Putin’in İslam Dünyasına çağrısının arka planı
Petrol ve doğal gaz üreticisi ülke olarak sahip olduğu doğal enerji kaynaklarını bugün şantaj olarak kullanan Rusya için OPEC üyesi Müslüman ülkelerle ilişkileri iyi tutmak Batı’ya karşı verdiği mücadelede stratejik öneme sahiptir. Bu bilinçle de Putin sık sık İslam’ın âdil düzen, adâlet gibi mefhumlarına atıfta bulunarak Batı’ya karşı İslam Dünyasını yanına çekmenin planlarını yapıyor. Putin’in bu çıkışı elbette samimi bir düşünceyi değil, şartların zorladığı bir çıkış yolunu ifade eder.
Huntington’ın “Medeniyetler çatışması” teorisinde İslam; hem Batı’nın (ABD) başını çektiği Hıristiyan medeniyetine hem de Rusya’nın başını çektiği Ortodoks inancına düşman olarak gösteriliyor. Bu sebepten de Huntington, Rusya’yı hem İslam dünyası hem de komşu Müslüman devletlerle her türlü çatışmaya dâhil etmeye çalışmanın, ABD’nin çıkarına olacağını savunuyor. Rusya ise dünden bugüne gelen dış politika anlayışında, İslam dünyası ve Müslüman ülkelerle iyi ilişkiler kurmayı her zaman önemsemiştir.
Dış politikada Sovyet mirası
Özellikle Putin’in iktidarı döneminde Rusya; kendisini Sovyetler Birliği’nin maddî-manevî mirasçısı olarak görmeye başladı ve Ukrayna savaşı ile birlikte bu “mirasçılık” ruhu kendini daha belirgin hissettiriyor. Batı ile ipleri kopma noktasına gelen Rusya “Yeni Soğuk Savaş” olarak tabir edilen mevcut dönemde, dış politikada “Sovyet mirası”nın emarelerini gösteriyor. Putin’in ve Rus diplomatların demeçlerine ve davranış modellerine baktığımızda bunun yeni bir süreç olmadığını, eski Soğuk Savaş zamanındaki sürecin devamı olduğunu gözlemliyoruz.
Peki, İslam faktörü ve İslam dünyası ile ilişkiler, Soğuk Savaş dönemi Sovyet dış politika anlayışında nasıl kullanıldı ve bugün o tecrübe nasıl tezahür ediyor?
Tatar diplomatlarla ilk açılım
Sovyetler Birliği’nin kurulduğu ilk yıllardan itibaren, Bolşeviklerin gözünde Müslüman ülkeler sosyalizme geçebilecek potansiyel bölgeler olarak görülüyordu. Bu yüzden henüz iç savaş bitmeden Rusya’nın başını çektiği Sovyetler Birliği, Müslüman ülkelerle yeni bir ilişki kurmak için çoğunluğu Tatar kökenli diplomatları bu bölgelere gönderdi. 1921’de İngiltere-Rusya nüfuz alanının sürekli çatışma halinde olduğu İran’a, Tatar kökenli Karim Hakimov konsolos olarak gönderildi.
“Kremlin’in Arap Veziri” olarak ünlenen Hakimov, sadece iki ülke arasındaki diplomatik ilişkileri geliştirmek için değil aynı zamanda İran’daki sol işçi kesimini örgütleyecek çalışmalar da yapacaktı. 1926 yılında Abdülaziz bin Suûd’un kendisini “Hicaz ve Necd Kralı” ilan etmesinden 40 gün sonra Sovyetler Birliği, Kerim Hakimov’u Riyad’a gönderdi ve bugün Suudi Arabistan olarak isimlendirilen Suud Krallığı’nı ilk tanıyan ülke olduğunu gösterdi.
1920’lerde ve 1930’ların başında Sovyet yetkilileri, dış politikada Müslüman din adamlarını ve kanâat önderlerini de aktif olarak kullandı. Aynı zamanda, SSCB yetkilileri, Doğu’nun Müslüman ülkelerinde bir sosyalist devrimi başlatmanın gerekli olduğu gerçeğinden hareket ederek bu ülkelerdeki muhaliflerle de temas kurmaya çalıştılar. 1922’de Gizli Operasyonel Müdürlüğü’nün bir parçası olarak Doğu Departmanı kuruldu. Dış politika planlarında Mekke’ye özel bir yer verildi. 1924’te Dışişleri Halk Komiseri Georgy Çiçerin konuyu “Mekke’ye girmek bizim için çok önemli bir meseledir” cümlesiyle özetliyordu. Aynı zamanda Mekke, Sovyet yetkilileri tarafından dünyanın her yerinden Müslüman seçkinlerin yılda bir kez toplandığı “sömürge karşıtı kitlelerin” merkezi olarak görülüyordu.
Sovyetlerin hac politikası
1926’da Sovyet Müslümanlarından oluşan bir heyet Mekke’deki Sünnî Dünya Müslüman Kongresi’nin çalışmalarına katıldı ve Sovyet Müslümanları Merkezi İdaresi başkanı Rızaeddin Fahrettin, kongrenin başkan yardımcılığına seçildi. Aynı yıl Çiçerin, Hac farizasını yerine getirmek isteyen Rusya dışındaki Müslümanların, Sovyetler Birliği üzerinden hacca gitmelerini kolaylaştırmak ve seçilmiş bazı Sovyet Müslümanlarını siyasî ajan olarak Hacca göndermeyi önerdiği bir projeyi, Politbüro’ya sundu. Bu teklif üzerine SSCB Dışişleri Halk Komiserliği; İran, Cidde, İstanbul, Sincan ve Afganistan’daki konsoloslarına yabancı hacılara pasaport verme yetkisi verdi.
Sovyet dinî idarelerin dış politikadaki rolü
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İslam faktörü; Batı sömürgesinden kurtulmuş Müslüman ülkeleri SSCB›nin etki alanına çekmek için kullanıldı. 1960›larda ve 1980›lerde Sovyet yetkilileri, Arap ülkelerinden Müslüman dinî liderleri sık sık Sovyet Müslüman Cumhuriyetlerine davet ederek, bu ülkelerin ne kadar geliştiğini ve ibadet özgürlüğünün olduğunu göstermeye çalıştı. Hatta bu yüzden birçok camii bu ziyaretler için sırf göstermelik olarak ibadete bile açılmıştı.
1962’de Taşkent’te gerçekleştirilen SSCB Müslümanları konferansı sırasında dört Sovyet Müslüman Dini İdaresi tarafından ‘Uluslararası İlişkiler Departmanı’ kuruldu. Ortaya çıkan yeni süreçte Sovyet Müslüman din adamları, Arap ülkelerini ziyaret ederek, SSCB’de yaşayan “din kardeşlerinin” komünist rejimde ne kadar mutlu olduklarını, geliştiklerini ve özgürce dinî ibadetlerini yerine getirdikleri masallarını anlattılar.
İslam dünyası ile ilişkilerde İsrail karşıtlığı
Sovyetlerin Müslüman ülkelere olan “sempatisi” ve “dayanışması” 1956’da patlak veren İkinci Arapİsrail Savaşı’nda kendini daha açık bir şekilde gösterdi ve SSCB bu savaşta açıktan Mısır’ı destekledi. Hatta Sovyet Müslümanlarının dinî idareleri, Mısır’daki dindaşlarını desteklemek için önemli miktarda paralar topladılar ve açık olan câmilerde Mısır’ı destekleyen hutbeler okudular. Ayrıca dinî idareler, Mısırlıların yanında savaşmak isteyen “gönüllülerin” listelerini bile hazırladılar. Özellikle 1967’deki “Altı Gün Savaşı’ndan sonra SSCB, dış politikada İslam ve Arap dünyası ile ilişkileri İsrail karşıtlığı üzerinden yürütmeye başladı.
Resmî Sovyet ideolojisinde, Siyonizm hareketi bir tür burjuva milliyetçiliği olarak görülmesine rağmen Sovyetler Birliği 1948’deki İsrail devletinin kuruluşunu ilk tanıyan ülkelerden biriydi. 1947’de Filistin için Bölünme Planı’nın BM’deki müzakeresi sırasında Yahudilerin tutumunu destekleyen SSCB, 1967’den sonra Filistin Kurtuluş Örgütü’ne (FKÖ) silah tedarikinden tutun da örgüt militanlarının Sovyet askerî eğitim kurumlarında okumasına ve eğitilmesine kadar destek vermeye başladı.
Rusya-İslam dünyası stratejik vizyon grubu
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra başta Yevgeni Primakov olmak üzere Sovyet Dışişleri’nin eski kadroları, İslam dünyası ve Arap ülkeleriyle iyi ilişkilerini sürdürmeye özen gösterdiler. 2006 yılında Tataristan’ın ilk Cumhurbaşkanı Mintimer Şeymiyev ve Rusya eski başbakanı Yevgeni Primakov’un önderliğiyle “Rusya-İslam Dünyası Stratejik Vizyon Grubu” oluşturuldu. Bu atılım, Rusya’nın İslam İşbirliği Teşkilatı’na (İİT) gözlemci üye olarak katılmasının ardından gerçekleştirildi. Geçen sene Cidde’de düzenlenen grubun toplantısında Putin’in mesajı oldukça dikkat çekiciydi: “Rusya’nın pek çok zor konudaki tutumu, İslam ülkeleriyle örtüşüyor.
Moskova hem Müslüman ülkelerle ikili düzeyde hem de İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ile diyalog çerçevesinde dostane ilişkilerin geliştirilmesine büyük önem veriyor.” Putin’in 27-30 Ağustos tarihleri arasında Kazan’da gerçekleştirilen Küresel Gençlik Zirvesi’nde verdiği mesaj da, Ukrayna savaşı sonrası ortaya çıkan yenidünya düzeni ekseninde oldukça ilgi çekiciydi: “İslam dünyası devletleri, daha âdil ve demokratik bir dünya düzeni inşâ etme çabasında, bölgesel ve küresel gündemdeki birçok güncel sorunu çözmede geleneksel ortaklarımızdır.”
Ukrayna savaşanda Müslüman ülkelerin önemi
Modern Rusya’nın dış politika aklı, şu anda Sovyetlerin geleneksel tutumunun izdüşümü gibi gözüküyor. Ukrayna üzerinden hesaplaşılan ve her geçen gün daha da genişleyen Rusya- Batı cephesinde İslam dünyasının tutumu, Rusya için oldukça önem arz ediyor. Rusya-Türkiye ilişkilerinin, tarihte ve bugün çok farklı bir eksende geliştiği için ayrıca değerlendirilmesi gerekiyor. Rusya’nın İslam Dünyası ile ilişkilerinden bahsederken elbette Eski Sovyet ülkeleri arasında olan Müslüman ülkeleri de kastetmiyoruz. Zaten Rus diplomasisinde ve literatüründe de İslam dünyası kavramından bahsedilirken genelde Arap coğrafyası ve Güney Doğu Asya’daki Müslüman ülkelere vurgu yapılıyor.
Rusya için bu ülkelerin kendine olan desteği elbette sadece siyasî açıdan değil ekonomik açıdan da kritik öneme sahiptir. Petrol ve doğal gaz üreticisi ülke olarak sahip olduğu doğal enerji kaynaklarını bugün şantaj olarak kullanan Rusya için OPEC üyesi Müslüman ülkelerle ilişkileri iyi tutmak, Batı’ya karşı verdiği mücadelede stratejik önem taşıyor. Bu bilinçle Putin, sık sık İslam’ın âdil düzen, adâlet gibi kavramlarına atıfta bulunarak, Batı’ya karşı İslam Dünyasını yanına çekmenin planlarını yapıyor.