Okuma oburluğu
Dikkat etmişsinizdir, oburluk fena bir şeydir ama şerrin değil hayrın oburluğu vardır. Zararlı, zaten fenadır ve fazlası ancak daha fena addedilirken hayır öyle mi? Veya müspet? Onun fazlası da her daim müspet ve hayırlı mıdır yoksa zirve noktasına ulaştıktan sonra zıddına mı inkılâb eder? Aynı şey okumak için de cari midir? Belli bir merhaleden sonra okumak da öğrenmenin ve bilmenin değil, cehlin ve unutmanın imkânı hâline gelebilir mi? Zamanımızın insanının oburcasına okuması hangi ruhi kaymaların habercisi?
‘Niçin okuruz’ diye bir soru sorsam herkes için cevap hazırdır: Öğrenmek için.
İyi ama sahiden de öyle mi? Yani biz sadece yeni bir şeyler öğrenmek için veya öğrendiklerimizi pekiştirmek maksadıyla mı okuruz yoksa derinlerde gizli kalmış başka şeyler mi asıl bizi okumanın o engin ve bitimsiz dalgalarına sürükler? Hem zamanımızın insanı neyi bilmiyor ki onu öğrenmeye ihtiyaç hissetsin?
- Demek ki okumak ile öğrenmek arasında farzettiğimiz o tabiî irtibat, hakîkî değil itibarî. Okumak fiilimizin sahici bir amele dönüşmesi için sadece o fiili işlemek hiç de kâfi gelmeyebilmekte. Okumaktan lâyığınca istifade edebilmek için başka şartlara da riayet elzem.
Öte yandan oburluk dediğimizde hemen aklımıza yeme-içme gelmekte; hususen de yeme. Lâtin asilzadelerinin yeme alışkanlıkları ve akabinde de yediklerini çıkarıp tekrar yemeye devam ederek günü tamamlama itiyatları hepimizin malûmu. Öyle ya yemek ve içmek, Rabbimizin bizi bu sefil dünyaya biraz olsun alıştırmak için lûtfettiği hazlardan bir haz iken garip bir şekilde o hazzın vesilesine değil de kendisine yapışabiliyor insan.
Yedikçe yiyesi gelmek
Hâlbuki yeme-içme hazzı belki hazların en aşağısı ama aynı zamanda insanda tesiri en kalıcısı ve hatta en şümûllüsü de. Çünkü yeme-içme hayatiyetimizle irtibatlı; hayvaniyetimizle yani.
Yemek ve mütemmim cüzü içmek, nasıl ki idâmeî hayatın şartı icabı belli bir miktara kavuştuğunda tab’an iktifa edilmesi icap eden bir hususiyeti çoktan aşmış ve hele hele zamanımızdaki gibi her inançtan, her dünya görüşünden insanı kendi sefih itikadına ve sefilleştirici ameline cezbedecek bir mıknatısiyyete ulaşmışken. Hem de yiyeceklerde tabiilik miktarı azalmış, sunilik yiyeceğin tamamını kuşatır hâle gelmişken üstelik.
Belki de yiyeceklerdeki, hele içeceklerdeki bu gayrıtabiilik, insanın kendi tabiatını inkârıyla (haydi bir miktar hafifletelim) yahut tahfifiyle mütenasip bir vaziyet arzetmekte.
Yaradılışından getirdiği ve onu bugünlere kadar salimen taşıyan tabiatından bıkan, aslında o tabiatın kendisine yüklediği vazifeden kaçan zamanımızın insanı, gayrıtabiiyi tabii addeder hâle gelmiş durumda. Modern insanın bir yandan aslî tabiatından uzaklaşarak kendisini sunileştirmeyi canı gönülden arzulaması, öbür yandan tabiatına mugayir ne kadar herze varsa karıştırmaktan geri durmaması, günümüzün en kısa hülâsası âdeta.
İnsaniyetten bıkan insan
İnsan, insan olmaktan bıkmış vaziyette: Kendinden, ailesinden, çevresinden, mesleğinden, meşgalesinden, eşyasından, tabiattan, tabiatüstünden... Neyle irtibata geçiyorsa, kimle muhatap oluyorsa olsun, bir yandan o doymak bilmeyen iştahını kamçılamakta bütün o yaşadıkları, öbür yandan da hepsinden bıktırmakta. Bu bıkkınlığın müsebbibi bizatihi kendisi değil elbette; insaniyetinin beraberinde getirdiği mesuliyeti. Ama insan bu mesuliyeti ile zatiyetini öylesine mahir bir tarzda mezcetmiş ki muhabbetini de, nefretini de, tiksintisini de ikisi arasında müşterekleştirmiş.
Bütün bu bıkkınlıklarını örtebilecek ama aynı zamanda da ne müskirat gibi zararlı, ne de uyuşturucu gibi iptilâ ettirici hususiyetlerden ârî bir örtüye muhtaç. Kamuflâj kıyafeti gibi, ancak dikkatle bakıldığında mahiyetini tebellür ettirebilir bir örtü. Keyfiyeti başka, tezahürü daha başka. Tıpkı spor gibi. Yahut müzik.
Farkındasınızdır, inandığı ne varsa külliyen hepsinden şüphe etmeyi itiyat hâline getirmiş zamanımızın insanının adı konulmamış ne çok dini var: Müzik, spor, dans, kariyer, cinsiyet... Okumak da bunlardan biri. Banka kasasında biriktirilen mücevherat gibi zihne boca edilen nice malûmat... Pek çoğu da faydasız. Ama kısmen olsa dahi teskin edebiliyor ya, ne âlâ.
Batıran can simidi
İşte okumak faaliyeti, tam da burada bir can simidi kurtarıcılığına bürünebilmekte. Delik-deşik bir can simidi ama. Kuşandığınızda sizi denizin üstünde tutmuyor, kurşûnîi ağırlığıyla dibe sürüklüyor âdeta. Öte yandan siz de denizin ortasında, su üstünde kalabilmek için kendinizi emniyete aldığınıza inanmaktasınız. Battıkça batıyorsunuz hâlbuki. Bilgileri öğrenmiyor, sadece yalapşap tüketiyorsunuz.
- Okumanın, öğrenmenin, farketmenin, keşfetmenin ve yeni enginlere kulaç atmanın vasıtası kıymetindeki aziz ve mübarek okuma faaliyeti, bir de bakmışsınız sizi dibe çekmekte; nefsin hiç ışık görmeyen batık dehlizlerinin girdaplarına. Okumak metinde kendini temaşa etmektir hâlbuki. Kendini, etrafını ve ötesini. Ama zamanımızın okuması, en sığ temaşaya bile mâni.
Ayriyeten vurgulamaya ihtiyaç yok. Oburluk, yani bir şeyle belki icabınca ama kararını aşarak meşguliyet, bizatihi fena bir şey. Bir yönüyle cimriliğin tam zıddı bir mevzide vaziyet alan ama öbür yönüyle de nekeslik kadar insanı kendinden koparan, nefsinin en sefil taraflarının kulu hâline getiren bir vaziyet.
Nasıl ki bir obur tıkındıkça sıhhatinin arttığını zannetmekte ve hekimlerin ikazına rağmen gizliden gizliye hem daha sıhhatli, hem de daha uzun yaşamayı teminat altına aldığını farzetmekteyse çok okuyan kişi de daha çok bildiğini ve hatta daha derin anladığını zannetmekte. Hâlbuki boğaza tıkılan ve hemencik yutulan lokmalar nasıl hazmedilemeyip bedende birer yük hâline geliyor ve kişinin bedeni sıhhatini nasıl bozuyorsa oburcasına okumak da aynı şekilde zihnin sıhhatini öyle çürütüyor.
Zihnin ve hissin
Zâten bu neviden bir okumak, anlamaya, anlamlandırmaya, kavramaya, kucaklamaya ve kuşatmaya yönelik zihni bir gayretten çok, bütün bunların tezadını hedeflemekte. Artık anlamamak, anlamlandırmamak, kavramamak, kucaklamamak ve hakikatleri kuşatmamak maksadıyla çok okuyoruz. Nasılsa hemcinslerimizle meseleleri mütalâa ederken beherinden az-biraz haberdar olmamız kâfi.
Kitap okumak böyle iken yazmanın, hele de çok yazmanın ne menem tuzaklara gebe kalabileceğini varın siz tahayyül edin.