Kim Gibi Düşünüyoruz, Kim Gibi Hissediyoruz?
Korona vesilesiyle sanal âlemde bol bol şahitlik ettiğimiz bir ifade tarzı var. Bu ne idüğü belirsiz hastalığa birisi yakalanıp da şifa bulunca ağzına gelen ilk söz şu: “Koronayı yendim.” Bizimle aynı dilde konuşan ama galiba bizimle aynı dili konuşmaktan başka hiçbir ortak paydamızın bulunmadığı insanlardan bu sözü duymak pek de şaşırtıcı değil. Ama mütedeyyin insanlar da artık hastalığı ‘yenmeye’ başladı. Ve Rablerine teşekkür etmeye. Hani mümin için dünya bir imtihan yeriydi ve hastalıklar da bu imtihanın bir cüzüydü?
“İnsan her şeyin ölçüsüdür.”
Zaman zaman duyduğumuz ve her işittiğimizde, içimizden gelen bir yönelmeyle hak vermeye meyleder gibileştiğimiz bir söz. Öyle ya, İslâm da insanı eşrefi mahlûkat saymıyor muydu? Demek ki bu söz de kendi meşrebince aynı hakikati ifade ediyor.
Hiç de değil!
Bırakalım felsefenin uçsuz-bucaksız enginliklerinde gezinmeyi, düşünce tarihini yalapşap karıştıran biri bile bu sözün Protagoras’ın maksadının dışına taşırıldığını ve Avrupa Aydınlanması’ndaki yerini ve hatta hümanizm anlayışındaki değerini rahatlıkla ayırt eder. İlk ânda masum gibi görünebilen bu meşhur kabule birisi meyletmeye başladığında, yani her şeyin ölçüsünü insan kabul etmeye hazırlandığında, o güne kadar yüzlerce, hatta binlerce yıl her şeyin ölçüsü kabul edilen başka bir kıymet mikyasının yerine insanı ikame ettiğinin ne kadar farkındadır acaba?
İster pagan olsun isterse Hıristiyan, ister putperest olsun isterse Yahudi, farketmez; Avrupa’da da, dünyanın başka yerlerindeki gibi insanın hayatını belirleyen, yöneten ve yönlendiren esas umde tarih boyunca inançlardı; hak ve batıl dinler ve yüzlerce farklı inanç. “İnsan her şeyin ölçüsüdür.” dediğinizdeyse aslında Avrupa’daki gibi “İnsanın hayatını belirleyen merkezi umde makamındaki kiliseyi bu tarihi vazifesinden tardediyor, yerine insanın kendisini koyuyoruz.” görüşüne taraf oluyorsunuz. Bilindiği gibi kiliseyle başlayan bu tard faaliyeti, nihayetinde bizatihi dine de teşmil edilecekti.
Bugün bir müslümanın, canı gönülden her şeyin ölçüsünü insan saydığında, dehşetengiz bir gaflet içerisinde aslında ne haltlar karıştırdığını ise anlayışınıza havale ediyorum.
Sözler Tarihleriyle Vardır
Sözler masum değildir ve bizim sığ idraklerimizle sınırlanamazlar. Hele böylesi, belirli tarihi kıymetler taşıyan, o kendine mahsus tarihinden, çerçevesinden ve sibakından koparılarak tasavvur edilemeyecek sözler... Böylesi sözler dil ile ikrarımızdan çok daha fazla derunumuzdakini dışavurur, açığa çıkarır çünkü; açık eder hatta. Benliğimizin bir tarafı, öbür tarafına suçüstü yapar adeta. Dil ile neyi ikrar etmişken kalp ile asıl neyi tasdik ettiğimizi resmeder.
- Abartı mı geldi size bu tahlil? Öyleyse bir de şu misale buyurunuz:
- Son yıllarda pekçok kere şahitlik etmişsinizdir; hususen de sanal âlemde.
- “Kanseri yendimmm!”
- “Ben de koronayı yendim.”
- “Annem çok çekti ama sonunda falanca hastalığı yendi.”
Hakikaten veya kalben Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği azalarına lâfım yok. Onlar bildiklerini okumakta serbest. Ama bir müslüman böyle bir cümle kurabilir mi? Kanser de, korona da, tıpkı öteki binlercesi gibi birer hastalık, öyle değil mi? Hani mümin için dünya bir imtihan yeriydi ve hastalıklar da bu imtihanın bir cüzüydü? İmtihandaki birinin, bu imtihanın bir kısmını yendiğini iddia etmesi, böyle bir şeyi tasavvur edebilmesi ne demektir? Bir mümin hastalığında hastalığa mı yenilmiştir yoksa içinde eza da, ceza da, lütuf da barındıran o büyük imtihanı icabı hastalıkla mı sınanmaktadır? Dolayısıyla hastalığından kurtularak şifa bulduğunda kendisini hastalığı yenmiş kabul edebilir mi? Hem siz hiç herhangi bir hastalığa yakalanmış birinden “Filânca hastalığa yenildim.” cümlesini duydunuz mu? Yenilgisi olmayan bir şeyin zaferi nasıl oluyor acaba?
Üstelik hani hastalığı da, şifayı da verene şükür mesuliyeti? Hiç düşündünüz mü, hastalığı yendiğinizi iddia ettiğinizde, sizi o hastalığa duçar ederek imtihanını sürdüren Yaratıcınız’a ne demiş oluyorsunuz? Ne dediğinizin farkında mısınız? Hayır da şer de A...h’tandı hani? Böyle inandığınızı beyan ediyordunuz.
Kime Teşekkür Edilir?
Hastalığı yenenlerden bazıları, âlem mümin görsün diye bir de dua sıkıştırıyor araya: “Koronayı yendim. Sana teşekkür ederim A...h’ım.”
Sadece sözler mi ehemmiyetli? Şükür ve teşekkür misalindeki gibi tabirler de yerine göre pek mühim. Misal: İslâm’da Rabb’e teşekkür değil, şükredilir. Ama koca koca ilâhiyat profesörleri bile rahatlıkla A...h’a teşekkür edebiliyor şimdilerde. Elbette yaman bir gaflet bu. Zaten sorsanız, size güzel güzel izah ederler; “Kula teşekkür edilir, Rabb’e şükür...” Demek ki zihnin hâli başka, hissinki daha başka. Belki tevhidin manâlarından biri de bu: zihnin hâli ile hissinkini birle(ştir)mek.
“Yani ne var ki bunda canım? Ha şükür, ha teşekkür. Zaten ikisi de Arapça’da aynı kökten gelmiyor mu?” diyenleriniz var mıdır, bilmem. Ama bütün mesele de burada ya. Kök başka, ağaç başka ve meyve daha başka şeyler. Bir şeyin kökünü hesaba katmadan meyvesini esas aldığınızda veya bir şeyin kökünü esas belleyip meyvesini ihmal ettiğinizde en vahim hatalara zemin hazırladınız demektir. Ağacın mahiyeti de ayrı mesele elbette.
- Demem o ki bir müslüman, bir Hıristiyan gibi Rabb’ine teşekkür edemez. Çünkü onlarınki hem tanrı, hem de insan. Peki ya müslümanınki?
Okullardan, kurslardan veya ailelerimizden aldığımız dini bilgi, sahiden de Rabbimiz hakkında bizde sarih bir kabul tebellür ettirebiliyor mu yoksa kendimizi, içinde bulunduğumuz akışa mı kaptırmakla yetiniyoruz?
Benimkisi hissiyatımızı da, zihniyetimizi de kirleten, hatta tarumar eden yüz yıllık eblehleştirilme faaliyetinin neticelerine dair bir-iki misal. İnsanı ümitsizliğe sürükleyecek kadar misal çok. Şimdi sormak hakkımız değil mi? Yukarıda misalini verdiği gibi düşündüğümüzde ve aynen öyle hissettiğimizde acaba biz kimler gibi düşünmeye ve çok daha mühimi, kimler gibi hissetmeye başlamışız demektir?
Dünyanın başka yerlerindeki insanlar, inanç, din, milliyet veya kültür, hâsılı kendilerini ait hissettikleri kimlikler üzerinden rahatlıkla hissedebiliyor, tasavvur edebiliyor ve ifade edebiliyorken biz niçin hep başkalarının his ve zihin dünyalarına mütenasip hareket etme mecburiyetinde kalıyoruz? Nasıl bir akıl tutulması, nice bir his iptalidir bu? Aheste aheste başka kültürlerin, başka kimliklerin ve başka inançların kucağına doğru kürek çektiğimizi nasıl farkedeceğiz?