Türkiye eksenine doğru...

YUSUF KAPLAN
Abone Ol

Özelde Avrupa, genelde Batı, postkorona sürecinde, dünyanın sürükleneceği kaostan en fazla etkileneceklerin kendileri olduğunu görüyorlar: Eğer beklenen ekonomik durgunluk ve kriz gerçekleşirse, bunun, dünyanın dengelerinin altüst olmasına yol açması kaçınılmaz. Bu şu demek: Batı hâkimiyeti çatırdayacak. Dünyanın güç merkezi Atlantik’ten Pasifik'e kayacak.

Tarihten çekilen toplumlar geçmişi mutlaklaştırır, kutsarlar. Bugünü şekillendiren, çağı yapan toplumlarsa şimdiyi... Oysa geçmişin ve şimdinin kutsanması, geleceği karartmaktan başka bir işe yaramaz.

Tarih kutsanmayacak kadar izâfî, inkâr edilemeyecek kadar da gerçektir. Tarihi, tarih şuur gelişkin toplumlar yapar. Tarih şuuru linç edilmiş toplumlarsa, başkalarının yaptığı tarihte yaşar, tarihte tatil yapar, bir oraya bir buraya doğru sürüklenmekten başka bir şey yapamaz.

Dünya tarihini bin yıl şekillendiren dinamik: müslüman ‘türk ekseni’

Birinci medeniyet krizi sırasında Türkiye umuttu, umut olduğunu göstermişti bütün dünyaya. Bir ‘Türk Ekseni’ inşa etmişti Selçuklu ve ardından gelen Osmanlı'yla.

Sadece muazzam askerî kabiliyetleri, zengin devlet tecrübesi bakımından değil, kelâm, fıkıh, felsefe, tasavvuf ve estetik alanlarındaki öncü atılımlara rehberlik ederek düşünce alanında gösterdiği imajinatif performans, çığır ve ufuk açıcı atılımlar bakımından da umut olduğunu ispatlamıştı. Kaşgar ve Horasan’dan Balkanlar’a, Yemen ve Hicaz’dan Kafkaslar’a kadar dünya tarihinin yapıldığı merkez coğrafyada geliştirdiği medeniyet atılımı bunun göstergesiydi.

Türkler, İslâm tarihine girdiklerinde, İslâm dünyası iki büyük yıkıcı küresel saldırıyla karşı karşıyaydı: İslâm dünyasını kasıp kavuran, her şeyi yerle bir eden, Müslümanları tarihten silinmenin eşiğine getiren ürpertici Haçlı ve Moğol saldırıları.

Türklerin İslâm tarihine girişi, hem dışardan gelen saldırıları püskürtmesine ve Müslümanların toparlanmasına, hem de içerde yaşanan akîdevî, fikrî ve siyasî açmazları aşacak ön açıcı bir performans ortaya koymalarına imkân tanıdı.

Burada ırk eksenli bir okuma yapmıyorum, tarih felsefesi yapıyorum. Eyyûbîler olmasa, bu süreçte alınan sonuç, en azından bu şekilde olmazdı. Eğer Türkler İslâm tarihine girmeseydi, Müslümanlar toparlanabilir miydi, suâli, aslâ gözardı edilmemesi gereken çok önemli, hayatî bir suâldir bu yüzden.

Türklerin İslâm tarihine girişi, sadece İslâm tarihinin kaderini değiştirmekle kalmadı, dünya tarihinin akışını da şekillendirdi, bin yıl dünya tarihini Müslümanların yapmasını sağladı.

Bu notu özellikle kaydetme ihtiyacı hissediyorum; tarihi ırk eksenli değil, hakikat eksenli okuyabiliriz biz Müslümanlar. Burada yaptığım okuma da, Hakikat Bayrağı'nın yere düşmemesi, kıtalar ve kıtalar dalgalandırılması mücahedesi her alanda, her bakımdan kâmil insan tipinin yetiştirilmesinden âdil devlet nizamının inşa edilmesine kadar...

Türklerin İslâm tarihine girişi, sadece İslâm tarihinin kaderini değiştirmekle kalmadı, dünya tarihinin akışını da şekillendirdi, bin yıl dünya tarihini Müslümanların yapmasını sağladı. Türklerin İslâm tarihine girişi, kemâl noktasına Osmanlı’yla ulaştı. Osmanlı, dünyaya evrensel medeniyet modelinin parametrelerini sundu.

Postkorona süreci

Osmanlı tarihten çekildi; dünyadan ruh çekildi gitti. Dünya ruhsuzluğun ve barbarlığın eşiğine sürüklendi. Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı'yı tarihten silen düvel-i muazzama -Avrupa imparatorlukları- İkinci Dünya Savaşı'nın yol açtığı ürpertici katliam ve yıkım sonrasında birer birer yıkıldı. Böylelikle Avrupa, dünya tarihini şekillendiren bir aktör olmaktan çıktı.

Özelde Avrupa, genelde Batı, postkorona sürecinde, dünyanın sürükleneceği kaostan en fazla etkileneceklerin kendileri olduğunu görüyorlar: Eğer beklenen ekonomik durgunluk ve kriz gerçekleşirse, bunun, dünyanın dengelerinin altüst olmasına yol açması kaçınılmaz.

Bu şu demek: Batı hâkimiyeti çatırdayacak. Dünyanın güç merkezi Atlantik’ten Pasifik'e kayacak. Artık çok belirgin olarak görüldüğü gibi, Çin'in başını çektiği kapitalist Doğulu model, kapitalizmin yeni modeli olacak, daha önemlisi de dünyanın güç merkezinin Batı'dan Doğu'ya kaymasına yol açacak...

Önümüzdeki on yılda 100 yılın tohumlarını ekecek, inanmış ve adanmış öncü kuşaklar yetiştirecek büyük atılımlarla gelecek 100 yılı kurtarabiliriz.

Fakat Batılıları korkutan tehlike bu değil. Çünkü bu, kapitalizmin kendini yeni şekillerde yeniden üretmesi anlamına da gelecek, Doğu kapitalizminin üreteceği rekabet, Batı kapitalizmine de cansuyu verecek. Burada Batı hegemonyasına karşı nitelikli bir meydan okuma yok; nicelikli bir meydan okuma var: Batılı ekonomik model üzerinden ve Batılı hegemonya kurma kavramlarıyla gerçekleşen bir meydan okuma bu. Batı hegemonyasının dünyanın ekseni olmasından çıkmaya yol açacak olsa da, Batı uygarlığının ömrünü uzatmaya yol açacak aynı zamanda.

Batılıları korkutan asıl tehlikeli gelişme, Rusya'nın yeni bir imparatorluk olarak gelişi de değil. Rusya’nın da kapitalizmin dışında bir modelle gelmediğini, gelemeyeceğini, Ortodoksluğun beslediği Rus ruhunun çoktan tarih olduğunu Batılılar da Ruslar da biliyor.

Batılıları korkutan asıl tehlikeli gelişme, Türklerin yeniden tarih sahnesine çıkması, dolayısıyla Türkiye Ekseni olarak adlandırılabilecek bir fikrin adım adım hayata geçirilmesi ihtimalinin belirmesidir.

‘Tarihin kayıp çocukları türkler’ ruhunu yitirme tehlikesinin eşiğinde…

Türkiye’nin yaşadığı çok yönlü felâketi ve yıkımı, yakın tarihte tarih yapmış hiçbir büyük ülke yaşamadı. İki büyük dünya savaşının en fazla zarar verdiği Almanlar bile bizim yaşadıklarımızı yaşamadılar. Weimar Rönesansı sürecinde inşa edilen, Kant, Bach, Beethoven, Hegel, Fichte, Herder, Goethe ve Schiller gibi dâhî sanatçılar ve düşünürlerle temelleri atılan, milletin dehasını ete kemiğe büründüren Alman Ruhu'nu da, haklı olarak ardından gelen Bismarck'la özdeşleştirilen Alman imparatorluğu'nu da tarihten uzaklaştıran yıkım bile bizim yaşadığımız yıkım kadar sarsıcı olmadı.

Almanların yaşadığı felâket, bir uygarlığın kurucu aktörlerinden birinin yaşadığı güç kaybıydı. Bizim yaşadığımız felâketse medeniyetimizi kaybetmemizdi; medeniyetimizi yani tarihî yönümüzü, yörüngemizi, ruhumuzu yitirmemiz, kimliğimizi, karakterimizi, kaderimizi kaybetme tehlikesiyle burun buruna gelmemiz.

Her şeye rağmen Almanlar, Weimar Rönesansı döneminde inşa ettikleri ruhları zedelense de, ruhlarını değil daha çok bedenlerini kaybetmişlerdi. Bizse, yaşadığımız bu ikinci büyük medeniyet kriziyle ruhumuzu yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kaldık. Başına ne geldiğini bilemeyecek kadar ürpertici bir ontolojik yok oluş felâketiyle yüz yüze geldik; fiilen sömürgeleştirilemeyen, dünya tarihinin yapılmasında kilit rol oynayan bir ülkenin zihnen sömürgeleştirilmesi felâketini yaşadık. Epistemik kölelik olarak adlandırdığım bu felâketi yakın tarihte dünyada yalnızca biz yaşamaya mahkûm olduk!

Sonuçta, tarih şuuru linç edilen, yakın tarihine dünya kadar uzak, kendi tarihine bir yabancı kadar yabancılaşmış, Arşimet noktasını yitirmiş, pergelini şaşırmış, metamorfoz yemiş, celladına âşık bir entelijansiya ile sadece kendi sonunu, yok oluşunu, intiharını hazırlayan dünyanın tek ülkesi, tek tarih yapmış aktörü olarak tarihe geçtik!

Bu gerçeği, bu ontolojik yok oluş felâketini celladına âşık bir entelijansiyası olan bir ülkenin aydınlarının görmesini beklemek, olmayacak duaya âmin demek gibi bir şeydi.

Bizim yaşadığımız felâketi ancak büyük tarihçiler, tarih felsefecileri tarif edebilirdi en iyi şekilde. Annales Okulu'nun en tanınmış ve en parlak ismi Fernand Braudel, bu tarihçilerden ve tarih felsefecilerinden biriydi. “Türkler, tarihin kayıp çocuklarıdır” diye tarif etmişti bizim yaşadığımız ontolojik yok oluş felâketini.

  • Silkeleyici, sarsıcı bir tanımlama bu, “tarihin kayıp çocukları” tanımlaması. Kaşgar’dan, Doğu Türkistan’dan başlayan, Anadolu'dan Avrupa’nın içlerine kadar süren Müslüman Türklerin İslâm medeniyeti tarihindeki dünya tarihini yapan yolculuklarının, modernliğin meydan okuması sürecinde “tarihin kayıp çocukları” olarak adlandırılacak kadar büyük bir yok oluş felâketine dönüşmesi, üzerinde enlemesine ve boylamasına düşünmeyi hak eden büyük bir dert.

Meselenin sarsıcılığıyla orantılı olarak verilecek cevabın da sarsıcı olması beklenir. Daha doğrusu, bu derdin mânâlandırılması, Kaşgar'dan Bosna'ya kadar gerçekleştirilen medeniyet yolculuğunun yeniden gerçekleştirilebilecek olması ihtimali bile İslâm düşmanlarını korkutmaya yetiyor olsa gerek ki, bizi, hayalî olarak icat ettikleri “yayılmacı, emperyalist” sahte Osmanlı imajı “neo-Osmanlıcılık” sopasıyla korkutmaya kalkışıyorlar!

Doğu Türkistan’dan Balkanlar’a kadar geçekleştirilen medeniyet yolculuğunun yeniden gerçekleştirilmesi zor gibi görünse de asla imkânsız değil. Aksine modernite sonrası süreçte Batı uygarlığının teorik / felsefî olarak tıkanması, pratik / siyasî olaraksa dünyayı cehenneme çevirmesi, Batı hegemonyasının çöküş sürecinin önemli göstergeleri...

Batı hegemonyasının kaderi ve Türkiye ekseni

Allah inancı ve hakikat fikrini yok eden, tabiatı delik deşik eden, farklı dinleri, kültürleri, medeniyetleri barış içinde bir arada nasıl yaşatabileceğinin formülünü geliştirmeyi başaramayan Batı uygarlığı, tarihteki yolculuğunun son evresini, yok oluş evresini yaşıyor. Hem dünyaya söyleyecek bir sözü yok, hem de dünyayı sadece yaşanılamaz bir yere, cehenneme dönüştürdü.

Tarihin ekseni Batı'dan Doğu'ya doğru kaymaya başladı yaklaşık yarım asırdır. Bu süreç Japonya’nın, Çin'in ve Hindistan'ın kapitalistleşmesine, iddialarını, dolayısıyla ruhlarını yitirmelerine yol açtı. Çin’in de, Hindistan’ın da, Japonya’nın da dünyaya alternatif bir medeniyet fikri sunmak gibi bir imkânları kalmadı, öyle bir dertleri de olmadı.

Bundan sonra da olması çok zor. Zor; çünkü modernlikle birlikte kök salan, postmodernlikle yaygınlaşan neo-pagan, tekno-pagan kültür, İslâm dışındaki bütün diğer dinleri, kültürleri ve medeniyetleri asimile etti, kendine benzetti, protestanlaştırdı. Tek kelimeyle, sekülerleştirdi, ruhlarını kuruttu, yok etti. Bu protestanlaştırma veya sekülerleştirme sürecine sadece İslâm direniyor, kurucu kaynaklarını özenle koruyarak direnç noktalarını daha bir güçlendiriyor.

Türkiye, bu sekülerleşme tecrübesini katı laikleşme süreci olarak yaşadı önce. Katı laikleşme süreci geri tepti, İslâmî kimliğin, duyarlılıkların daha entellektüel boyutlar kazanmasına yol açtı. Ardından 1980'lerden itibaren Özallı yıllarla birlikte yaşanan yumuşak sekülerleşme süreci, toplumun İslâmî duyarlılıklarının sekülerleşme / aşınma sürecini hızlandırdı ama İslâmî kurucu kaynakları sekülerleştirerek tahrif etme noktasına varamadı.

Önümüzdeki süreçte “Peygambersiz İslâm” ve ardından “İslâmsız İslâm” projeleri pazarlanacak İslâm dünyasına. Bu süreç başladı ama çok büyük tepki topladı, zamanla püskürtülmesi için büyük bir çaba gösteriliyor ve gösterilecek de.

  • Osmanlı'nın durdurulmasından sonra İslâm dünyasında uygulanan sekülerleştirici ulusçuluk projeleri çöktü. Bu uluşçuluk projelerinin en önde gelen örneği Arap milliyetçiliği projesiydi.

Ardından hem “dine karşı din” fitnesiyle, hem de önce haricî mantığına, sonra da bunun tutmadığı durumlarda protestanlaştırma projesine hız verilerek Müslüman toplumları İslâm'dan uzaklaştırma projeleri uygulamaya konuldu.

Bu süreçte İslâm dünyası terörizmle savaş stratejisiyle teker teker İsrail'in (küresel Siyonist şebekenin) kontrolüne girdirilmeye başlandı. Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkeleri, Türkiye’ye karşı bir Arap cephesi inşasında kullanılmaya çalışılıyor...

  • Terör örgütleri kullanılarak sürdürülen vekâlet savaşlarıyla İslâm dünyasına diz çöktürüldü. Türkiye hâriç. Sadece Türkiye hem direndi, hem de pek çok bakımdan güçlendi.

Erdoğan'ın “one minute!” protestosunda ve BM Genel Kurulu'nda yaptığı, “dünya beşten büyüktür”, temalı konuşmalarda, Türkiye’nin mazlum dünyanın bilkuvve umudu olmasını sağlayacak adımlar atıldı.

Türkiye’nin bilkuvve umuttan bilfiil umuda dönüşecek adımları atmaya başlaması da tam bu döneme denk geldi: FETÖ terör örgütü kullanılarak gerçekleştirilmeye kalkışılan 15 Temmuz işgal ve darbe girişiminin püskürtülmesi, ardından Türkiye’nin savunma sanayisinde yerli üretimde yüzde 70 gibi yüksek bir oranda yerli ve millî üretime geçerek devrim yapacak atılım yapması, Batılıları ürkütmeye yetti.

Yaşananlar bir oluşumuna doğru gidiyordu. Türkiye eğer bu maddî atılımların yanısıra manevî atılımlara (medeniyet iddiasını ilmek ilmek örecek entelektüel, kültürel, ilmî ve sanat alanlarında sıçramalara) da soyunmaya başlarsa, yüz yıl sonra dünya tarihinin yapılmasında kilit rol oynayacak bir konuma ulaşabilir ve işte o zaman bir Türkiye Ekseni'nden sözetmek imkân dâhiline girebilir.

  • Türkiye Ekseni, yeniden medeniyet iddialarını kuşanan, bunun için de başta eğitim olmak üzere, kültür, sanat, bilim ve ahlâkta büyük atılımlara soyunmaya başlayacak bir ülke için hiç de ham hayal değildir. Önümüzdeki on yılda 100 yılın tohumlarını ekecek, inanmış ve adanmış öncü kuşaklar yetiştirecek büyük atılımlarla gelecek 100 yılı kurtarabiliriz.

Gelecek 100 yılı kurabilirsek, gelecek yüzyılları da kurtarabilecek ve kurabilecek bir açılım ve atılım ortaya koyabiliriz Allah’ın izni ve keremiyle.