Mushaf'a hürmet kültürümüzün bir parçasıdır
Hep söylenen bir söz vardır: “Kur’an-ı Kerim Mekke’de nâzil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı” diye. İstanbul’un makam çeşitliğine ve bu çeşninin beraberinde getirdiği kıraat usûlüne hâkim olanlar bu sözde bir tadilata giderler: “İstanbul’da hem okunmuş, hem de yazılmıştır.”
Mushaf kelimesi lügatte “bir araya getirilip bağlanmış yazılı sayfalar” demek. Kelimenin kökenini Habeşçeye götürenler olsa da Arapça menşeli olduğu daha kabul görmüş. “Sahaf, sahife, suhuf” hep aynı kökten türemiş kelimeler.
Mushaf Hz. Ebubekir (ra) zamanında surelerin bir araya toplanması gerektiği fikrinden ortaya çıkmıştı. Akabinde Hz. Ömer (ra) zamanında ilk mushaf teşekkül etmiş ve Hz. Hafsa Validemiz’e (ra) teslim edilmişti. İslam devletinin hudutlarının genişlemesiyle mushaf ihtiyacının da ortaya çıkması, bu mushafın çoğaltılması gerektiği fikrini hâkim kılmış ve Hz. Osman (ra) devrinde istinsah yani çoğaltma faaliyetleri başlamıştı. Bu mushaflar Hz. Osman devrinde Fatiha ile başlayıp Nas ile bitecek şekilde sure sıralamasına tâbi tutulmuş ve düzenlemeye de “mushaf tertibi” denilmişti. Bu mushaflardan bir tanesi günümüzde Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde (no: 44/32) bulunmaktadır.
Mushaf daha sonra farklı milletlerin edep anlayışlarıyla kültürde de yerini almıştır. Bilhassa Türkler kelâm-ı kadimi barındırdığından, mushaflara çok büyük hürmet göstermiştir. Belden aşağı taşınmadığı gibi, evlerde hususî bir eşyanın içine konularak ismine mushaflık denilmiş ve evin mutena bir yerine asılmıştır. Arapların kesinlikle hürmetsizlik addetmeyerek Kur’an-ı Kerim’i yastık yapıp uzanmalarına mukabil Türkler neredeyse Kur’an’ın bulunduğu mekânda istirahat etmeyi bile âdâba aykırı görmüştür. Osman Gazi’nin meşhur hikâyesinde “mushafın bulunduğu odada uzanıp uyumayıp da sabaha kadar okuduğuna” dair rivayetten tutalım da “sarıklarının içinde âyetler taşıyan” hükümdar ve halktan insanlara rastlamaya kadar bu nevi misaller, Türk toplumunda çok sıradandır.
- Bu hürmet aynı zamanda mushafın yazılışında da tezahür etmişti. Mushaf-ı şerif yazılırken kaliteli mürekkep ve sayfa kullanmak, hata yapmamaya azamî gayret göstermek, mümkünse iyi hattatlara yazdırmak ve mushaf yazılırken abdestli olmak, riayet edilen kideler arasındaydı. Hatta Sultan II. Abdülhamid, bu inceliklere dikkat etmeyen mushafları toplatmış ve yaktırmış; bu nezaketine rağmen hâl fetvasında “dinî kitapları yaktırtmakla” itham edilmişti.
Çoğunlukla yazı için is mürekkebi, kamış veya cava kalemi kullanılırdı.
Yazılacak yapraklar forma hâlinde hazırlanır ve sağ diz dikilerek altlık üzerinde yazılırdı. Bilhassa Osmanlı coğrafyasında çokça bulunan hattatlar içinde Yahya Hilmi Efendi gibi mushaf yazımını bir ayda tamamlayanlar olduğu gibi, Ramazan b. İsmail gibi her gün bir cüz yazmayı âdet edinenler de vardı. Türkler yalnız mushafı yazma konusunda hat sanatını kullanmamışlar; bu mübarek kitabın sanatı tezyin etmesi için tezhip, cilt, ahşap sanatını da devreye sokmuşlardı.
Şimdilerde tıpkıbasımları yapılan eserlere, devlet desteğiyle yeni mushafların yazdırılması neden eklenmesin?