bulunmaktadır. Doktor Haldun, Hidayet’in konağında “Perikles asrında Atinalı, Marcus Aurelius ahdinde Romalı, On Dördüncü Louis devrinde Fransız olmak isterdim; Sultan Süleyman zamanında da Osmanlı” dediği zaman Adnan ayağa kalkar: “Ben taş devrinde Türk, tunç devrinde Türk, altın devrinde Türk, devirsiz hayatlarda Türk, hayatsız devirlerde Türk! Türk doğmak, Türk ölmek! Türk, Türk, Türk” der. Doktor Haldun’un belli bir duruşunun olmaması, çıkarlarının doğrultusunda hareket etmesi, devrin elit zümresinin bir fotoğrafıdır. Adnan’ın dinî ve ahlâki değerlerden uzak, kadın ve güç düşkünü kişiliğini, milliyetçi hamâsî söylemlerle kurtarmaya çalışmasıysa başka bir yozlaşmanın boyutudur.

Mithat Cemal Kuntay.

Siyonist Moiz zenginlere karışır

Romanda dikkat çeken bir diğer mesele, Netenyahu ailesinin otobiyografilerinde paylaştığı gibi Abdülhamid Han dönemi Siyonizm faaliyetleri olmuştur. Adnan'ın arkadaşı Moiz, Abdülhamid Han döneminde gazetede muharrirlik yapmaktadır. Gayet sıradan bir hayatı olan, ortalama gelirle yaşayan Moiz, Yahudi Theodore Herzl ile Tarabya'da buluştuktan sonra idealleri değişir ve kendi topluluğuyla birlikte hareket etmeye başlar. Sultan Abdülhamid Han'dan Filistin'de toprak satın alarak Yahudi Devleti kurmak isteyen Siyonistlerin arasına katılan Moiz bu faaliyetleriyle ifşa olur.

İttihat ve Terakki döneminde Selanik’te bulunan ve İttihatçılara katılan Moiz, işgal yıllarına gelindiğinde artık çok zengin bir Yahudi’dir. Abdülhamid Han döneminde Hidayet'in konağı, İttihatçıların döneminde Adnan'ın konağı neyse, işgal yıllarında Moiz'in konağı odur. Millet sefalet, savaş ve işgal altındayken; servetlerine borsadan, altın kaçakçılığından, her türlü pis işten servet katan yeni iktidar sahipleri artık Moiz'in konağında toplanmaktadır.

Mehmet Akif.

Dünden bugüne bir mesaj

Osmanlı Devleti'nin son dönemine bizzat şahit olan Mithat Cemal Kuntay, romanın genelinde özellikle yanlış batılılaşma politikaları nedeniyle değerlerini kaybeden ve yozlaşan toplumun hâlini anlatmaya çalışmıştır. Batılılaşmayı sefa sürmek, Avrupa'ya gitmek, onlar gibi giyinip, onlar gibi yemek içmek zanneden siyasî erkin acınası hâline ayna tutmuştur. Tuhaf olan, isimler ve mekânlar değişse de bugün kürsülerde “kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet, adalet, müsâvat, meşveret” diye bağıran kişilerin, ihanetlerinin ve ittifaklarının değişmemesidir.