Tepetaklak Yuvarlanmak

HASANALİ YILDIRIM
Abone Ol

Olanca gayretimiz, bize refah getiren maddiyatın, huzur ve sürur da getireceği kabulü doğrultusunda adeta maddeye garkolmak. Daha çok şeye ve üstelik onların da en havalısına sahip olduğumuzda ulaştığımız bu imkân seviyesinin hiç bozulmayacağına kanaat getiririz. Hâlbuki en yukarıdaki bile birden pat diye aşağı yuvarlanabilir. Üstelik yukarı çıkmak nispeten kolaydır ama ya aşağı inmek? Kimsenin hesaplamadığı, hatta aklına bile getirmek istemediği bir vaziyet gelip kendini dayatırsa neler olur? Zengin Kalkışı adlı film, düşen birinin yaşadıklarını anlatıyor.

Felsefi manâsıyla materyalizm elbette bir dünya görüşü ama aynı zamanda o dünya görüşünden neşet etmiş bir ahlâk anlayışı da. Ne ki biz bu tabirin birinci manâsına şiddetle karşı çıktığımızı beyan ederken dahi ikinci manâsının sinsi bir şekilde yaşantımızı işgal ettiğini fark etmeyiz bile. Sanki bu felsefi mezhebe şiddetle karşı çıkmak, bütün belâlarından da bizi muhafaza eder; böyle inanmayı tercih ederiz. Hâlbuki ondan bütünüyle arındığımıza kaniysek de o şey bütün benliğimizi kuşatmış demektir.

Bu ret ve inkâr da işte o muhasaranın benliğimizdeki sinsice ikametinin icabatı.

Hangimize sorarsanız paraya-pula, mala-mülke, sıfata ve şöhrete talip değilizdir. Ama çoğumuzun kalbinde yatan aslan bunun tam da zıddı: Öte dünyada kazanılma ihtimaline nispetle cennete bu dünyada kavuşma... Öyle ya, başkalarından ne kadar maharetle gizlersek gizleyelim, içten içe ne kadar günahkâr biri olduğumuzu biz bilmekteyiz. Bu günah korkusu garip bir şekilde bizi başka günahlardan koruyacağına, başka günahların kucağına iteler.

Hangimize sorarsanız paraya-pula, mala-mülke, sıfata ve şöhrete talip değilizdir.

Bu dünyanın değişmez ve en esaslı hakikati, onu teşkil eden maddenin hükümranlığı. Yılın farklı zamanlarında piyango bileti almazsak da bunu böyle bilir ve ona göre amel ederiz. Olanca gayretimiz, bize refah getiren maddiyatın, huzur ve sürur da getireceği kabulü doğrultusunda adeta maddeye gark olmak. Daha çok şeye ve üstelik onların da en havalısına sahip olduğumuzda ulaştığımız bu imkân seviyesinin hiç bozulmayacağına kanaat getiririz. Üstelik bir zamanlar bulunduğumuz yerden bugünkü seviyeye çıkabildiğimize göre daha da yukarılara çıkacağımıza kaniyizdir.

Ama bazen öyle olmaz. En yukarıdaki bile birden pat diye aşağı yuvarlanabilir. Üstelik yukarı çıkmak nispeten kolaydır ama ya aşağı inmek? Kimsenin hesaplamadığı, hatta aklına bile getirmek istemediği bir vaziyet gelip kendini dayatırsa neler olur?

Tepeden Aşağıya Düşmek

Patrick deWitt’in kendi romanından senaryolaştırdığı, Azazel Jacobs’un yönettiği ve Michelle Pfeiffer ile Lucas Hedges’ın başrollerini paylaştığı Zengin Kalkışı (French Exit) adlı film, işte böylesi bir tepetaklaklık mevzuunu işliyor: Hayatı boyunca tek bir gün bile çalışmadığı hâlde Manhattan gibi bir yerde, bir eli yağda, bir eli balda yaşayan Frances Price adlı kadın, yüklü bir servet sahibidir ve sosyetede girmediği kapı yoktur. Dünyaya geliş sebebinin haz almak olduğuna inanmaktadır. O kadar ki alacağı hazzın miktarını eksiltme ihtimaline binaen öz oğlunu bile 12 yaşına kadar yanından-yakınından uzaklaştırmıştır.

Ama günün birinde bütün servetini kaybeder; elbette sosyetesini de. Ona hayli şatafatlı bir hayat sunan bütün varidatı, akıp gitmiştir avucundan; muhasebecisinin ısrarlı ikazlarına rağmen. Kocasının ölümünün ardından bütün bu ısrarlar karşısında bile varidatını bir türlü makul bir tarzda idare etmez ve neticede beklenen son gelir. Masraflarında hiçbir tedbir almamıştır. Çünkü parası bitmeden öleceğine inanmaktadır.

Ne ki öyle olmaz ve cascavlak ortada kalır. O da çok geçmeden yegâne varlığı oğlunu ve elinde, avucunda ne varsa satıp edindiği parayı alıp yeni bir hayata başlar. Hem de Paris’te. Hem de arkadaşının dairesinde.

Gündelik Yaşantı ve Yenilik Takıntısı

Zamanımızın insanını öncekilerden ayıran hususlardan biri de iptilâ seviyesini bile aşan bir tarzdaki yenilik takıntısı. Her şeyin yenisine, daha da yenisine, en yenisine, yeninin de yenisine talibiz güya. Hâlbuki iş basit eşyaların dışındaki hususlara gelince, meselâ yeni şartlara intibak etmek icap edince, birden zıddına döner bu yenilik iştiyakımız. Eskiye talip oluruz hemen; alıştığımız o eski şartların hasretine düçar oluruz. Hele eski ile yeni arasındaki fark, burada bahsi geçtiği gibi çok ile az arasındaki fark gibiyse.

Bir de şu: Eski, yani alışılmış dururken yeniye taliplilik, aslında onun alttan alta muvakkatenliğini de beraberinde getirir. Kısa bir vakit sonra o yeninin yerini bir başka yeninin alacağına inandığımız için kolaycana uyum sağlarız o yeniye. Yeni geçicidir yani.

Yeni bir hayata alışmak demek, en çok da yeni şartlara alışmak demektir. Hele bir de bu şartlar eskisine nispetle daha fazla kıtlığı dayatıyorsa mesele iyice çetinleşir.

İyi ama ya bir yeni geçici değilse? Gelen bu yeni, eskiden bin beterse ve gitmemek üzere geldiği ayan-beyansa?

Yeni bir hayata alışmak demek, en çok da yeni şartlara alışmak demektir. Hele bir de bu şartlar eskisine nispetle daha fazla kıtlığı dayatıyorsa mesele iyice çetinleşir.

İyi ama bu müflis kadın, yeni iktisadi şartlarını dikkate alarak mı yaşıyordur? Ne gezer! Tersine, maddi açıdan zayıfladıkça elindeki paraya, kıymetli maddeye daha bir hoyratça davranmakta, har vurup harman savurmaktadır. Çünkü onun için maddenin bir kıymeti yoktur; bu açıdan bakıldığında materyalist değildir. Maddeyi yüceltmez; madde için yaşamaz. Ama hayatta maddeden başka ne vardır ki!

Bolluk Rahatlık Getirmez

Düşünsenize, vücudunuzu birkaç beden küçük bir kıyafete sığdırmaya çalışıyorsunuz adeta. Ya vücudunuz pes edecektir yahut birkaç beden küçük kıyafetiniz. Giyindiğiniz kıyafet birkaç beden küçük değil de büyükse, işler nispeten daha kolay. Bir şeylerin sarktığını, size birkaç numara bol geldiğini ve işlerin iyiye gitmediğini anlamak için başkalarının nazarlarına dahi ihtiyaç hissetmezsiniz. Bolluk size rahatlık getirmez.

Gene de bolluk, darlığa ve kıtlığa nispetle daha alışılabilirdir tabii ki. Hatta bu bolluk, kendinizden çok etrafınızı rahatsız eder.

Ama ya darlık? Ya kıtlık? İşte o zaman semirmiş bedeninizle birlikte semirmiş nefsiniz, yani sizi siz yapan bütün o itiyatlarınız, tercihleriniz, ahlâkınız, zevkiniz, ben idrakınız nefes alamaz hâle gelir bu yeni kalıp içerisinde. İçine tıkıştırıldığı, hapsedildiği yeni şartların kuşatması altında boğulur. Başka bir şart, yeni bir çıkış kapısı arar.

İyi ama ya böyle bir imkân yoksa? Yoksa da icat eder.

Düşmüşün Hâlinden Düşmüş Anlar mı?

Tuhaftır, düşmüş birinin nefretini, düşmemiş değil, kendisi gibi bir başka düşmüş daha çok celbeder. Acaba niçin?

Kişi elbette mazisini zaten biliyor ve oraya hasret duymaya devam ediyordur ama bir başka düşkün ona şimdiki hâlini hatırlatıyordur; yani görmek, idrak etmek ve kabullenmek istemediği vaziyetini. İnsan en çok aynaya bakmaktan nefret eder; kendini her nasılsa aynen öyle görmekten yani. O yüzden günlük bakım esnasında da, makyaj yaparken de insanlar kendilerine değil, o ân bedenlerinin hangi kısımlarıyla alâkadarlarsa oraya bakmakla iktifa ederler. Evet, insan karşısına geçtiği aynada bile kendisine bakmaz; bakamaz.

  • Bu sebepten kendisini New York’tan tanıyan, yeni dul kalmış ve Paris’te yapayalnız ve çaresiz yaşayan bir kadının arkadaşlık davetini küstahça bir üslûpla reddeder. Öyle ya, o kişi, eski dünyasına ait bir hakikattir ve onunla teması sürdürdüğü müddetçe kendisine eski şartlarını hatırlatmaktan başka bir şey yapmayacaktır.

Demek ki zannettiğimiz gibi bizi biz yaptığını düşündüğümüz şeyler zihni hakikatlere değil, kimi hissi kabullere dayanmaktadır ve bu hissi kabullerin de zahiri hakikatle birebir bir irtibatı bulunması icap etmeyebilmektedir.

Yalnız ve çaresiz biri bile başka yalnız ve çaresizi, kendi yalnızlığı ve çaresizliğine hapsetmekten çekinmez. Onunla en fazla eğreti bir alâkaya müsaade eder. Belki de yılların getirdiği o itiyat şartlarının bozulması, insanı kendisi de dahil her şeyle benzeri bir eğreti irtibata mecbur kılar. Sahip olunan kaybedilmiş, yeni durumda bulunansa henüz tamamıyla sahiplenilmemiştir; sahiplenilemezdir de hatta. Çünkü biz eşyayı da ve hatta zatımızı da uzun yıllara dayanan şartların muvacehesinde sahipleniriz.

İnsanın maddiyatı esas addetmesi için hodbinlik şart.

Düşmenin Tesirini Seviyesi Değil, Mesafesi Belirler

Zengin Kalkışı, bizim bilmediğimiz, hakkında pek az şey bilmemize rağmen haset ve hasret hisleriyle bakakaldığımız bir dünyadan, nispeten bildiğimiz bir dünyaya gelen orta yaşı geçkin bir kadının yeni yaşama şartlarına intibak sürecini resmeden bir film. Hayır, kıt-kanaat seviyesine düşüş değildir bu. Ne münasebet, filmde hikâyesi anlatılan kadın, en yukarılardan yuvarlandığı hâlde düştüğü yer, pek çoğumuzun büyük bir iştiyakla çıkmak isteyeceği bir yer. Ama gene de bu değişimin mesafesini, yuvarlanılınca durulan yerin iktisadi şartları şeklinde anlamak yerine, bu iki noktanın arasındaki mesafe tarzında kavradığımızda meselenin vahametini daha esastan idrak ederiz.

  • Amerikan hayali dendiğinde hepimiz bir yükseliş hikâyesi anlarız ve madalyonun öbür yüzünü görmezden gelmeyi tercih ederiz: Amerikan kâbusu!

Tuhaftır, Amerikan kâbusu dendiğinde de nedense ekseri meseleyi fert değil de cemiyet plânında anlamaya meylederiz. Zengin Kalkışı, o meşhur Amerikan rüyası masalının birden nasıl da kolaycana Amerikan kâbusuna dönüşebileceğini, bu sürecin de aslında ne kadar kolay olduğunu, cemiyet değil fert plânında tasvir eden ibretengiz bir tahkiye. Bir insan üzerinden materyalizmin iç sefaletinin teşhiri adeta.

Materyal yoksa materyalizm bile insanı terk eder.