Türkler başlıksız gezmezdi
671 numaralı “Şapka İktisası Hakkında Kanun” meşhurdur. Kanunun ilk maddesinde “Türkiye Büyük Millet Meclisi azaları ile idare-i umumiye ve hususiye ve mahalliyeye ve bilûmum müessesata mensub memurin ve müstahdemin Türk milletinin iktisa etmiş olduğu şapkayı giymek mecburiyetindedir. Türkiye halkının da umumî serpuşu şapka olup buna münafi bir itiyadın devamını hükümet meneder” deniliyor.
Bu kanunun çıkmasının en büyük sebebi Türklerin devamlı surette başlarını örtmeleri. 2. Mahmud’a kadar Osmanlı’da makam ve mevkilerine göre çeşit çeşit şapkalar bulunuyordu. Mezar taşında bile bulunan bu şapkalar sayesinde kişinin mesleği rahatça biliniyordu. Bu durum Tanzimat ile birlikte tek tipleşmeye evrildi. Bu dönemden Cumhuriyet’e kadar da fes yaygın bir biçimde kullanıldı. Şapka inkılâbı yapanlar bu alışkanlığı bildiklerinden böyle ‘mecburî’ bir karar aldılar anlaşılan. Ancak ilginçtir ki Hilâfet’in kaldırılışına, ezanın Türkçeleştirilmesine büyük bir tepki gösteremeyen Türk halkı şapkaya karşı kıyam etti.
İskilipli Âtıf Hoca’nın “Frenk Mukallidliği ve Şapka” isimli risalesinin sonradan İstiklâl Mahkemeleri’nde aleyhine kullanılacağını kim bilebilirdi? Darağaçlarının göze alındığı şapka muhalefeti sonunda “şapka takılmaması” ile karşılık buldu. Daha 1950’li yıllarda bile şapkasını unutan talebelerin evlerine geri döndürüldüğünü düşünürsek baş açıklığının yerleşmesinin çok da bir mazisi olmadığını anlarız.
Şapkanın siperinin oluşu ulema tarafından hoş karşılanmamıştı. Âtıf hocanın muhalefetinin sebeplerinden biri de bu zaten. İsmet Paşa Hatıraları’nda Yahya Galip beyin kendisine gelip ‘ulemanın muhalefetine karşı şapkaya ay-yıldız koymayı’ teklif ettiğini anlatıyor. Ancak İsmet Paşa inkılapların ruhu gereği Batılılardan bir farkın olmaması gerektiği yolunda bir cevap vererek geçiştiriyor meseleyi.
Oysa başın örtülmesi, Batı dünyasıyla aramızdaki en büyük farklardan biri. Batıda bir saygı göstergesi olarak yapılan reveransta (selâm vermek yâhut teşekkür etmek için dizleri kırarak veya eğilerek yapılan hareket), reveransı yapacak kişi beline kadar eğilirken şapkasını çıkartır ve tek elle tutarken, Türk-İslam dünyasında tam tersi olarak misafir başı açık karşılanmazdı.
Yakın tarihin en tartışmalı sadrazamlarından olan Damat Ferid Paşa makamında yemek yerken kendisine bir şey söylemek için gelen memura karşı ellerini bulaştırmamaya çalışarak fesi başına geçirirmiş. Kendisine zahmet buyurmaması gerektiğini söyleyen memura ise başı açık ziyaretçi kabulünü ‘edebe aykırı’ göreceğini söylermiş. Bu âdet belli ki pek riayet edilen bir âdet… Türklerin gece yatarken bile başlarını örtmesinden belli değil mi zaten?
Ulemanın kullandığı sarığın ise bir kişiyi kefenleyecek miktarda olması düşünülmüş. Bunun mânâsı ‘ölüme her an hazır’ olduklarını, ölüm dahi olsa hakikati söyleyeceklerinin sembolüymüş. Tarikatlarda ise ‘taç’ veya ‘tac-ı şerif’ denilen başlıklarda sembolizm daha da artıyor.
Taçlar terkli veya terksiz oluşuna, terkli taçlar terklerinin sayısına ve şekline göre birçok sır barındırırmış. Terkler kesrete, terklerin kubbeden (tepe kısmı) inmesi kesretin vahdetten zuhuruna işaret edermiş. Buna göre taç vahdet-i vücûdun bir simgesiymiş. Yine dervişlere verilen takke ve arakıyye, Mevlevîlerin taktığı sikke çeşni bakımından kadim dünyanın renklerini oluşturmuş. Dünyanın çeşitlilikten tek tipe gidişine bir misal de başlık olsa gerek…