Türkiye’nin prangalı yılları: IMF

ALİ ŞENEL
Abone Ol

‘Bin yıl sürecek’ denilen siyasi ve iktisâdî düzen müsbet yönde birkaç yıl içinde değişirken, Türkiye’de yaşanan kimi trajik kimi komik birçok hâdise, 2023 Türkiye’sine projeksiyon tutuyor. Ekonomi, ziraat, teknoloji ve dış ticarette yaşadığımız sıkıntılar ve de başarıların temeli, 2001-2002 yılında alınan tarihi kararlar ve anlaşmalara dayanıyor.

2002’de bugün Türkiye’nin gündeminde ana maddelerden biri olan “yerli ve milli üretim” anlamında pek az örnek vardı. Bilinen birkaç zenginin sahip olduğu beyaz eşya markaları dışında yurtdışında anılan “Türk malı” yok gibiydi.

Oysa Cumhuriyetin ilk yıllarında yurdu demir ağlarla donatmaya ömrünü adayan Nuri Demirağ vardı. Hayâli, uçak üretip dünyaya satmaktı. İstikbali göklerde arayan Vecihi Hürkuş, daha sonra da Devrim arabası mühendisleri vardı. Maalesef onların akıbetlerini yıllarca bilemedik, hizmetlerini öğrenemedik. Başı karanlık, sonrası aydınlık 2 binli yıllarda Nuri Demirağ’ın hayallerini ileriye taşıma imkânı oldu.

- Kilometrelerce demiryolu yapıldı.

- Türkiye hızlı trenle tanıştı.

- Uçak üretip yurtdışına satma hayalinin bir kısmı, İHA ve SİHA’lar sayesinde başarıldı.

-Vecihi Hürkuş’un hayallerini süsleyen uçak yine bu yıllarda yapıldı ve uçağa onun adı verildi.

- Devrim mühendislerinin başardığı içten yanmalı motorlu otomobili yollarda göremesek de çağın en üst teknolojisiyle donatılmış yerli otomobilimiz, Türkiye’nin otomobili TOGG’un üretildiğini görmek nasip oldu.

Türkiye’nin bu kadar kısa sürede bunları başarabileceğine hâkim düşünce içinde çok az inanan vardı. Çünkü Nazım Hikmet’in “Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan” diye tarif ettiği bu memlekete, ikinci bin yılın başında IMF öyle bir gem vurmuştu ki, 28 Şubat darbecilerinin “bin yıl sürecek” dedikleri şer düzeni gibi bir sistem kurduklarını düşünmelerine neden olmuştu. Onlara göre, Türkiye sonsuza kadar IMF’ye borçlu kalacaktı ve asla ekonomik özgürlüğüne kavuşamayacaktı. Aradan sadece 13 yıl geçtiğinde darbeciler hâkim önündeydi, IMF’ye borç da sıfırlanmıştı.

Gazetelerin ekonomi sayfalarını Kemal Derviş haberleri doldururken, magazin sayfalarını ise “DJ” oğlu Erol Derviş’in sosyetik Yasemin Kozanoğlu ile nişanlanması, sonra da Kozanoğlu’nun nişanı atıp, evli işadamı Derya Danacı’ya kaçması süslüyordu.

Televole’li yıllar

90’lar ve ikibinlerin başında türlü dertlerle uğraşan Türkiye’nin iki avuntusu vardı. Birisi futbol, diğeri de magazin. Televizyonun her eve girmesiyle rakiplerini geride bırakan bu ekürilerden futbolda önce Galatasaray 2000 yılında UEFA, sonra Süper Kupa ile yüz güldürmüş, 2002 yılında da millî takımımız dünya kupasında tarihin en yüksek başarısını elde ederek üçüncü olmuştu. Her biri halk kahramanı görülen futbolcuların her adımı olay oluyordu. (Gerçi onların bazıları sonradan hain FETÖ’cülere karıştı.) Magazin gazeteciliği gerçekten altın çağını yaşıyordu. Daha neler neler…

Gazetelerin ekonomi sayfalarını Kemal Derviş haberleri doldururken, magazin sayfalarını ise “DJ” oğlu Erol Derviş’in sosyetik Yasemin Kozanoğlu ile nişanlanması, sonra da Kozanoğlu’nun nişanı atıp, evli işadamı Derya Danacı’ya kaçması süslüyordu. Televizyon ünlüsü Sevda Demirel’in oyuncu Hande Ataizi’ni "Ne dedin sen" deyip stüdyoda tokatlaması, manken Çağla Şıkel’in, "Tostumu yedim” mesajı gibi çoğu bugün bile unutulmayan pek çok magazin rezaleti hep 2002 yılında yaşanmıştı. Uzun yıllardır ekonomik krizlerden iyice tadı tuzu kaçan vatandaşın biraz eğlenmeye ihtiyacı vardı tabi.

Televole.

Kriz yılını her şeye rağmen eğlenerek geride bırakmayı seçen seçkinler, 2002’ye İstanbul'daki Günay Restoran'da girmişti. Günay'da yılbaşı gecesi masanın fiyatı konumuna göre 500 milyon liraya kadar çıkıyordu. Yarım milyarı verenler Yeşim Salkım, Leman Sam ve Grup Gündoğarken'i detaylı olarak seyredebildi.

Yaşlı aylığının 24 milyon TL olduğu ülkede vatandaş bu eğlenceleri sadece TV’den izleme lüksüne sahipti ama olsundu. Yine de herkes eğlenmek istiyordu. Antalya'da Tarkan'ı, İstanbul Efendy'de Sezen Aksu'yu izlemek 200 milyon lira fatura ödetirken, birçok otelde konaklamalı eğlence paketlerinin fiyatları tabii olarak 500 milyon liranın üzerindeydi. Bu haberleri o zamanlar Türk halkının DNA’sıyla oynamayı şiar edinmiş program “Televole” sayesinde en ince ayrıntısına kadar öğrenebiliyorduk. Türkiye’de televizyon yayıncılığının kurallarını maalesef bu program koydu.

Hayaller büyük ikramiye

O yıllarda devletin uhdesinde olan Milli(!) Piyango, vatandaşı hayâlle oyalamak için ikramiyede kesenin ağzını açmıştı. 5 trilyon liralık yılbaşı büyük ikramiyesi 6357990 numaralı çeyrek bilete çıktı. Rekor ikramiyenin talihli şehirleri ise Mersin, Ankara ve İstanbul oldu. Ekonomik krize çare arayan Ortahisar belediyesi 400 milyar borcunu ödemek için 288 milyon lira verip 144 çeyrek bilet aldı. Maalesef kasa kazandı. Amortiler ve diğer ikramiyeler düşünce, belediye 114 milyon lira daha zarar etti.

Ecevit’e satanist sorusu

Ecevit’e satanist sorusu.

Dünya ile bağlarımız epey bir kopmuş, Türk vatandaşlığının itibarı iyice yere düşmüştü. Almanya'nın Köln kentinde bir konser vermek üzere ilk olarak Münih'e giden 21 Türk sanatçının vize ve diğer kontrolleri tamamlandıktan sonra 20 saat gözetim altında tutulması da haberlerde epey konuşulmuştu. İnsan kaçırmakla suçlanan sanatçılara Alman görevliler, ‘‘Madem sanatçısınız, bir halay çekin de görelim’’ deyip aşağılamışlardı.

Haberlerde neler yoktu ki... Gün geçmiyor ki bir satanizm vakası yaşanmasın. Konu, meclis gündeminde tartışılıyordu. Başbakan Bülent Ecevit'e ''Satanizmin Türk gençleri arasında yaygınlaşmasının sebepleri ile ilgili ahlâkî, dinî ve ilmî bir araştırma yapılmış mıdır? Satanizmin pençesine düşen gençlerin tekrar topluma kazandırılması için hükümetinizce bir çalışma var mıdır?

Ülkemizde satanizm hangi tür çevrelerde taraf bulmaktadır?

Satanizme karşı geleneksel Türk aile kurumunun korunması ve güçlendirilmesi için bir çalışma yapılmakta mıdır'' diye soru önergeleri veriliyordu.

En büyük krizden magazin çıktı

Televole, her şeye öyle sirayet etmişti ki ülkedeki en büyük ekonomik krizde bile illâki bir magazin unsuru vardı. Türkiye 19 Şubat 2001 Pazartesi günü tarihinin en ağır travmasını yaşamıştı. 1999 seçimlerinin ardından DSP, MHP ve ANAP’ın kurduğu Anasol-MHP Hükümeti’nin kötü ekonomi politikaları, Millî Güvenlik Kurulu toplantısında tartışılıyordu. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer hemen toplantının başında sinirlenip, “Anayasayı bilmiyorsunuz, bilene de sormuyorsunuz” diyerek Başbakan Bülent Ecevit’e anayasa kitapçığı fırlattı.

Sezer’in bu tavrından sonra Ecevit ve Mesut Yılmaz toplantıyı terk ederken, Hüsamettin Özkan kitapçığı Sezer’e geri fırlattı. Özkan’ın Sezer için kameralar önünde kullandığı, İbrahim Tatlıses'in 90’larda çok meşhur olan şarkısındaki “nankör kedi” sözleri siyaset tarihine geçti.

Enflasyonun sebebini arkeolojiye sordular

Magazinel haber her işe yarıyordu. Önüne gelen vatandaş eline yazar kasa alıp Başbakan'a fırlatmasın diye de ilginç haberler es geçilmiyordu tabi. Onlardan birine göre arkeolojik araştırmalar sonucunda tarihte yaşanan ilk enflasyonun sorumlusunun Makedon Kralı Büyük İskender olduğu ortaya çıkmıştı. İskender'in ölümünden sonra yaşanan siyasi belirsizlik yüzünden Babil'de arpa, susam, yün ve hurma fiyatlarının fırladığı iddia ediliyordu.

Makedon Kralı Büyük İskender'in heykeli.

Türkiye bir anda batmadı

Ama Türkiye’de aslında yaşanan bu değildi. Gelinen bu trajik ortamı siyasiler yıllardır dillendiriyordu.

- Süleyman Demirel (1989): Yüzde 150 faizle Türkiye’de sanayi kurulacak, sanayi işleyecek bu mümkün mü?

- Necmettin Erbakan (1991): Ahırlar var, içinde hayvan yok. Bu köylünün canını çıkardınız. Şu memleketin haline bakın. Rakamlar ortadadır.

- Süleyman Demirel (1991): Geçen 8 senede yapılan otoyolun miktarı 240 kilometredir. Demek ki senede 30 kilometre otoyol yaparak geliyor Türkiye. Ne havaalanı var, ne yollar var, ne okullar var, ne sanayi var.

- Tansu Çiller (1994): Türk lirası faiz oranları daha da fazla yükselmiştir. Yıllık bazda yüzde 1000’e kadar çıktığını biliyorsunuz.

- Kemal Kılıçdaroğlu (1998): Sosyal Sigortalar Kurumunun yatırım politikası yanlış yapılmış. İşçinin ağırlıkta olduğu yere hastane değil de işçinin olmadığı yere hastane yapılmış.

Siyasilerin o güne kadar dile getirdiği sorunlara, 2001’deki anayasa kitapçığı krizinin ardından Bülent Ecevit’in yaptığı “Bu bir devlet krizidir” sözleri, bardağı taşıran son damla oldu. Ülke boşalmış bir zembereğe dönüştü. Kısa sürede millî gelirin dörtte biri, Sakıp Sabancı’nın varlığının üçte biri gitti. Zenginliğin simgesi Halis Toprak hakkında “Züğürt Ağa” diye manşet atıldı.

Hazinenin başına ithal bakan

“Sana söz bahar gelecek” sözünü duyduğunda bazı insanlar gülüp “Söyle kaç bahar oldu” diye yanıt verdi ama adında bahar olan son siyasi gelişme, onlarca ülkeyi teröre ve felakete sürüklemişti.

Ekonomi gazetecileri içinde, “IMF’ci” diye anılan bir kısım gazeteci vardı. Bugün bile hâlâ IMF’yle anlaşma yapılmasını telkin ediyorlar. Onların da desteğiyle kamuoyu oluşturuldu. İngiliz haber kanalı BBC “Türk ekonomisi iflas etmiş durumda ve yola devam etmek için yurtdışından kredi alması gerekiyor” dedi.

Bugün Kemal Kılıçdaroğlu’nun, “yurtdışından 325 milyar dolar getireceğim” diye vaat ettiği gibi 2002’de de Bülent Ecevit “yurtdışından para bulacağım” dedi. Daha önceki hükümetlerin yaptığı gibi 18’inci kez IMF’nin kapısına dayandı borç istedi. IMF de en ağır kapitülasyonları dayatarak parayı vermeyi kabul etti. Üstüne bir de ithal bakan iteledi. Öyle bir bakan ki adına şarkılar yazıldı.

Rizeli türkücü İsmail Türüt şu unutulmaz mısraları onun için yazdı:

“...İthal bir bakan getirdiler

Hazinenin başına

Kelin ilacı olsa

Sürer kendi başına…”

Derviş, türküdeki sözlerin doğruluğunu şu sözlerle doğruladı: “Durumun ekonomide oldukça bozulduğunu zâten dışarıdan izliyorduk. Gerçi sıkıntının bu kadar büyük olacağını, bu kadar büyük olduğunu tam fark etmemiştik.”

Türkiye, işgal kuvvetlerine teslim oldu

Kemal Derviş'in "IMF istiyor" diye direttiği uygulamalar sonucu:

- Memur maaşları 7.5 puan, kamu işçi ücretleri 13.7 puan, asgari ücret 16.8 puan, memur emeklisi maaşı 3.5 puan, SSK emeklisi maaşı 2.7 puan, Bağ-Kur emeklisi maaşı 0.2 puan geriledi.

- Faturasını ödeyemeyen milyonlarca kişinin telefonu kesildi.

- Bugün kapısında kuyruk olunan, 1 yıl sıra beklenen, sanayinin dinamosu yüzbinlerce üretim kapasiteli otomobil üreticileri, 2002’nin Ocak ayında bir kaç yüz satış yapabildi.

- Zarar eden bankalar yine fona devredildi. Ama birileri bu durumda bile kazanmayı sürdürüyordu.

Mesela Mesut Yılmaz’ın kardeşi Turgut Yılmaz “büyük kurtarıcı” Kemal Derviş’le kulis yaparak 2002 yılında mâlî durumu zayıf olan Tekstilbank’taki yüzde 33 olan hisselerini 68,5’e çıkarmıştı. Çünkü IMF’den gelecek paraların, mâlî durumu zayıf bankalara aktarılacağı konuşuluyordu. Tekstilbank’a kimse dokunmadı. Yıllar sonra Çinlilere büyük bir meblağa satıldı.

İstiklâlin simgesi para basmak bile IMF kontrolündeydi

Artık ülkeyi fiili olarak IMF yönetmeye başlamıştı. Maaş zamlarına, vergi oranlarına, hangi kurumların özelleştirileceğine, şeker, tekel, alkollü içkiler kanununa, tarımda sübvansiyonların kaldırılmasına, elektrik piyasalarına, bankaların mevduat munzam karşılıklarına, kamu harcamalarının muhasebesinin nasıl tutulacağına, buğday destekleme alım fiyatına, şeker pancarı kotasına, hububat alım fiyatına, memurun refah payına, TSK’nın harcamalarına, Merkez Bankasının para basmasına ve akıl mantık almayacak türlü şeye IMF karar veriyordu.

Hükümet üyeleri bunları iyi niyet mektubu adı altında taahhüt ettikten sonra Amerikan Senatosu Silahlı Kuvvetler Komitesi üyesi Joseph Lieberman Türkiye’ye geldi. Türkiye’nin ekonomik sorunlarını çözme gayretine atıfta bulunduktan sonra ABD’nin Afganistan, Irak gibi Müslüman ülkeleri işgali için destek istedi. Mâlum “parayı veren düdüğü çalar” demeye getirdi. “Niye geldiniz” diye soran gazetecilere “Ecevit’e teşekkür etmeye geldik” dedi.

İşte finanstan siyasete, dış politikadan tarıma kadar her şeyi IMF’ye teslim edenler bir yıl sonra memleketin hazinesinin soyulması bir yana, geleceğini de ipotek altına alarak ülkeden kaçıp gittiler. Yerine de vatandaşa umut vaat eden tek lider ve partisi tek başına iktidara geldi.

Kemer sıkma kavramı IMF sayesinde literatüre giren bir deyim olsa gerek. Çünkü bunlar ne zaman Türkiye’ye 3 kuruş para verse hemen devletin ekonomi programlarına müdahale ediyor, vatandaşa da bu yeni gelişmeler “kemer sıkma programı” diye anlatılıyordu. 2002’de kemer sıkma programları tam gaz sürüyordu. Enflasyon o vakitler yüzde 85’lerdeydi. Memura verilen zam oranı ise sadece yüzde 10’du.

AK Parti’nin iktidara gelince ilk ekonomik kararlarından biri, emekli maaşlarına yapılan zam ve asgari ücretin artırılması oldu.

Davulcu tokmağı geri alınca…

AK Parti’nin iktidara gelince ilk ekonomik kararlarından biri, emekli maaşlarına yapılan zam ve asgari ücretin artırılması oldu. Ayda sadece 24 milyon lira alan yaşlıların maaşı, 48 milyona yükseltildi. AK Partililer, devletin kasasındaki parayı har vurup harman savurmakla eleştirildiler. Paranın kaynağı neredeydi? IMF’den izin almışlar mıydı? Bunlar, IMF’nin içimizdeki komiserleri tarafından sorgulanıyordu.

- Mâlî milat yürürlükten kaldırıldı.

- İş çevrelerine yeni bir sayfa açıldı. Nema yasası, çek yasası sayesinde 115 bin kişi cezaevine girmekten kurtarıldı.

- AK Parti 2002’nin henüz başında Vergi Reformu için proje hazırlamıştı. O güne kadar hayâl bile edilmesi güç şeyler vardı projede. İnternet üzerinden vergi toplanacak, erken ödeme indirimi yapılacak ve mâlî af uygulamasıyla vergide ak sayfa açılacaktı.

90’lar boyunca yay gibi gerilen Türkiye ekonomisi iki binlerde ok gibi ileriye fırladı.

- Kişi başına ve makine başına üretim artıyordu.

- AR-GE, teknoloji alanında önemli girişimler sayesinde Türkiye’nin kasasına giren para katlandı.

- AK Partinin diğer önemli politikası, özelleştirmeler oldu. Toplamda 61 milyar TL özelleştirme yapıldı. Bu özelleştirmeler yeni yatırımlara harcandı.

- Kamu borçlarının azaltılması için tüketimin kontrol altına alınması gerekiyordu. Bu da KDV ve ÖTV düzenlemesiyle sağlandı.

- Maalesef tam anlamıyla uygulanan IMF programı nedeniyle tarım sübvansiyonları aşama aşama azaltıldı, daha sonra da kaldırıldı.

AK Parti iktidara geldiğinde gayri safi yurtiçi hasılanın yüzde 90’ına tekabül eden kamu borç stoğu, 2010’lu yıllara geldiğinde yüzde 40’a kadar düştü. 40 sene sonra enflasyon tek haneye inmeye başladı. 2002 ve 2010 arasında toplam büyüme yüzde 33 oldu. Senelik ortalama büyüme ise yüzde 3.4’tü. 2002’de bir yılda yaptığımız ihracatı, bugün bir ayda yapıyoruz. Çünkü davul da tokmak da bizde.

‘Bahar’ soruları

AK Parti iktidarının 21 yıl sürmesindeki en önemli sırrı, ekonomi politikalarındaki başarısıydı. 2023 seçimlerinde de ekonomi ana konu. Kemal Kılıçdaroğlu, “ülkeye bahar gelecek” diye vadediyor. Peki “bahar gelecek” ne demek? “Türkiye'nin iktisâdî ve içtimâî meseleleri çözülecek, rahatlama gelecek” anlamı olsa, niye “Yatırımları durduracağız, işadamlarını tevkif edeceğiz, yabancı yatırımcılara para ödemeyeceğiz” desinler. Ya da durup dururken Alevi - Sünni tartışması başlatsınlar ki…

“Havalimanı gereksiz, otoyollar, köprüler boş, TOGG fabrikası çalışmıyor, yerli uçak zâten maket, şehir hastaneleri önce işe yaramaz, sonra da yetersiz ve Karadeniz’de gaz-maz yok” deyip milletin damarına bassınlar?

“Bayraktar”a, teröre ve bölge meselelerine karşı en kritik silahımıza “dokunmak” istemelerindeki motivasyon ne?

Amaçları hiçbir şey yapmama siyasetiyse, 2019 seçimlerinden sonra İstanbul, Ankara ve de diğer CHP’li belediyelerinde vatandaş bunu zâten gördü.

“Sana söz bahar gelecek” sözünü duyduğunda bazı insanlar gülüp “Söyle kaç bahar oldu” diye cevap verdi ama adında bahar olan son siyasi gelişme, Arap beldeleri ile Akdeniz havzasını teröre ve felakete sürüklemişti.

Öyleyse bir başka bahardan bahsediliyor diye düşünürken insanın aklına Arap Baharı geliyor. Tunus'ta 2010 yılının son günlerinde Muhammed Buazizi'nin kendini yakmasıyla başlayıp Tunus, Mısır, Libya, Suriye, Bahreyn, Cezayir, Ürdün ve Yemen'de büyük çapta; Moritanya, Suudi Arabistan, Umman, Irak, Lübnan ve Fas'ta küçük çapta olmak üzere tüm Arap dünyasında baş gösteren mitingler, protestolar, halk ayaklanmaları ve silahlı çatışmalara “Arap Baharı” adını koymuşlardı. Nasıl bir baharsa doğumu ve hayatı temsil edeceğine, ölümü ve vahşeti yaşatıyordu. Hâdiselerin ilk yıllarında Arap Baharı ile ilgili haberleri gören ancak okumayan, kültür sanat haberleriyle ilgilenen gazeteci bir arkadaşım bile ismin algısına kapılıp “Bu Arap Baharı, Arap ülkelerinde yapılan bir festival mi” diye sormuştu.

Şimdi yine ismin cazibesine kapılan bazıları gibi bu ülkelerdeki insanlar da görünürde özgürlük ve demokrasi istiyordu. Batı da bu olayları gönülden destekliyor, elinden gelen “yardımı” yapıyordu.

- Tüm bu gelişmelerin sonunda halk ne kazandı pek anlaşılamadı ama Batı ve onların istihbarat örgütleri, gücünü test etme imkânı buldu.

- Gözüne kestirdikleri her ülkede iç savaş çıkarıp istedikleri gibi yönlendirebildiklerini, bunu da gelişen teknolojinin ve sosyal medyanın da katkısıyla daha kolay yapabildiklerini gördüler.

- Milyonlarca insanı kobay olarak kullandılar.

- Renkli, cıvıl cıvıl, insanın içini açan isimlerle, imgelerle süslü turuncu devrim, gül devrimi, mayıs direnişi adları ile kışkırtılan kitleler maşa olarak kullanıldılar. Türkiye de çok defa bunlardan nasibini aldı.

-Yakın tarihte en akılda kalanı, Arap Baharı paralelinde Türkiye’de yaşanan Gezi Parkı olaylarıydı. “Ağaç” diye başlayan sonra darbe girişimine giden olaylar, bugünkü gibi ekonomide en çok müjde verildiği bir dönemde yaşanmıştı. Türkiye bundan çok zarar gördü. 15 Temmuz iç savaş ve işgal girişimi, koronavirüs süreci ve Kahramanmaraş merkezli depremlerin yıkıcı etkisi hâlâ sürüyor. Böyle bir konjonktürde muğlak baharlar yerine Türkiye’yi daha ileriye ve daha aydınlığa götürecek sözler gerekiyor.