‘Mazi kalbimde bir yaradır’

HASANALİ YILDIRIM
Abone Ol

Hepimizin kalbinde öyle: Mazi hasret demek çünkü. Çift yönlü bir hasret bu. Bir yönü şimdiden ona müteveccih iken öbür yönü geçmişten geleceğe bakmada. Yaşarken, tam da yaşadığımız o andayken istikbâle, istikbâldeki zaferlere, hazlara, muvaffakiyetlere şimdiden beslenen bir hasret. Şimdi hep tamamlanacaktır. Çünkü her şey biraz eksiktir şimdi de. Şartlar eksiktir, biz eksiğizdir, henüz tamamlanamamışızdır ama elbette tamama erme, dilediğimizce saadete kavuşma ihtimalimiz bâki. O da istikbâlde; ileride, uzak gelecekte. Henüz vakti gelmedi saadetin. Şimdi öyle mi peki? O ne kasvetli şey öyle, amanın. İstediğimiz ne varsa şimdi ve burada değil istikbâlde belki. Mazideki de uçup gitti. Bazılarının hatırası bile kalmadı hasretle hatırlanan. Ama hiçbirisi elimizin altında değil. Hepsi yaşandı ve geçti. Kimilerinin içinde yüzüldü gafletle, kimilerininse yanı başından geçilirken tenezzüle lâyık görülmedi kıymeti bilinmeden.

İstisnalar hariç yaşanan her an tam yaşandığı esnada hazdan mahrum.

Başka bir ifadeyle, ekseriyetle haz tadım esnasında değil, akabinde yaşanılan, hissedilen, farkına varılan bir his. Şimdi onu yaşıyoruz; yani içindeyiz ve onu kaybetmekten uzağız. Galiba hazzın doruğuna, ona tam kavuştuğumuz an değil de ondan uzaklaşmaya başlama merhalesinde ulaşıyoruz. Varlığının bir ucuyla temas hâlindeyiz ama öbür yandan öteki ucu elimizden, avucumuzdan uzaklaşmaya başlamış bile.

Nankörlük abidesi insan hiçbir şeyin kıymetini ona sahipken bilemez; hissedemez. Tabiatımız böyle herhâl. Kıymet, kayıpla mütenasip: Nasip esnasında sahip olduklarımız alelâde iken kaybetmeye başlayınca kıymet kazanmakta.

Ve öteki mahrumiyetler...

Çocukken hele. Düşünsenize, sizin namınıza hep başkaları karar veriyor. Ekseri tasvip etmediğiniz kararlar bunlar. Her ne kadar başta şiddetle direnseniz ve hoşnutsuzluğunuzu dile getirseniz de çok geçmeden pek çoğunun ne de isabetli kararlar olduklarını şaşarak teslim mecburiyetinde kalsanız bile gene de onlar size rızanız dışında dayatıldı ya. Serbestinizi ihlâl etti. Sizi hazdan ya tamamen mahrum etti veya kısmen. Yıllarca büyüklerin dediği oldu hep. Onların istediği gibi olmaya gayret ettiniz ama pek az iltifat gördünüz.

Ebeveyniniz tarafından daima tahdit edildiniz. Daima!

Sınırlayan ebeveyne karşı hissedilen öfke ve hususen de babaya yönelik haset.

Yaşamak: Hasret biriktirmek

Ve siz de içinizde istikbâle dair bir mutlak serbestlik tarlası yeşerttiniz. Gübresi hasret.

Yaşamak hasret biriktirmek demek. Tamahla karışık hasret.

Öyle ya, geçmişte sahip olup da kavuşamadığımız ne varsa hepsi de başkalarının elinin altında. Gün gelecek her birine siz de kavuşacaksınız ama. Ötesi kabul edilemez.

İyi ama mazinin hasret edilesiliği nereden geliyor? Daha doğrusu mazi, aynı zamanda sıkıntı, dert, tasa, mahrumiyet, hatta bazen düpedüz yokluk, kimileyin de eza, belâ ve cefa iken nasıl oluyor da kendisine hasret duyulacak bir kıymet mertebesine kavuşuyor? Hangi hile, yokluğu hayalde bir imkâna dönüştürüyor? Mühim mesele.

Şimdi de maziyle kurulan hayâli veya hakiki irtibat meselesine cemiyet plânında bakmaya çalışalım:

  • Meseleye cemiyet merkezli baktığımızda, yüz yıldır bir türlü rastlaşmak istemediğimiz bir hakikatle burun buruna geliriz. Koca bir devlet kimlerin elinde ve nasıl üç günde, tabiat kanunlarına aykırı bir hızda ve şekilde paramparça edildi? Öyle ya tıpkı insanlar gibi devletlerin de tabii bir ömrü vardır ve emri Hak vaki olunca o devlet dârı bekaya göçer. Ama cinayet öyle mi? Cinayet esnasında siz bizzat kendi veya herhangi bir âletle onun canını alırsınız. Âni bir neticeye hızla ulaşırsınız.

Adam öldürmek ve devlet öldürmek

Devleti Aliyye için de durum aynen böyle. Meydan yerine toplanan ahalinin gözü önünde cellât yahut cellâtbaşı onlara müteveccihen ve bir nümayiş edasıyla suçlunun boynuna ilmiği geçirir, aslî vazifesini yerine getirerek zeminde bir gedik açacak manivelânın kolunu çeker ve idamı gerçekleştirir. Az önce nefes alan cani -veya masum- dili dışarı taşmış bir şekilde havada sallanmakta.

Ne ki biz bu mevzuda hâlen daha bir sarahate kavuşmuş değiliz: Devleti Aliyye’nin idam fermanını hangi hâkim imzaladı? Bilmiyoruz. Cellât kimin çingenesi? Bilmiyoruz ve bu mevzuun üzerinden vakit geçtikçe bilme arzumuz da tükenmiş. Öğrenmek, pişman olmak, övünmek, mazeret üretmek, sevinmek veya üzülmek istemiyoruz. Bu mevzudaki hislerimizi yaşamak veya zaten yaşanmış bu hisleri hatırlamak, en mühimi de onların mesuliyetini üstlenmek istemiyoruz.

O yüzden de rahatlıkla günümüzü gün ediyoruz; ânın yakın hazzına hazırlanıyoruz. Lisanı elinden alınmış, dininin içi boşaltılmış, milli hasletleri kurutulmuş, ahlâkı yozlaştırılmış, şahsiyeti omurgasızlaştırılmış, maarifi gâvurun merhametine teslim edilmiş, zevki yok edilmiş, bütün kıymet ölçüleri bozulmuş ve gıdası bile suniliğe boğulmuş bir cemiyet başka ne yapar ki!

Yarasından habersiz yaralı

Hakiki babamızı reddettik. Öz babamızın babamız olmadığına şeksiz şüphesiz inanmak için nüfusta kaydımızı düzelttik. Ve bütün eski kayıtları ortadan kaldırdık. Kendimize hayâli babalar icat ettik. Şimdinin meşruiyeti için meşru babamızı, Devleti Aliyye’yi hukuken, alenen ve geri dönülmezcesine reddetmekte hiçbir beis görmedik. Meşru babamızı reddederken, gayrı meşrulaştığımızı hesaba katmadık bile. Ondan gelen ne varsa hepsinden kurtulma tutkusu zihnimizi öylesine sarmalamıştı ki reddi mirasla yetinmeyip, reddi ırsa sıvandık.

Demem o ki, cemiyet seviyesinde de mazi kalbimizde bir yaradır ve hiçbirimiz bu yaraya bir merhem arar gibi durmuyoruz. İlmiği boynumuza geçiren, ardından etraftaki kalabalığa dönüp kahraman edalarına bürünen ve akabinde de ayağımızın altındaki zemini kaydıran manivelâyı çeken cellâda gülümsemeye devam ediyoruz. Ayağımızın altından zemin gitmiş ve yağlı urgan boynumuzda ama biz gittikçe daha çok gülümsüyoruz.

Gayrı meşru idam edildiğine inanan bir kahraman edasıyla ölüme meydan okumak tavrıyla bizimkinin hiçbir alâkası yok. Kahraman, nahak yere idam edildiği için kahramandır biraz da. Kahraman ne demek? Ulvi bir dava için zatiyetini feda eden ve şahsî menfaatini hesaba katmayan kişi. Ama tuhaftır biz, ilmik boğazımızı sıktıkça debelenip en azından cellâdımıza son bir tükürük fırlatabilecekken, tıpkı cellâdımız gibi gösterinin tadını çıkarırcasına meydan yerine toplanmış ahaliye dönüyor ve ânın tadını çıkarıyoruz.

Yüz küsur sene evvelki hâlimiz, şüphesiz en fena hâlimizdi. Gelgelelim akabinde yuvarlandığımız, adeta manevi leşimizin yuvarlatıldığı hâlimizden kim, ne kadar müşteki?

Gün geçtikçe sayıları kelaynak kuşlarına yaklaşan inkılâp muhalifliğine de zıt kanattaki paşacılığa da bir de bu zaviyeden bakmak lâzım.

Yoksa yarasından habersiz bir yarayla yaşamaya mı mahkûmuz?