Medeniyet dilimizi koruyamazsak bir dünya kuramayız ve bu ülkeyi de koruyamayız!
Bugün Batı dillerindeki kelimelerin ortalama yüzde 30-40’ı ortaktır. Üstelik de ortak olan kelimelerin kahir ekseriyeti mefhumlardanm oluşur. O yüzden hiç Fransızca bilmeyen bir İtalyan, Fransızca bir metinle, hiç Almanca bilmeyen bir İspanyol Almanca bir metinle karşılaştığı zaman en azından o metnin neden bahsettiğini anlar! İngilizceden tüm diğer Batı / Avrupa dillerine ait kelimeleri çekip çıkardığınız zaman, ortada İngilizce diye bir dil kalmaz! Böyle bir İngilizceyle ne felsefe, ne bilim, ne de sanat yapabilmek mümkündür!
“Osmanlıca bütün liselerde mecburî olmalı. Arapça ve Farsça da ihtiyârî / seçmeli olarak okutulmalı. Eğer bu yapılmazsa 20 yıl sonra Türkler geçmişlerinden hiçbir şey okuyamayacak hâle gelecekler. Türkiye ya Türkiye olacak ya da bitecek!”
Bu sözler, bir şair, bir sanatçı olarak dilin ufuklarını, boyutlarını, derinliklerini en iyi kavraması gereken bir şaire, bir sanatçıya, Attila İlhan'a ait.
Türk aydınının, özellikle de seküler / sol aydının tipik bir temsilcisi değil Attila İlhan bu konuda. İstisnâî bir örnek, ne yazık ki!
Medeniyet dilinizi yitirirseniz ruhunuzu yitirmeniz de mukadderdir!
İnanılır gibi değil. Değil; çünkü Türk entelijansiyasının özendiği, taklit ettiği hiçbir Batı ülkesinin aydınının kendi medeniyet dilini; dünyaya, eşyaya, hayata bakışını şekillendiren zihin setlerini, duyarlılıklarını, düşünme ve eylem biçimlerini belirleyen medeniyet kurucu dilini metamorfoz yemiş Türk entelijansiyası kadar yok sayan, katledilmesini önemsemeyen vurdumduymaz, duyarsız bir tavır sergileyeceğini düşünmüyorum da, görmedim de 12 yıl Londra’da yaşamış bir yazar olarak. Yine bir Çin aydınının, Meksika aydınının veya Rus yazarının ülkesinin dilinin, medeniyet dinamiklerinin katledilmesine sessiz kalmasını beklemek olmayacak duaya âmin demek kadar absürd bir davranış olur.
Bu ülkede bir lisan katliamı, dil ve kültür soykırımı yaşandı! Dünyanın hiçbir ülkesinde yaşanmayan bir cinayet, bir katliam ve bir soykırım türü bu. Önce bu toplumun medeniyet birikimi, ruhu, dinamikleri inkâr edildi. Tanpınar bunu “kültürel inkâr” olarak nitelendirmişti. Sonra bu kültürel inkâr, yerini kültürel intihara terk etti. Bir toplumun başına gelebilecek en büyük felâket gelmişti: Başına ne geldiğini bilememesi! O yüzden fiilen sömürgeleştiril-e-meyen bir toplumun zihnen sömürgeleştirilmesi, celladına âşık edilmesi, hiçbir direnişle karşılaşmadan hatta güle oynaya gerçekleştirilmişti!
Yaşanan bu inkâr ve intihar süreci, sonuçlarını dilimizin katledilmesinde de gösterecekti kaçınılmaz olarak.
- Önce harf devrimiyle alfabe değiştirildi, Latin alfabesine geçildi. Sonra dil devrimiyle Türkçenin ruhu yok edilmeye, ruh kökleri kurutulmaya, İslâmî kökleri yok edilmeye çalışıldı.
Harf devrimi lafızla, dil devrimi ise mânâyla ilgiliydi. Başka bir deyişle Türkçe, harf devrimiyle bedenini, dil devrimiyle ruhunu yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.
Diller, temelde millî diller ve medeniyet dilleri diye ikiye ayrılır.
Millî diller, bir topluma kelimeleri verir, medeniyet dilleri ise mefhumları ve ruhunu.
Mefhumlar, farklı ulusların aynı dili, duyarlılığı, dünya görüşünü paylaşmasını, dolayısıyla ait oldukları medeniyete kendi özgünlüğüyle yorumlar yaparak katkıda bulunmasını sağlayan kurucu vasıtalardır. Bu kurucu vasıtalarla, bir medeniyeti var eden ilim, düşünce, sanat, estetik, siyaset, iktisat, ahlâk vasatı / habitusu inşa edilir. Medeniyet, kendini yeniler böylelikle ve ruh üfler bütün müntesiplerine.
O yüzden, Batı uygarlığının medeniyet-kurucu iki dili vardır: Grekçe ve Latince. Batıdaki bütün millî dillerin kurucu mefhumları Grekçe veya Latince'den geldiği için ortaktır. İngilizceden, Fransızcadan, Almancadan vesaire Grekçe ve Latince kelimeleri / mefhumları temizlemeyi hiçbir Batılı aydın aklının köşesinden bile geçirmez! Çünkü o zaman İngilizceden, Fransızcadan, Almancadan eser kalmaz. Goethe, Schiller, Herder, Fichte, Hegel, 19. yüzyılda ‘Alman Ruhu’nu inşa eden bir atılım gerçekleştirirken bunu, öncelikle Greklerin ve Latinlerin dünyalarını yeniden-keşfederek (keşf-i kadîm yaparak) gerçekleştirdiler ve burada Grekçe ve Latince, Almancanın inşasında kilit rol oynayan medeniyet dilleri olarak işlev görmüştü.
Aynı şey bizim medeniyet dünyamız için de geçerli. Türkçeden Arapça, Farsça kelimeleri çekip çıkardığınızda düşünce üretecek, sanat yapacak bir medeniyet dili olma özelliğini yitirir Türkçe. Köksüz, ruhsuz, ufuksuz bir paçavraya dönüşür. Ruh köklerini yitiren, kuşdiline çevrilen böylesi bir dille ne dünyanın birikimini anlayabilirsiniz, ne de dünyaya düşüncede, sanatta, bilimde, ahlâkta, siyasette öncülük edecek bir birikim sunabilirsiniz!
Dil meselesi, bir medeniyet meselesidir
- Dünyanın başka hiçbir ülkesinde ben böyle bir katliama şahid olmadım, şahid olunacağına da asla ihtimal vermiyorum.
Bu dil katliamının, düşünce dünyamızı nasıl yoksullaştırdığını ve soysuzlaştırdığını o zamandan bu yana geçen yaklaşık bir asırlık süre zarfında geldiğimiz noktaya baktığınız zaman çok iyi görürsünüz. Bu süre zarfında hem kendi dilimizle irtibatımızı, hem de kendi kültürümüzle, düşünce, sanat ve medeniyet birikimimizle ilişkilerimizi târumar ettiler! Bunu düşman bile başaramazdı! Bugün fazla uzağa gitmeye gerek yok; Şeyh Galip’i anlayabilecek kaç edebiyatçı var bu ülkede? Namık Kemal’i, Ahmet Cevdet Paşa’yı, Abdullah Cevdet’i, Tevfik Fikret’i, Mehmet Akif’i ve hatta hatta Nutuk’u bile anlayabilecek kaç babayiğit var?
Böyle şey olur mu? Dünyanın neresinde görülmüş böyle bir şey? Bugün bir İngiliz çocuğu, Shakespeare’i bile okurken anlamakta pek fazla zorlanmaz. Geçtik bir İngiliz çocuğunu... Murat Belge bir vakitler, 13 yaşındayken Shakespeare’i İngilizcesinden okuduğunu söylemişti! Bir Türk çocuğunun üç dört asır önce yazılmış bir Türk klasiğini Osmanlı Türkçesinden okuyup anlayabileceğini düşünebiliyor musunuz? İnsanın havsalası bile almıyor değil mi?
- Bu ülkenin en temel meselelerinden biri dil meselesidir. Dil meselesi, bu ülkenin geleceğiyle, güvenliğiyle ilgili bir hayat-memat meselesidir.
Ancak bu ülkede münevver falan da olmadığı için bu hayâtî mesele gerçekten ortada kalmış durumda. Dil meselesinde hassasiyetle duran bir takım kişiler de meseleye ırk ekseninde bakıyorlar ve sadece kupkuru, ruhsuz bir Türkçe’nin savunusunu yapmaktan başka bir şey yapamıyorlar.
Oysa dil meselesi, bir medeniyet meselesidir. Meseleyi, medeniyet dili olarak ortaya koyamadığımız sürece dil meselesini asla hâl yoluna koyamayacağımızı; dil katliamının ve dili soysuzlaştırma girişimlerinin temel hedefinin tıpkı Türkiye’nin sekülerleştirilmesi amacına paralel olarak dili, dolayısıyla sanatı, hayatı da sekülerleştirmek olduğunu kavrayamadığımız sürece dilimizi koruyamayacağımızı bilelim.
Devşirme kültürle nereye kadar?
Türkiye’de tabansız, dayanaksız, soysuz bir kültür ve medeniyet değiştirme projesi uygulamaya konuldu ve Türkiye’nin hedefinin Batılılaşma olduğu söylenegeldi.
Ortaya çıkan şey ne peki? Ortaya çıkan şey, yaratıcı ruhunu ve kurucu iradesini yitirmiş, Batılı mefhumların da içini boşaltan üçüncü sınıf bir devşirme kültür. Tarih felsefesi, bize insanlık tarihinde hiçbir devşirme kültürün insanlığa yaratıcı şeyler armağan edebilecek bir performans ortaya koyamadığını gösteriyor ve bunun asla mümkün olamayacağını söylüyor.
Bizim Müslüman olduğumuz zamandan bu yana kullandığımız dil, ırk dili değil, medeniyet diliydi. O yüzden bu medeniyet dilinde büyük sanat, düşünce, müzik ve mimarî eserler ortaya koymayı başardık. Dili, ortak medeniyet havzasında değil de ırk-merkezli kuran toplumlar o dillerini de yitirmekten asla kurtulamazlar. Macarlar ve Bulgarlar ilk aklıma gelen çarpıcı örnekler.
Bugün Batı dillerindeki kelimelerin ortalama yüzde 30-40’ı ortaktır. Üstelik de ortak olan kelimelerin kahir ekseriyeti mefhumlardanm oluşur. O yüzden hiç Fransızca bilmeyen bir İtalyan, Fransızca bir metinle, hiç Almanca bilmeyen bir İspanyol Almanca bir metinle karşılaştığı zaman en azından o metnin neden bahsettiğini anlar! İngilizceden tüm diğer Batı / Avrupa dillerine ait kelimeleri çekip çıkardığınız zaman, ortada İngilizce diye bir dil kalmaz! Böyle bir İngilizceyle ne felsefe, ne bilim, ne de sanat yapabilmek mümkündür!
Türkçeden de bizim ortak medeniyet havzamızın dilleri olan Arapça ve Farsça kelimeleri ve özellikle de mefhumları ayıkladığınız zaman, ortada felsefe yapabilecek, bilim yapabilecek, sanat yapabilecek bir dil kalmaz! Şu an olduğu gibi sap gibi ortada kalırız!
Medeniyet dilimiz târumar edildiği ve Türkçe sekülerleştirilmeye çalışıldığı zamandan bu yana dünya düşüncesine katkıda bulunabilecek bir düşünür çıkarabildik mi? Medeniyet köklerinden koparılan, sekülerleştirilen bir dille yapılacak felsefe ve daha genelde ise düşünce faaliyetiyle biz dünyaya nasıl bir felsefe ve düşünce armağan etmeyi düşünüyoruz acaba? Böyle bir durumda üreteceğimiz felsefe veya düşünce Batılı bir felsefe ve düşünce olacak en fazla.
İyi de bizim burada Batılı, seküler bir düşünce üretmemiz mümkün mü? Varsayalım ki mümkün olsun; bu düşüncenin dünya düşüncesine katkıda bulunabileceğine gerçekten inanıyor muyuz? Seküler Batı düşüncesi yüzyılların ürünü. Bizdeki bu üçüncü sınıf devşirme seküler tecrübeyle seküler düşünce üretmeye kalkışmanın, bizi sekülerliğin vatanı olan Batılıların gözünde komikleştirmekten ve kendimizi hem de bile isteye palyaçolaştırmaktan başka bir işe yaramayacağını gerçekten göremiyor muyuz?
Kaldı ki, birazcık düşünce tarihiyle ilgilenin; o zaman, Rönesans’tan itibaren üretilen Batı düşüncesinin, antik Yunan düşüncesinin yeniden keşfi ve yorumu olduğunu görürsünüz. Ana metinlere gitmenize de gerek yok; sadece Batılı (Türk değil Batılı) ansiklopedilere, örneğin Ana Britannica’ya filan bakın, Yunan düşüncesi ile modern Batı düşüncesi arasında bir “asıl-kopya” ilişkisi olduğunu göreceksiniz.
Yani modern seküler düşüncenin Yunan düşüncesinin kopyası olarak görüldüğü bir durumda, biz Türklerin seküler Batı düşüncesiyle kurduğumuz ilişkinin “kopyanın kopyası” bir ilişki olacağını söylemeye gerek var mı?
Aslını, aslî dinamiklerini yitiren bir dilin kopyalarla uğraşarak orijinal, asıl ve asîl şeyler söyleyebilmesi, dünyaya özgün bir düşünce armağan edebilmesi mümkün mü?
Eğer biz bu ülkede güçlü bir düşünce geleneği geliştirmek istiyorsak bunun tek yolu var: Önce esaslı bir medeniyet tasavvuru ve medeniyet dili geliştirmek, ondan sonra da bu medeniyet tasavvurunun sunacağı yaratıcı ruh ve kurucu irade ile düşünce, kültür, sanat, siyaset ve günlük hayatımıza ruh, heyecan ve dinamizm katacak ufuk çizgisini yükseltmek olmalıdır.
Özetle kendi olamayanlar, asla özgüven sahibi ve hür olamazlar; özgüven sahibi ve hür olamayanlar da başkası bile olamaz; sadece başkalarının palyaçosu ve kölesi olarak yaya ve donakalırlar. O yüzden bu ülkede, dün olduğu gibi yarın da kültürde, sanatta, düşüncede dünyaya özgün şeyler armağan edebilmemizin yegâne yolunun bu ülkede esaslı bir medeniyet tasavvuru geliştirmek ve her alanda güçlü, köklü, kapsamlı, yaratıcı bir medeniyet dili icat etmekten geçtiğini kavramak zorundayız. Başka türlü toplum olarak varlığımızı sürdürebilmemizin bile tehlikeye düşeceğinden hiç şüpheniz bile olmasın!