Türkiye’de İslamofobinin geldiği son nokta: Eskişehir saldırısı

ALİ ŞENEL
Abone Ol

Eskişehir’deki saldırı Türkiye'deki İslamofobinin geldiği korkutucu seviyeyi gösteriyor. Zira mankurtlaşmış bir zihnin rastgele salladığı bıçak darbeleri toplumumuzda kapanmaz bir yara açabilir. Önüne gelen, gördüğü Müslümana saldırmaya başlarsa bu işin önü alınamaz. Arda Küçükyetim’in hangi Batılı kâtili örnek aldığından, hangi faşist düşüncenin esiri olduğundan, hangi video oyununu oynadığından çok üzerinde düşünülmesi gereken konu işte budur.

Siyonist New York Times’ın pazar ekinin 21 Ocak 1996 sayısındaki “Haftaya Bakış” bölümüne, “Kızıl bela gitti ama İslam geldi” şeklinde bir başlık atıldı. Başlığın altında ise

İslam’ın “yeşil bela” olarak tanımlandığı ve Batı çıkarları için önemli bir tehdit olduğu yazıyordu.

Bundan beş yıl sonra gerçekleşen 11 Eylül Dünya Ticaret Merkezi saldırısının ardından ise İslamofobi inanılmaz bir hızla tırmandı ve bugün gelinen noktada on binlerce Gazzeli katledilirken kimsenin gıkının çıkmadığı bir seviyeye ulaştı. Bunun hakkında dünyada ve ülkemizde pek bir şey yapamıyoruz sadece konuşuyoruz ama yeterince içten bile konuşamıyoruz. Çünkü sanılanın aksine sadece Batı ülkelerinde değil, Türkiye'de de üzerinde oturup düşünen kimse olmadığı için farkında olmadığımız derin bir İslamofobi var.

Kafatası ölçümü.

Türkiye'deki İslamofobinin temellerini, 20. yüzyılda ortaya atılan “yeni ırkçılık” kavramıyla açıklamak mümkün. Yeni ırkçılık daha çok din ve dünya görüşü üzerinde şekilleniyor. Türkiye'de de Türk'ün Türk'e olan ırkçılığı göz, ten rengi, kafatası büyüklüğüyle değil kültürel, dînî farklılıklar üzerinde kurgulanıyor. Deizm, laiklik, modernizm, tarikatlar, cemaatler vs. ekseninde büyüyen tartışmaların yanında sosyal hayatın içinde daha çok görünmeye başlayan başörtülü kadınlar üzerinden de “cinsiyetçi İslamofobi” olarak tanımlayabileceğimiz yeni bir kavramla daha karşılaşıyoruz. Hayatında hiç hayat tarzı dayatması görmemiş insanların hayat tarzı dayatarak, hayat tarzlarına müdahale endişesi yaşaması da Türkiye'ye has bir durum.

Eskişehir saldırısı

Arda Küçükyetim, 18 yaşında bir genç… Meslek lisesi mezunu… Cami avlusunda oturan hiç tanımadığı insanlara, silah bulamadığı, bomba temin edemediği için bıçakla saldırdı, beş kişiyi yaraladı.

Saldırı, Türkiye’nin bugüne kadar aşina olmadığı bir eylem türü olarak gündeme girdi. Üzerinde Nazi sembolleri olan hücum yeleği giyen saldırgan, "böcek" olarak nitelendirdiği cami bahçesindeki insanları öldürme motivasyonuyla eylemi gerçekleştirdi ve arkasında, Batılı ülkelerde benzer saldırılar düzenleyen isimleri "aziz" olarak nitelendirdiği bir "manifesto" bıraktı.

Arda Küçükyetim.

Saldırgan, Yeni Zelanda’nın Christchurch kentindeki iki camiye saldıran ve 50 insanı öldüren Brenton Tarrant gibi canlı yayın yapmıştı, onun da manifestosu vardı.

Medyada çıkan haberlerde yapılan analizlerde Eskişehir saldırısında kullanılan sembollerin arka planında küresel faşizm ağı ve “Beyaz Soykırımı” komplo teorisi olduğu, Ku klux klan, neo nazizm ve Almanya merkezli ırkçı “Totenwaffen” gruplarıyla alâkalı olabileceği yorumları yapıldı. Diğer çarpıcı bir iddia da Türkiye’de de benzer grupların olduğu ve Telegram üzerinden örgütlendikleriydi.

Müslümanlara yönelik nefret söylemi batıda olduğu gibi Türkiye’de de özellikle sosyal medyada yayılıyor. Bu bağlamda dindar vasfıyla bilinen sivil toplum kuruluşlarında yaşanan tekil negatif olaylar bütün dindarlara mâl ediliyor ve bütün dindarlar şeytanlaştırılıp, ötekileştiriliyor.

Bu gruplardan biri, “Ataman Kardeşliği” isimli ırkçı bir grup.

- Sembolleri Üç Hilalli ve Nazi işaretini andırıyor.

- Sloganları “Liberallerin yarattığı sorunun çözümü nasyonalizmdir.”

Bu yapı adını geçtiğimiz yıllarda özellikle Suriyelilere ve Afganlara yönelik ırkçı yazı, video ve saldırılarla duyurmuştu.

Irkçı, şiddet yanlısı ve silahlı saldırı eğitim videoları da bulunan Telegram gruplarında en son mayıs ayında paylaşım yapan Ataman Kardeşliği bir dönem Zafer Partisi ile ilişkilendirilmişti.

Bunların hepsi doğru ama eksik.

Küçükyetim’in geçmişini kurcaladığımızda, LGBT’ye, Kürtlere, göçmenlere, TKP’ye karşı olduğu, hatta ailesinden nefret ettiğini ifade eden birçok mesajı var. Ancak saldırmak için seçtiği kişiler cami bahçesinde oturan insanlar.

Ümit Özdağ ve ekibi sosyal medyada epey aktif. Sürekli göçmenler üzerine provakasyon yapıyor ve iç huzuru bozmaya çalışıyorlar.

İşte bu öyle iki bilgisayar oyunu, birkaç Tiktok videosu izleyerek alınacak bir karar değil, toplumun DNA’sına, kas hafızasına işlenen nifak, Cumhuriyet Türkiye’sinin rahmine düşürülen ayrılığın tohumu.

Muhafazakâr ilerlemeden, batının kopyası olmaya…

Osmanlı askerî alanda gerileme dönemine girip de Batılılaşmaya niyetlenince eğitimden sanata, teknolojiden askeriyeye pek çok şey değişti. Aslında Osmanlı’nın hedeflediği muhafazakâr bir Batılılaşmaydı. Ancak laiklik, Cumhuriyet’ten çok önce okullarda başladı. Bu okullarda eğitim alan kişilere, dinin toplumnı hayatı düzenlemekten çıkması gerektiği öğretildi. Osmanlı’da ülkenin selameti için eğitim alanında yapılan reformlar neticesinde Batılılaşmış ve sekülerleşmiş bir tabaka ortaya çıktı. Bu elitlerin İslam’ı ve Müslümanlığı terakkiye mâni gören radikal bir sekülerizm ve Batıcılığa savrulması sonucunda Türkiye'de de İslam ve Müslümanlıktan duyulan korku, resmî ideolojinin temel parametrelerinden biri hâline geldi.

Batının ilerlemesinin gerisinde kalmamızın nedeninin din olduğu düşüncesi, Cumhuriyeti kuran elitlerin beynine işlenmişti.

Bu kadroların kurduğu Cumhuriyet ideolojisi, modernleşmenin ve ilerlemenin İslam unsurunu devre dışı bırakarak gerçekleşeceğini, Türkiye’nin Batı’nın muasır medeniyetine ancak bu yolla ulaşacağını düşünüyor ve buna göre adımlarını atıyordu. Ancak bu Batılılaşma döneminde esasen ne Batıdan doğru dürüst düşünce ve kurumlar alınabildi ne de Müslümanlar bu yönelişten herhangi bir kazanç edinebildi. Buna karşılık öz değerlerimizde hayli tahriplerde bulunuldu, çok şey atıldı, unutturuldu. Neticede her yönüyle çoraklaşıldı.

Bugün ırkçılık seviyesine gelen din ile seküler hayat arasındaki ayrım o günlerde başladı.

Hilafetin kaldırılması, Batılılaşma tarihimizde bir dönüm noktası. Hilafetin kaldırılmasıyla birlikte devletin dînî kimlikten bütünüyle tecrit edilmesine ve yeni Türkiye’nin İslam dünyasıyla irtibatının kopmasına neden oldu.

Hilafetin kaldırılmasının yanı sıra Tevhid-i Tedrisat kanunuyla da örgün din eğitiminin büyük bir kısmı, yaygın eğitimin ise tamamı ortadan kaldırıldı. Papaz okulları eğitim faaliyetlerine devam ederken Diyanet İşleri Başkanlığı’na veya Milli Eğitim Bakanlığı’na din adamı yetiştirecek okul açma yetkisi verilmedi. Bu da insanları, bazıları günümüzde eleştirilerin odağında olan tarikat ve cemaatlere itti.

Teknoloji hayatımıza daha çok sosyal medya olarak girince, batı kültürü uzun yıllarda başaramadığı erozyonu çok kısa sürede yaptı. Bu aparatlarla ruhsuz ve bağımlı yapılan çocuklar bazen uyuşturucuyla bazen video oyunlarıyla bazen de sosyal medya aracılığıyla hipnoz edilip mankurtlaştırılıyor.

Sanatı da Avrupa’dan kopyaladık

Batılılaşma sürecinde edebiyat, sinema, tiyatro, mizah yayıncılığı ülkemize sokuldu. Bahsi geçen sanat dallarının anavatanı Avrupa, dolayısıyla sunulan ürünler de Batının kopyası oldu. Yapılan bir araştırmada 1910’dan 2014’e kadar yayımlanmış 35 bin karikatür incelendi. Çıkan neticeler dehşet.

Mizah yayıncılığının ilk başladığı yıllardan günümüze kadar olan süreçte Müslümanları çirkin, saldırgan veya en hafifiyle gülünç gösteren birçok karikatür çizilmiş. Müslümanların yer aldığı karikatürlerde hep olumsuz tasvirlere yer vererek Müslümanları terörist, canavar ve çirkin olarak çizmek asırlık bir gelenek hâline getirilmiş.

Hatta yeri geldiğinde Batı’daki içeriklerden daha sert ve daha aşağılayıcı bir üslup kullanılmış.

Mizah değil İslamofobi

Yobazlık, gericilik, medeniyet düşmanlığı gibi klişeler yaklaşık bir asır boyunca hep Müslümanlara atfedilmiştir. Yine bu karikatürlerde Türkiye siyasi tarihinde iktidara gelen gelmeyen sağcı partiler ve liderleri hep eleştiri ve alay konusu oldu. Günümüzde sürekli yayınlanan pek karikatür dergisi kalmasa da yayınlarını sürdürdükleri uzun yıllar boyunca gençlerin en çok takip ettiği ve referans verdiği yayınlardı. Dolayısıyla bir neslin düşünce dünyası bu dergilerin klişeleştirdiği İslam ve Müslüman algısıyla şekillendi.

Yobazlık, gericilik, medeniyet düşmanlığı gibi klişeler yaklaşık bir asır boyunca hep Müslümanlara atfedilmiştir.

İki binlerin başında internetin yaygınlaşmasıyla karikatürler çizgi film formunda internet sitelerinde yayınlanmaya başladı. Onların da ana teması İslam düşmanlığıydı. Hele o yıllarda popüler olan destroycartoon.com isimli internet sitesi seviyeyi “Ebu Cehil” düzeyine taşmıştı.

Çizgi filmde korkunç bir sesle minarede sabah ezanı okuyan çirkin görünümlü bir imama evinin penceresinden ağza alınmayacak küfürler eden biri resmediliyordu. Sonunda bu kişi imamın ezan okumasını susturmak için minareye bazukayla ateş ediyordu. Bu site o kadar meşhur olmuştu ki çizgi filmdeki imama edilen küfürleri öğrenmeyen neredeyse kalmamıştı.

Günümüzde hâlâ internet siteleri aracılığıyla eski, yeni karikatürler üzerinden İslam’a saldırı sürerken, yükselişe geçen Stand-Up denilen mizah türü de karikatür dergilerinin bıraktığı bayrağı devralmış görünüyor.

Dindarlar baskı görüyor

Sinemadaki durum da pek farklı değil. Türk Sineması doğu-batı çatışmasının en yoğun yaşandığı cephelerin başında. Filmlerde köye gelen öğretmen, asker ya da mühendis; muhtar, tüccar, imam ya da ağa ile çatışır. Din, geleneksel kesimin halkı kandırmak için kullandığı en büyük silah olarak gösterilir. Sinemanın beslendiği edebiyatta da din adamları ya da dindarlar genellikle sahtekâr, bilim düşmanı, ahlâksızdır. Ve bunun hakkında adım atan, düşünen, tartışan pek bulamazsınız. Ara ara sosyal medyada, “Yeşilçam filmlerinde hocalar neden çirkin ve düzenbaz” diye cılız tweetler görürsünüz. Mesele, oradan öteye gitmez.

Kültürel mecralardaki bu temsiller Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının modernleşme projesini İslam unsurunu devre dışı bırakarak yürütme çabası içinde olduğunu doğruluyor. Bunun bir başka delili ise kamuoyu araştırmaları.

“Türkiye’de Din ve Siyaset” başlıklı 1999’da yapılan araştırmaya göre katılımcıların %42’si dindar insanlara baskı yapıldığını düşündüğünü belirtmiş. Yine %31’i Müslümanlığın gereklerini serbestçe yerine getiremediklerini ifade etmiş. 2006’da yapılan aynı başlıklı araştırmada yine yakın oranlar çıkmış.

On yıllar boyunca sürdürülen yeni ırkçılığa Müslümanların tepkisi gittikçe cılızlaşırken, laik, seküler kesim de sınırları gitgide daha zorluyor.

Yakın dönemde İslam’a sataşmaya ilk ses getiren tepki 80’li yılların sonunda Salman Rüşdi’nin “Şeytan Ayetleri” kitabını yayımlamasıyla ortaya çıktı. Bu sırada artan dînî hassasiyetleri terör yoluyla baskılama yoluna gidildi. Seküler söyleme sahip terör örgütü PKK’nın etkilemekte güçlük çektiği dindar Kürtler, “Hizbullah” devreye sokularak dinden soğutuldu. Hizbullah’ın yaptığı eylemler medyada boy boy yayınlanıyor, Müslümanlar terörist olarak gösteriliyordu. Bu olaylar Türkiye’deki İslamofobinin büyümesine çanak tuttu.

Tüm bu yeni ırkçılık faaliyetlerine rağmen 90’larda Refah Partisi’nin yüksek oyla seçimden galip çıkması dengeleri yine bozdu.

Bu dönemde de bazı sahte tarikatlar ve bunların liderlerinin karıştığı skandallar hep İslam’a ve Müslümanlara atfedildi. Bunların yaptıkları sapıklıklar Kuran’la ve ayetlerle ilişkilendirilmeye çalışıldı. Tüm korkular irtica kelimesi etrafında toplandı. “İrticacı” yaftası yiyen iflah olmuyordu.

Bunda da en büyük rolü konvansiyonel medya üstlendi. O dönemin medya patronlarının “manşetlerle hükümet kurar/yıkarız” sözleri kulaklardadır.

11 Eylül saldırısı doğrudan Türkiye ile alâkalı olmasa da ABD’nin İslam ve Müslümanlara açtığı savaşın etkileri ülkemizdeki dindarlara da yansıdı. Çarşaf giyen kadınlara intihar bombacısı gözüyle bakıldı. Başörtüsü siyasi tabu oldu.

F. Gülen ve Adnan Oktar’ın sapkın organizasyonlarında bu süreçte faaliyetler hiç durmadı. Dindarların vitrini rolünü üstlenerek İslamofobinin aparatı oldular.

Halkının çok büyük bir çoğunluğunun Müslüman olduğu Türkiye’de İslamofobi, toplum barışını tehdit eden en önemli unsurlardan biri. Hepi topu 20 yıl önce başörtülü kızların üniversite eğitimi alma hakkı olup olmadığını tartışıyor ve Türkiye İran mı oluyor, Arabistan mı oluyor sorularına mâruz kalıyorduk.

Cinsel İslomofobia olarak tanımlanabilecek bu durum ayrı bir yazı konusu. Sonrasında AK Parti iktidarında toplum barışı adına çok çaba sarf edilse de DEAŞ terör örgütünün yol açtığı tahribat öncekilerden de büyük bir ayrışma malzemesi olarak kullanıldı.

Terör ve İslam’ı özdeşleştirme çabalarından öte ülkemize gelen milyonlarca göçmen, yeni ırkçılığın Türkiye'de daha yayılmasına, değerlerin iyice bozulmasına, laik seküler kesimin daha da hırçınlaşmasına neden oldu.

Müslümanların parçalanmış, bölünmüş ve ayrışmış görüntüsü, medya yoluyla popüler hâle gelen Agnostizm ve Deizm’in yaygınlaşmasına ya da en azından yaygınlaşıyor gibi görünmesine sebebiyet verdi.

Türkiye’de dindar insanlar, başta İslam’a mâl edilmiş hurafeler olmak üzere bütün bu olumsuz durumların Müslümanlıkla ilişkisinin olmadığını açıklamaya ya da sessiz kalmaya çalıştı ve her zaman bir suçlanma/savunma pozisyonunda kalmaya mecbur edildi.

Sosyal medyada her gördüğüne inanma

Tuhaf olan durumsa Müslümanlar uğradığı tüm İslamofobik baskılara rağmen hâlâ din konusunda ilgisiz ve de bilgisiz.

2017 yılında 5.400 kişiyle yapılan bir araştırmaya göre Kuran’ın vahiy yoluyla geldiğine inananların oranı %76 iken, evinde düzenli olarak Kur’an okuduğunu belirtenlerin oranı %25’te kalmış.

Kuran’ın Türkçe mealini okuyanların oranı ise %17. Arada sırada vakit namazlarını camide kıldığını belirtenlerin oranı da %13. Böyle bir durumda yeterli bilgiye sahip olmayan Müslümanların algı operasyonlarından etkilenme oranı da artıyor. Özellikle sosyal medyada okuduğu her muhtevaya inanan, sormayan, sorgulamayan kişilerde bu etkilenme oranı çok daha fazla.

Mankurtluğun zirvesi

Eskişehir’deki saldırı Türkiye'deki İslamofobinin geldiği korkutucu seviyeyi gösteriyor. Zira mankurtlaşmış bir zihnin rastgele salladığı bıçak darbeleri toplumumuzda kapanmaz bir yara açabilir. Önüne gelen, gördüğü Müslümana saldırmaya başlarsa bu işin önü alınamaz. Arda Küçükyetim’in hangi Batılı kâtili örnek aldığından, hangi faşist düşüncenin esiri olduğundan, hangi video oyununu oynadığından çok üzerinde düşünülmesi gereken konu işte budur.

  • Yeni ırkçılık
  • 20. yüzyılın ikinci yarısında ve sonrasında ise ırk ve ırkçılık kavramları, “eski ırkçılık” ve “yeni ırkçılık” kavramları üzerinden tartışılmaya başlandı. Eski ırkçılık; insanların fizyolojik farklılıklarına göre ayrıldığı, dışlandığı, hiyerarşiye tabi tutulduğu bir bakış açısının tezahürüyken, yeni ırkçılık ise farklı toplumların, farklı kültürel değerlerine göre ayrımcı ve dışlayıcı, ötekileştirici ve düşmanlaştırıcı uygulamaların, nefret söylemlerinin ve suçlarının muhatabı olduğu bir ırkçılık türü.
  • Sınırları daha belirgin olan eski ırkçılığa göre yeni ırkçılığın sınırları daha muğlak. Yeni ırkçılık, “yabancı” olarak addedilen insanların kültürlerine, din ve vicdan özgürlüklerine karşı hem korkuyu hem de nefreti yükseltiyor ve son dönemde bu korku ve nefretin hedefinde ise özellikle İslam ve Müslümanlar yer alıyor.
  • Müslüman terörist algısı
  • Dünyamızı bugün bir algoritma yönetiyor. Bu algoritma da kötülüğü hızla yayan bir yapıya sahip. Faşizm denildiğinde aklınıza ilk gelen isim muhtemelen Nazi Lideri Hitler’dir. Öncüsü olduğu akım hem oluşturduğu siyâsî ve felsefî dille hem kullandığı simgelerle hem de yöntemleriyle akıllara kazındı.
  • Modern çağda Hitler’in oluşturduğu her şey unutturulmaya çalışılsa da gizli örgütler aracılığıyla faşist söylemi hep yaşatıldı. Şimdiyse internet çağında yeniden oluşturulan çarpık bir tarih bilgisiyle toplumlara dayatılıyor.
  • İnsanların yüzde 73,2’si internete bilgi bulmak için giriyor. Bu çoğunluğun ulaştığı bilgiyse çoğunlukla manipüle edilmiş kaynaklardan elde ediliyor. Gazze’de 7 Ekim 2023’ten bu yana uygulanan katliama bakın, yahudilerin Müslümanlara uyguladığı cinayet ve işkence yöntemleri, psikolojik baskılar ve açıklamalar 1940’ların Nazi Almanya’sında yaşananların kopyası bile değil, çok daha fazlası. Ancak uzun yıllar sistematik olarak uygulanan baskılar nedeniyle Müslümanlar buna bile ses çıkaramıyor.