Tıpkı Dayton gibi Libya’da masa tuzaktır
Düşman değişmedi, gördüğünüz gibi aynı yerde duruyor. Bosna'da canımızı kimler yaktıysa, Libya'da yine aynı cenabet suratlar pis pis sırıtmaya devam ediyor. Ve inanın... Dayton'da rahmetli İzzetbegoviç’e harita üzerinde günlerce Sırp planını kabul ettirmeye çalışan, Saraybosna-Grbavica danışıklı döğüşüyle ölümü gösterip sıtmaya razı eden Richard Hollbrooke’lar oturduğumuz her masada sinsice bizi bekliyor.
“Görüşmeler şantaj ve Bosna’nın başı üzerindeki kılıç tehdidi altında yürütülmekteydi. Kendisinden sayı ve mühimmat bakımından çok daha üstün olan düşman tarafından saldırıya uğramış bu millet büyük kayıplara uğramıştı. Sunulan barış ise sadece benim ilkelerime değil, temel hukuk prensiplerine de aykırıydı. Böyle bir barışı kabul etmem çok zordu. Savaşın devam edeceği mesajıyla eve dönmem ise daha da zordu. Çok zor ikilemler içindeydim. Kendimi çarmıha gerilmiş gibi hissediyordum.”
Aliya İzzetbegoviç
Rahmetli Aliya İzzetbegoviç, Dayton görüşmelerine ilişkin tuttuğu günlüklerde “Kendimi çarmıha gerilmiş gibi hissediyordum” der. Evet, anlaşma imzalanmış, Bosna savaşı bitmiştir ama Bosna halkı hâlâ çarmıha gerildiği yerde öylece durmaktadır. 2015 yılında El Cezire’ye mülakat veren Bosna’nın önde gelen fikir adamlarından Muhammed Filipoviç’in Dayton Anlaşması'na ilişkin sözleri şöyledir:
- “Dayton şart değildi, çünkü savaşın sonuna gelmiştik. Sırplar üç buçuk yılda tüm sahip oldukları teknoloji, silah üstünlüğü ve Rusya, Yunanistan ile diğer devletlerden aldıkları doğrudan yardımla bizi mağlup edemedilerse demek oluyor ki bizi hiç yenemeyeceklerdi. Biz de, ‘kaybederiz’ baskısı altında her ne pahasına anlaşma yoluna girmemeliydik. Kaybetme gibi bir durumumuz yoktu.”
İşin Temelinde Şark Meselesi Var
Dayton, Bosna'ya hiç de âdil olmayan bir barış sunmuştu. Avrupa zaten en başından olan bitene seyirci kalmış, Sırbistan’ın “Od Jadrana do İran’a nece biti Muslimana / Adriyatik’ten İran’a dek Müslüman kalmayacak” mottosunu gizliden gizliye mırıldanıyordu. Esasen yüzyılların “Şark Meselesi” de bu değil miydi? Türkleri yani Müslümanları, Hristiyanlığın doğduğu topraklardan; Balkanlardan, Anadolu’dan, hele de İstanbul’dan sürüp çıkarmak...
O günlerde soğuk savaş henüz yeni bitmiş, kendini tek kutuplu dünyanın hâkimi olarak ilan eden ABD, bir güç gösterisi babında Balkanlara damgasını vurmanın peşindeydi. Ama bunu yaparken kendince en uygun zamanı kolluyordu. 1 Mart 1992 Bosna Hersek Bağımsızlık Referandumu ardından silaha sarılan Sırplara, tam üç yıl gıkını bile çıkarmadı. Bu süre zarfında çoluk çocuk, kadın yaşlı tam 300 bin insan katledildi. Bosna'daki Müslüman nüfusun bugün bile 2 milyonu bulmadığı düşünüldüğünde rakamın ne denli korkunç olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Srebrenitsa Resmen Kurban Seçildi
1995 yılına girildiğinde Bosna'daki savaşın seyri de değişmekteydi. Bosna ordusu artık toparlanmış, Sırplara karşı ilerleme kaydediyordu. Bu arada korkunç bir hâdise yaşandı. 1993 yılında BM tarafından güvenli bölge ilan edilen Srebrenitsa’da, 11 Temmuz günü başlayıp 18 Temmuz’a dek süren “Avrupa’nın 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük katliamı” meydana geldi.
8 bin 372 Müslüman Boşnak, kendilerini korumakla görevli Hollandalı BM askerlerinin gözleri önünde kamyonlara bindirilerek Sırplar tarafından hunharca katledildi. Srebrenitsa soykırımı sonrası oluşan infial ABD için elverişli zemini sağladı. Bosna ordusunun ilerleyişi barış bahanesiyle engellenmiş oldu. Rahmetli Aliya o günleri anlatırken “Görüşmeler şantaj ve Bosna’nın başı üzerindeki kılıç tehdidi altında yürütülmekteydi” cümlesini boşuna sarfetmiyor.
Barış Soykırımın Üzerine İnşa Edilemez
Dayton’da kurulan masayı anlamak için önemli bir not... Srebrenitsa’daki toplu mezarları ortaya çıkartıp Pulitzer Ödülü kazanan Amerikalı gazeteci David Rohde “Son Oyun: İhanet ve Srebrenitsa’nın düşüşü” adlı kitabında bakın, ne diyor?
“Uluslararası camia, taraflı bir şekilde binlerce insanı silahsızlandırmış ve sonra da onları en azgın düşmanlarına teslim etmiştir. Srebrenitsa, uluslararası camianın felaketin uzağında durduğu bir durum değildir. Aksine, uluslararası camianın eylemleri katilleri cesaretlendirmiş, onlara yardım etmiş ve işlerini kolaylaştırmıştır. Srebrenitsa’nın düşmesi gerçekte olması gereken bir durum değildi. Binlerce iskeletin Doğu Bosna’da oraya buraya saçılmasına hiç gerek yoktu. Binlerce Müslüman Bosnalı çocuğun Sırplar tarafından boğazlanmış babalarının, dedelerinin, amcalarının ve kardeşlerinin hikâyesi ile büyümesine hiç gerek yoktu.”
O gün Bosna zayıftı. Maalesef Türkiye de zayıftı.
Rahmetli İzzetbegoviç, kurulan masa tuzağının elbette farkındaydı. Bu badirenin içinden milleti lehine en iyi şekilde sıyrılabilme endişesiyle uykusuz kaldı, günlerce yeme içmeden kesildi. Kalbi zaten rahatsızdı. Tartışmaların gerilimi yükseldikçe hayat ile ölüm arasındaki ince çizgide gidip gelmeye başlamıştı.
Libya'da Yeni Bir Dayton Hevesi
Bugün Libya’da yeni bir Dayton masası kurmaya çalışıyorlar. Karşımızda Hafter bücürü değil, yedi düvel var: ABD’si, AB’si, Rusya’sı, İsrail’i, Yunanistan’ı, Mısır’ı, BAE’si ve de Suudi Arabistan’ı... Ama şunu unutuyorlar. Bugün Türkiye güçlü... Hem de çok güçlü...
Nitekim Türkiye tarafından desteklenen Libya Milli Mutabakat Hükümeti birliklerinin Trablus kuşatmasını kırmakla kalmayıp stratejik Terhune kentini ele geçirmesi, peşinden uygun adım Sirte’ye yürüyerek Bingazi istikametine yönelmesi, çakma General Hafter’in uykularını fena kaçırdı. Öyle korkmuş olmalı ki, hemen sınırın öte yakasına koşturuverdi. Ve orada Sisi’den derhal bir ateşkes ilanı talebinde bulundu. Sisi de bu talebi karşılıksız bırakmadı. Aylardır Trablus’a kurşun, bomba ve füze yağdıranların bir anda barış havarisi kesilmesini hayret ve de ibretle hep beraber izledik.
Sığındığı Delikten Başını Çıkaranlar
Sisi’nin ‘Kahire Bildirgesi’ namıyla ilan ettiği sözde ateşkes ve masa talebine dünyanın dört bir yanından yağan destek mesajları doğrusu hepimizin gözlerini yaşarttı. Hafter çeteleri Trablus’ta masum sivilleri katlederken sesi çıkmayan ne kadar ülke varsa, sığındığı delikten başını çıkardı. Şu liste size de tanıdık geliyor mu? ABD, AB, Fransa, İtalya, Almanya, Rusya, Yunanistan, Suudi Arabistan, Ürdün, BAE ve Arap Birliği...
Rusya Dışişleri Bakanlığı’nın destek açıklaması şöyle mesela:
- "Doğu Libya kampı liderlerinin kabul ettiği bu kapsamlı teklifin, Libya’da tarafların çatışma sonrasında yerleşim konusunda uzun zamandır beklenen müzakerelere sağlam bir temel olabileceğini düşünüyoruz. Trablus'taki yetkililerin Kahire’den yapılan barış çağrısına derhal dikkatle yaklaşacağını ve yapıcı bir şekilde cevap vereceğini umuyoruz."
Masum Libya halkının gırtlağını kesen Wagner paralı askerlerini, çetelere daha rahat yağma yapsınlar diye erketelik eden Pantsir savunma sistemlerini ve son günlerde Türkiye destekli meşru hükümetin ilerlemesini engellemek için gönderilen sekiz savaş uçağını düşündüğümüzde hayli barışsever bir çağrı olduğuna şüphe yok.
Nerede Katliam Orada Putin!
Rusya’nın Libya'daki günah galerisine girmeye kalksak bu iş kitaplık olur. Yine de küçük bir hatırlatma yapalım, şöyle hafızaları bir yoklayalım:
Kaddafi rejiminin son günleriydi. Arap Baharı bütün Kuzey Afrika’yı hallaç pamuğu gibi savurmuş, rejim sokakları işgal eden protestocularla baş edemiyordu. Vaziyet öyle bir noktaya gelmişti ki, halkla askerin karşı karşıya gelmesi artık kaçınılmazdı. İşte bu noktada Kaddafi tarafında büyük yarılmalar baş gösterdi.
- “Halkımızı vuramayız” diyen iki pilot Kaddafi’nin emrine uymamak için uçaklarıyla Malta’ya sığındı. Rejimin Adalet Bakanı, sözcüsü ve başka ülkelerdeki elçileri “halkın üzerine kurşun yağdıranların parçası olamayız” diyerek topluca görevlerinden istifa ettiler.
Peki, kendi halkına karşı katliama kalkışan Kaddafi’nin avukatlığını o günlerde kim üstlenmişti, bilin bakalım? Kim olacak, Putin... Kaddafi’nin etrafında dört dolanan Rus istihbaratı “Bu rejim iflah olmaz” dediği halde üstelik. Doksanlı yıllarda hafta sonları İgman dağına Müslüman Boşnak avlamaya giden Ruslar, Kaddafi’nin engin hoşgörüsüyle Sırplara jest yapmış, onları Müslüman Libyalı avına davet etmişti. Trablus’un hâkim binalarına mevzilenen Sırp keskin nişancılar, aynen Saraybosna’da yaptıkları gibi yine Müslüman bir halka karşı, dolgun bir yevmiye ve kelle başı ikramiye alarak silahlarını doğrultmuş, nice masum canlara kıymışlardı.
Düşman Değişmedi
Döndük, dolaştık, yine aynı yere geldik. Çünkü düşman değişmedi, gördüğünüz gibi aynı yerde duruyor.
Bosna'da canımızı kimler yaktıysa, Libya'da yine aynı cenabet suratlar pis pis sırıtmaya devam ediyor. Ve inanın... Dayton'da rahmetli İzzetbegoviç’e harita üzerinde günlerce Sırp planını kabul ettirmeye çalışan, Saraybosna-Grbavica danışıklı döğüşüyle ölümü gösterip sıtmaya razı eden Richard Holbrooke’lar oturduğumuz her masada sinsice bizi bekliyor.
İşte o yüzden...
Sahada ne aldıysak aldık.
Masalar tuzak bize!