Misâl, B’ilim ve Fikir
Bazı hususları misal üzerinden anlamak ve münasip bir misalle anlatmak ne kadar isabetliyse, her şeyi misal üzerinden ifade gayreti de bir o kadar yanlışa zemin hazırlayıcı vasıfta. Misâl dahi kendine mahsus bir yer ve zaman arar. Gayrı münasip vaziyette ya huzursuzluk çıkarır veya huzuru terk eder. Misâlin istimâli de, yerli yerince tatbiki de ilmin dairesinin içerisinde. Tıpkı hakkıyla soru sormak gibi. Kudemaya göre lâyığınca suâl sorabilmeyi öğrenmek ilmin yarısı, geri kalan yarısı ise sorulan suâlin hakkını vermek. Demek ki ilim soru sormaya mucip merakla başlar, usûlünce soru sormayı öğrenmekle sürüp gider ve sorulan suâle usturuplu cevap vermenin talimiyle tekâmül eder.
İlim bizatihi sonlu ve sınırlı bir mahlûktur. Dolayısıyla elbette bir sonu vardır ama bu vaziyet gene de ilim öğrenmenin sonunun varlığına işaret etmez. İlim sonlu iken talim sonsuzdur. İlmin sonuna vasıl olunduğu intibaı ya ham bir zehaptan ibarettir veya ilmin müsebbibi durumundaki merakın neticelendiğinin işareti. Bu neticelenme de ya hakikattir veya zan. İlmin bir nevi neticesi, onun üstündeki zihnî mertebelere tırmanmakla kabil iken, zannı ise batıla sürüklenmekten başka bir şey değil.
Kişiyi ilimde batıla taşıyan hususlardan bir diğeri de ilim taliminin maksadı. Maksadın seviyesi ve keyfiyeti batıl başlangıcına rağmen kişiyi hakka sevk edebilir de; nadiren ama.
İlmin üstündeki mertebeler ise tefekkür, hikmet, irfan iken bir başka koldan ilerleyen felsefeyi de bu minvalde zikretmeden geçemeyiz.
Kendi hatırı için b’ilim
Aydınlanma’dan itibaren ilmin hem muhteviyatı, hem de maksadı ve usûlü kökten değiştiği için yeni ve daha isabetli bir tesmiye ile bilim, başka bir maksada binaen değil, bizzat kendi hatırı için hem imâl, hem de talim edilegeldi. Akabinde de başka birçok zihnî faaliyet gibi bilim de kendinde başlayıp biten bir maksat için öğrenilir ve öğretilir hâle irca edildi. Böylelikle aynı zamanda kendisinin dışındaki başka bir sahaya hizmet maksadından, yardım ümidinden, kendisinin dışındaki zihnî sahalara dâir kurtarıcılık beklentisinden ve iddiasından da kurtuldu.
Öte yandan “Bir şeyi sadece kendi hatırı için yapmak fena bir şey midir?” diye sorulabilir. Öyle ya, bize göre her şeyin kendine mahsus ama aslen kendiyle mukayyet bir maksadı yokken bu mevzu nasıl mütalâa edilmeli? Her bir şey kendinden üstün başka bir şeye hizmet maksadıyla varken veya var kılınırken, onu zatî maksadının dışına çıkarıp bir tek kendine yöneltmek batılla iştigal midir? Mevzuun ehemmiyetini işaretle yetinelim.
İlim tefekküre mukaddem. Kendi usûlüne muvafık bir tarzda ve kendi üslûbunca ilim, elde bulunan mu’tâdan hareketle meçhûle yelken açmak iken, tefekkür; ilmin kazanımlarını kendisine malzeme kılar ve bu sefer ilmin hem usûlüne, hem de üslûbuna riâyet mecburiyeti hissetmeksizin ama kendine mahsus yollarla ya meçhûle dair farklı istidlâllere girişir yahut yeni meçhûlleri işaret eder. İlim ile fikrin mühim farklarından biri de, ilkinin mümkün mertebe kendi içinde insicamlı tespitlere ulaşma mecburiyeti varken, ikincisinin isabet zorunluluğu taşımaması. Elbette bu, fikrin mesuliyetsizliği mânâsına gelmemekte. Fikrin ayırt edici hususiyeti, bahsi geçen mesuliyetinden çok tesirine dayanmakta.
Ne ki fikir, artık kendisinden başka bütün kelâm nevileri gibi bilimin avucundaki kobay faresi sadedinde. Şuraya dikkat: Bilimin! İlmin değil.
Herkesin hakikat kıstası tek: Varsa yoksa bilim. Hangi milliyete ve itikada mensup bulunursa bulunsun handiyse yeryüzündeki istisnasız herkesin nezdinde bilim her şeye kâdir. Hayır, herkesin böyle düşündüğünü veya ifade ettiğini söylemiyorum; herkesin buna inandırıldığına işaret ediyorum. Bilimin mutlak hâkimiyeti, sanat kadar fikrin de (Felsefenin veya fikir tarihinin tahsilini değil.) kuyusunu kazmaya devam etmede. Namusu ve haysiyeti sıfırlanan sanat gibi fikir de ölmeye yüz tutmuş mesleklerden.
Biz gene de sanata dair de, fikre dair de gayret mecburiyetindeyiz.
Çoban salatası
Yemek ile tefekkür arasında görünenden sıkı bir bağ var diye iddia etsem ne buyurulur? Abartılı bir iddia gibi duruyor, değil mi? Bence de. Ama duruyor sadece; öyle değil.
Buyurunuz teferruata:
Tefekkür için mecburi asgarî malzemeyi biriktirmenin ehemmiyetini işarete hacet yok. Ne ki meselenin mühim tarafı şurada: Biriktirilen o malzeme, zamanında herhangi bir muameleye tabi tutulmaz ve ambardaki vaziyetini muhafazayı sürdürürse keyfiyetinde değişiklik görülebilir. Ya eskimeye, çürümeye, hatta kokmaya başlar o muhafaza edilen malzeme veya bir nefs hilesi neticesinde muhafaza edildiği güya unutulup ambar sahibi tarafından sahiplenilir. Birincisinin ne neviden tehlikelere yol açacağını ekâbiranı zihniyemize bakarak misallendirmek pek kolay.
Aslında tehlikenin sinsisi ikincisi. Çünkü orada aslında ambarda, sahiplenildiğinde her nasılsa öylece durup duran malzeme, adeta mutfakta belli bir tarzda sarfedilen sayü gayret neticesinde sanki doğranmış, haşlanmış, yağda kavrulmuş, ölçüsü muvacehesince su ilâve edilmiş ve icap ettiği kadar karıştırıldıktan ve pişirildikten sonra yemek vakti sofraya getirilmiş, tabaklara konulmuş ve aile efradınca afiyetle yenilip kana karıştırılmış gibi kabûl edilmekte.
Hâlbuki o yemek malzemesinin her biri bir başkasının tarlasından o mutfağa girmiş şeyler. Aşçılık sadece münasip malzemeleri doğru-dürüst tedarik etmek, kesip biçtikten sonra pişirmek değil, kendine mahsus lezzet katabilmektir de. Mütefekkir de aşçı gibi başkasına ait malzemeleri(=fikirleri) sadece alt alta ve usûlünce istiflemek değil, bütün o malzemeyi birbirine muvazeneli bir şekilde katıp, o bütünden yeni bir fikir ortaya çıkarmak mecburiyetinde. Yoksa fikir, çoban salatası nev’inden bir şey olup çıkar. Yahut mutfakta bekleyen malzemelerin zamanla çürümesi gibi başkalarına ait fikirler de zihinde bekledikçe ya çürür yahut zihin sahibi tarafından benimsenir.
Yemek malzemeleri de fikir malzemeleri gibi vaktinden evvel işlenmek mecburiyetinde.
Bedihi hakikatlerden hareketle hakikatin sırrına vukûfiyet kesbetme maksadıyla yürütülen bir zihni faaliyet. Tefekkür bu. Bazen o minvalde o güne değin söylenmeyeni söylemek, bazen söylenmişi yeni bir tarzda dillendirmek, bazen de söyleneni başka bir siyak ve sibak çerçevesinde ifade. Tespitler silsilesi fikir sayılmadığı gibi serapa tenkit de aslen tefekkür kıymeti taşımaz. Tenkit belki tefekkürün hammaddelerinden ancak biri kabul edilebilir.
Öte yandan tefekkürün hakikisi, belki aynı zamanda tesirlisi de tahassüsle harmanlanmışı.
Tahin ile pekmez karışımının bile bir nispet miktarı varken, burada da hadde riayet de şart. Belki meselenin bu veçhesi, Batı tarzı ile Doğu’ya mahsus tefekkürün arasındaki farka denk gelmede: Şairlerin at koşturduğu bütün Doğu milletlerine nispetle, Batı’da şiir ferdî bir keyfiyet barındırır. Doğu’da ise şiir, ilim, fen, sanat, zanaat, tefekkür, tasavvuf, mistisizm, ahlâk, inanç gibi birçok zihnî mahsule sızar.
Modernite sonrası Batı’da şiir gittikçe müstakiliyet kazanmış ve neticede kendinden dahi tecrit edilir hâle getirilmiştir. Elbette farklı miktar ve anlayışlarda, ama Doğu ahâlileri şiiri gündelik eşyalarının üzerine dahi nakşetmeden duramaz. Başka bir ifadeyle, Doğu’da şiir zihnî değil hayatî bir faaliyettir ve başlayıp bittiği yer işaret edilemezdir. O yüzden bizde de tahassüs, hususen de şiir tefekkürle buluştuğunda, daha müşahhas ifadesiyle el ele verdiğinde tesir kudreti taşıyan bir tefekkürden bahsedebilmekteyiz.
Şu, bu, değil, her bir şeyden fazla mütefekkir şaire yahut şair mütefekkire muhtacız. Elbette ilmî müktesebatı kâfi miktarda kuşandıktan sonra.