Mahmud Efendi: Gurbet çağında dinin ihyâsı
Mahmud Efendi, dört padişahın huzur hocası, dört mezhebin müftüsü ve Meşîhat-ı İslâmiyye’de heyet-i te’lîfiyye reisi olan, son devrin büyük âlimlerinden Ahıskalı Ali Haydar (Gürbüzler) Efendi’nin (1870- 1960) ümmete hediyesiydi. Ali Haydar Efendi, şeyhi Ali Rıza Bezzaz Hazretlerinin mânevî işaretiyle 1952’de Bandırma’da askerlik yaptığı sırada Mahmud Efendi’yi bularak terkisine aldı. Mahmud Efendi, askerlik dönüşünde şeyhinin tensibiyle 1954’ten 1996’ya kadar sürdüreceği İsmailağa Camii’nde imamlık görevine başladı.
Ali Haydar Efendi'nin ümmete hediyesi
Ali Haydar Efendi, halifesi olarak bıraktığı Mahmud Efendi hakkında şöyle demişti: “(İlahî koruma sayesinde) Henüz Mahmud’umun sol tarafına bir seyyie yazılmamıştır. Mahmud’umun eli benim elimdir. Bende ne varsa Mahmud’uma verdim. Onu sevmeyen âhirette beni göremez.”
Mahmud Efendi’nin şahsiyetini, ihlas ile itisamın ürünü firaset kelimesiyle özetleyebiliriz: İhlas ile itisam, Allah’a ve Sünnete tam bağlılık. Kulluğun özü ihlas, ihlasın miyarı da nefsin göz diktiği dünyayı terk. Mahmud Efendi, dünyayı üç talakla boşamış, elinin tersiyle itmiş, ayakları altına almış biriydi. Ali Haydar Efendi, gösterdiği kerametle onu gençken, “İleride hanımın hastalanırsa sakın evlenme, parmağını kımıldatamasa bile evlenme.” diye uyarmıştı. Bu tavsiye üzerine Mahmud Efendi, inanılmaz bir fedakârlıkla üzerine gül koklamadan 30 yıl yatalak hasta olarak yaşayan hanımına bakmış, ancak onun 1993 yılında vefatından sonra yeni bir evlilik yapmıştı.
Onun ahlâkı, insanlar, gençler tarafından nebevî ahlâkın canlı bir örneği, ideal model olarak alındı. Mesela bir genç, gözünün harama kayması tehlikesi karşısında, “Ömründe bir kere bile namahrem bir kadının ne cismine ne resmine bakmış değildi” diye tanınan Efendi’nin takvasını hatırlayarak gözünü korumaya çalışırdı.
Aksülamel yerine amel
Paradoksal bir şekilde Mahmud Efendi’nin hareketi, çağdaş İslâm dünyasını en derinden etkilediği hâlde en az anlaşılan hareket oldu. Bu paradoksun sırrı, Selçukludan Osmanlıya ve Türkiye’ye dek yaşanan büyük dönüşüme vukuf aczinde yatıyordu. Bu büyük resim görülmeden Mahmud Efendi’nin hareketi de anlaşılamaz.
Din ve devlet anlayışı bakımından Türkiye, Osmanlı’nın zıddıdır; dolayısıyla din ve devlet anlayışı bakımından Selçuklu anlaşılmadan Osmanlı, Osmanlı’nın dönüşümü anlaşılmadan Türkiye’nin dönüşümü ve Mahmud Efendi’nin hareketi anlaşılamaz. Selçuklu ile Osmanlı din anlayışlarını medenî (sivil) ile siyasî (politik) olarak, medenî ile siyasî din anlayışlarını da şerîat ile tarikat (sünnet) kelimeleriyle karşılaştırabiliriz. Din, devlete nisbetle şerîat, cemâate nisbetle tarikattır. Din, Mekke’de şerîat olarak nazil oldu, Medine’de tarikat olarak hayata geçirildi. Bu yüzden Mekke fetih, Medine hicrettir. Selçuklu, hicretle sünnet cemaati, Osmanlı fetihle şerîat devletiydi.
Osmanlı devletinin kurucusu Osman Bey ile Malhun Hatun’un nikâhlarını kıyan, Şeyh Edebali’nin müridi Derviş Turgud’un Osmanlı devletine biçtiği ideal, Selçukludan Osmanlıya, medenî İslâm’dan siyasî İslâm’a geçişi temsil eder:
“Bu devlet ve saltanatın zuhûrundan bizim matma‘-ı nazar ve himmetimiz, tevsî‘-i arsa-i İslâm ve takviyyet-i sünnet-i seyyidi’l-enâm olup evkât ü sâ‘âtde cemâ‘âtin ibâdâta ikametleridir. (Bizim bu devleti kurmaktaki bütün beklentimiz ve çabamız, İslâm yurdunu genişletmek ve insanlığın efendisinin sünnetini kuvvetlendirmek olup, vakitlerde ve saatlerde cemaatin ibadetleri ikamesidir.) (Hüseyin 1961).
Osmanlı, bilhassa 1453’te İstanbul’un fethiyle emperyal Roma geleneğinin yörüngesine girmekle yukarıdan aşağıya devlet eliyle toplumu dindarlaştırmaya yöneldi. Medenî toplum (Sünnet Müslümanlığı), siyasî toplumdan (şerîat Müslümanlığı) ayrı ama ona bağımlıydı. Emperyal devletler çağında (Osmanlı) yukarıdan aşağıya dindarlaştırma, ulus devletler çağında (Türkiye) tersine, yukarıdan aşağıya devlet eliyle toplumu dinsizleştirmeye dönecekti.
Şeriat ve tarikatın ihyası misyonu
İngiliz zoruyla hilâfet ilgâ edildikten sonra medreseler ve tekkeler kapatıldı, âlimler ortadan kaldırıldı. İmame kopmuş, tesbih dağılmıştı. Osmanlı’da Tanzimat devrinde dinin çözüldüğü modernleşmeye en güçlü tepki Nakşibendîlikten gelmişti. Namık Kemal gibi aydınların nesilleri etkileyen muhalefet hareketleri bile Süleymaniyeli Ahmed ile Sarıyerli Sadık gibi Nakşibendî şeyhlerinden mülhemdi. Hilafetin ilgâ edildiği fetret ve gurbet çağında da şerîat ile tarikatın ihyası misyonunu Nakşibendîlik üstlendi.
Tasavvufun, Nakşibendîliğin düsturu aksülamel değil, amel, her halükârda dini yaşatmaya yönelik cihaddı. Ali Haydar Efendi, şerîat ile tarikatı cem‘ eden zü’l-cenaheyn âlim şeyhti. Ömer Nasuhi Bilmen ile Mahmud Ustaosmanoğlu, bir bakıma onun şerîat ile tarikatın ihyası misyonlarını paylaştılar. Klasik çağında Osmanlı’nın siyasî gücüyle ilmî ve tasavvufî gücü mütenasipti. Gurbet çağında Fatih yoktu ama Gürânî ile Akşemseddin’e karşılık Ömer Nasuhi ile Mehmed Zahid, Mahmud Sami, Mahmud Efendiler vardı. Bunlar, fincancı katırlarını ürkütmeden, Olimpos’un putlarına sövmeden vazifelerini yapmayı, karanlığa küfr etmek yerine mum yakmayı seçtiler. Bu mum, ışığını nübüvvet mişkatından alıyordu.
- Her daim sünnet üzre firaset ehli
- Mahmud Efendi, bir ara cemaatinin “Mahmudcular” diye anıldığını duyunca çok üzülmüş ve cuma hutbesinde şunları söylemiştir: “Mahmudcular diyorlar. Allah aşkına! Ben yeni bir din mi icat ettim? Rasûlullâh (s.a.v.)’ın günlük hayatta tatbik edilen dört bin küsur sünneti vardır, dördünü terk ettiğimi gören arkamda namaz kılmasın.” Asrın Abdullah b. Ömer (r.a.)’i gibi her ameli sünnete uygundu. Mesela bir eve gittiğinde hemen kıbleyi sorardı. Muhatap, bu sorudan Efendi’nin namaz kılacağını sanırdı; hâlbuki o, sünnet üzere daimî huzur gereğince kıbleye dönük oturmak için bunu sorardı. Bilhassa Mahmud Efendi gibi Allah’ın veli kullarında zirveye çıkan bu ihlas ile itisamın ürünü, Allah’ın nuruyla eşyaya baktıkları mümin firasetiydi. Mahmud Efendi’nin sayısız hâl ve hadisede gösterdiği firaseti, çok sonra anlaşılmıştı. Ancak o nebevî ahlâkıyla asla “Ben size dememiş miydim” diye böbürlenmedi. İnsanlar, “O, dememiş miydi” diye firasetini teslim ettiler. Onun gibi evliyadaki mümin firaseti, varisleri oldukları enbiyadaki fetanetin uzantısıydı. Rivayete göre Lokman (a.s.), nübüvvetin yükünü kaldırmayı göze alamadığı için hikmeti seçmişti. Mahmud Efendi ise gurbet çağında nübüvvet verasetinin yükünü kaldırmayı göze aldı. Muayene eden doktorlar, bu ağır yükün onda bıraktığı tesir karşısında hayrete düştüler: “Bu zatta iki asırlık insan yorgunluğu var.”
Küllî sünnetin ihyası
Buna göre din, şerîat ve tarikatta tecessüm eder. İlim amelde, hüküm edebde, şerîat tarikatta içkin olduğundan, din sünnetten ibarettir. Ali b. Ebî Talib ve Abdullah b. Mes‘ûd gibi sahabe radıyallâhü ‘anhüm başta olmak üzere Hasan Basrî, Saîd b. Cübeyr, Süfyan Sevrî, Süfyan b. Uyeyne, Abdurrahman Evzâî, Fudayl b. Iyaz, Sehl Tüsterî, Abdullah İbnü’l-Mübarek, Ahmed b. Hanbel, Ahmed b Ebû’l-Havârî gibi tabiin ve sonraki neslin sûfîleri, imanın ancak sünnete uygun niyet, amel ve kaville hayata geçirildiğini şöyle ifade etmişlerdir:
Paul, Yahudiliğin yaşadığı teodise krizinin tesiriyle, Hıristiyanlığı şerîat ve tarikattan arındırarak iman ve ahlâka indirgedi, böylece dinden külte dönüştürdü.
İman ve ahlâk, dinin özü, şerîat ve tarikat, hüküm ve edeb olarak o özün şekle bürünmesidir. Dolayısıyla iman ve ahlâkın şerîat ve tarikatta tecessüm etmediği bir dinin külte dönüşmesi mukadderdi. Cumhuriyet rejimi, şerîatı hükmen (de jure), tarikatı (sünnet) fiilen (de facto) ilgâ etti. Bu gelişme, Müslümanların din anlayışlarını dört uca düşürdü:
İslâmcılık: İskilipli Âtıf’ın temsil ettiği şerîatçılık olarak İslâmcılık.
Sünnetçilik: Sünneti yaşayış tarzından ziyade “Ehl-i Sünnet vel Cemaat Akidi” denen inanış tarzı olarak savunmak.
İmancılık: “İnançsızlığın dünyayı kapladığı bu çağda önceliğimiz, imanları kurtarmaktır” anlayışı.
Ahlâkçılık: “Dinin özü şerîat değil, ahlâktır. Aslolan dindarlık değil, ahlâklı olmaktır” şeklinde Nurettin Topçu ile ilahiyatçıların savunduğu anlayış.
Bunlardan ilk ikisini oluşturan İslâmcılık ve Sünnetçilik, din ve sistem açısından risk taşıyan tavırlardı. Sistem açısından riskleri, dönüştürmeye talip oldukları için sistemle çatışmaktı. Nitekim Ali Haydar Efendi’nin arkadaşı İskilipli Âtıf bunun bedelini ilk ve en ağır şekilde ödeyen oldu.
Akidevî Sünnetçiliğin dine ve sisteme arz ettiği risk daha inceydi. Sünneti inanış, görünüş ve yaşayış tarzı olarak üç (akidevî-sûrî-amelî) boyutuyla bir bütün olarak almak yerine “Ehl-i Sünnet ve Cemaat Akidi” denen sadece inanış tarzı olarak savunan cemaatler, bilerek veya bilmeyerek toplumu İslâmî dönüştürme uğruna küllî sünnetten tavizin getireceği yozlaşmayı göze almışlardı. Zîra Hz. Ali (r.a.) gibi sahabe ve ulemanın ifade ettiği gibi iman, sünnete uygun amelde tecessüm ederdi. “İnandıkları gibi yaşamayanlar yaşadıkları gibi inanırlar” kâidesince, amelî sünnet olmadan akidevî sünnet korunamazdı.
- Emr-i bi'l maruf sırrı
- Mahmud Efendi, şeyhi Ali Haydar Efendi’nin sözünü sıklıkla nakl ederdi: “Dîn-i Mübîn-i İslâm’ın devam ve bekâsı, emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münkerin devam ve bekâsına, Dîn-i Mübîn-i İslâm’ın inkırazı ise emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkerin terkine bağlıdır.”
- Emin Saraç Hoca Efendiye göre Mahmud Efendi, Ali Haydar Efendi’nin bu idealini hayata geçirmişti: “Ali Haydar Efendi’nin muradını Mahmud Efendi hayata geçirmiştir, çünkü Ali Haydar Efendi’nin tek arzusu, ilmin yayılması ve sakal, cübbe, şalvar ve çarşaf gibi İslâm şiarının canlanmasıydı.” Ali Haydar Efendi’nin ideali, Derviş Turgud’un Osmanlı devletine biçtiği misyonla birleştirilerek daha iyi anlaşılabilir:
- Tebliğ (emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker) İhya (Sünneti ihya) İkame (Cemaati ikame)
- Bu formül, ancak dinin mahiyetine vukufla anlaşılabilir. “Allah’ın emri Peygamberin kavli” sözü, dinin evrensel bünyesini yansıtır. Vahyi, “kim, ne, nasıl” sorularına karşılık olarak din, şerîat, tarikat (sünnet) diye üçe tefrik ve tarif edebiliriz:
- Din: “kim emr etti” (Allah, buyuran)
- Şerîat: “ne emr etti” (ilim, hüküm)
- Tarikat: “nasıl emr etti” (amel, edeb)
Ne ideoloji ne de kült
Cumhuriyet devrinde laik rejime tepki olarak doğan mezkûr dört din anlayışından ilk ikisinin (İslâmcılık ve Sünnetçilik) dini ideolojiye, diğer ikisinin (İmancılık ve Ahlâkçılık) dini külte dönüştürmesi mukadderdi. O yüzden Ali Haydar ve Mahmud Efendiler, zor olan nebevî ıslah yolunu seçtiler. Aslında nebevî küllî Sünnetçilik yolu, hem zor hem kolaydı. Zorluğu, fıtrattan uzaklaşmış, sekülerizme batmış bir çağda insanları dönüştürme zahmetinden, kolaylığı ise din ve sistemle çatışma riskinden uzak oluşundan kaynaklanıyordu. Diğer cemaatler, bir taraftan sistemi dönüştürme iddiasıyla potansiyel olarak sistemle çatışmayı, diğer taraftan sünneti akideye indirgemekle ideolojiye dönüştürmeyi ve bizzat yozlaşmayı göze almışlardı.
Yani bunlar, bir taşla iki kuş kaybederken, Ali Haydar-Mahmud Efendiler, tam aksine bir taşla iki kuş vuracaklardı. İsmailağa, hem sisteme talip olmayan, tamamen sivil, marjinal bir cemaat görüntüsüyle sistemle çatışmaya girmeden işleyecek, hem de nebevî küllî bir hayat ve inanç tarzı olarak sünneti ihya ile dinin ideoloji ve külte dönüşmesini önleyerek özlenen ümmet-i Muhammed’i yetiştirecekti. İnsanın asl-suret-siretten (inanış-görünüş-yaşayış) oluşan üçlü yapısına karşılık, din olarak sünnetin de üç boyutu vardı: Akâid, şemail ve siret denen inanış-görünüş-yaşayış tarzı.
Ali Haydar-Mahmud Efendiler, sünneti bu üç boyutuyla bir bütün olarak ihyaya yöneldiler. Bunlardan şemail denen sakal, sarık, cübbe, çarşaf gibi kadın ve erkeğin suretiyle ilgili sünnetler, İbnülemin Mahmud Kemal’in “Sûretin sîretine şâhiddir / Başka şâhid aramak zâiddir” diye ifade ettiği gibi, şeire (şeâir kelimesinin müfredi) denen kimliğin alameti, sembolüydü. Dolayısıyla fıtrattan uzaklaşmış modern toplumda bu sünnetler göze batacak, Mahmud Efendi, “sakala, çarşafa takmış” ithamlarına, bunlara uyanlar da “çember sakallı, kara çarşaflı” tahkirlerine maruz kalacaklardı.
Allah sevdiğini sevdirir
Ancak Mahmud Efendi, bu tezvirata aldırmadan, ilahî nusretten kaynaklanan inanılmaz bir azimle yoluna devam etti. Rasûlullâh sallellâhü ‘aleyhi ve sellemin gösterdiği istikamette sünneti ve cemaati ihya etmeyi, bilkuvve ölmüş bir topluma fıtratın diriltici nefesini üflemeyi son nefesine kadar sürdürdü. Rabbü’l-‘Âlemin, Allah yolunda örnek cihadının, ihlasının semeresi, mükâfatı olarak onun sevgisini müminlerin kalbine nakşetti. Mahmud Efendi’nin mahşerî bir kalabalıkla kılınan cenaze namazı tarihe geçti. Dünyadan ve yurttan cenaze namazına gelemeyen erkekler ve katılamayan kadınları da eklediğimiz de rakamın büyüklüğü ortaya çıkar.
Milyonlarca insanın çoğu, Mahmud Efendi’nin cemaatinin mensubu değildi. Kot pantolonlu gençler, cenaze namazından sonra dağılırken “Bir daha onun gibi biri yeryüzüne gelmez, hayattayken kadrini bilememişiz” diye burukluklarını dile getiriyorlardı. Belki birçok insan, ancak vefatından sonra onun gibi, “Zamanın Cüneydi”, “Vaktin Bayezidi”, “Zamanın Abdülkâdiri” denecek büyük bir veliyle aynı çağda yaşadıklarını fark etmişlerdi. Demek ki Mahmud Efendi, Akşemseddin gibi Müslümanların etrafında birleştiği bir manevî kutup olmuştu.