Kabil Değiliz Hiçbirimiz
Hepimizin kendimize dair kabulü aynı: Ben Habil’im ama başkaları Kabil. Kötülüğü, yıkıcılığı, tahripkârlığı, kindarlığı, zalimliği; kısaca bütün fena hisleri çevremizdekilere atfederiz. Tabii en başta da yakınımızdakilere: annemize, babamıza, kardeşlerimize ve ahbaplarımıza. Biz ya mağduruz veya mazlum. Ama başkaları ne de zalim! Sahiden böyle mi? Niçin fenalık her birimizi teğet geçip de başkalarında tecelli eder? Niçin böyle sahteyiz?
İster Sümer mitolojisindeki Emeş (Enten) ile Lahar (Aşnan) hikâyesini esas alın, isterseniz Tevrat’taki Kayin ile Hebel hikâyesini, isterseniz de Kur’an-ı Kerim’deki Kabil ile Habil kıssasını, farketmez; esas aynı: İlk insan ve ilk peygamber Hz. Adem’in ilk çocuklarından biri, aynı zamanda yeryüzünde insan kanını döken ilk fert. İki peygamber çocuğundan biri, öbürünü öldürür. İlk katil, kardeş katilidir. Sebep ne peki? İnsanın kendisinden en çok sakladığı, öte yandan onu en kuvvetli bir tarzda, tıpkı bir mengene gibi saran ama tuhaf bir şekilde insanın görmezden geldiği, örttüğü, yoksaydığı hissi: kıskançlık.
- Bu sebep elbette merkezi bir mahiyette ama kıskançlığı da, hasedi de biraz eşelediğimizde farkedeceğimiz husus: Kıskançlık daha çok cinsiyetle irtibatlandırılırken haset, aslında dünyaya aşırı meylin bir tezahürü. Dünyayı avuçlama tutkusunun; dünyayı, yani dünyalıkları... Her ikisinin de ortak noktası: Hayatta kalmak, çok yaşamak, haz içerisinde yaşamak... Kısaca dünyayla bütünleşmek.
Dünya ile bütünleşmemize engel teşkil eden, zahiri bir bakış açısıyla ifade edersek, herhangi bir dünyalığı elde etmemizin önünde duran, ona mâni olan herkese ve her şeye karşı beslediğimiz his haset. Bu hasedin birinde teksifi ise nefret.
Habil, Kabil ve Ötesi
Zatında tanrılık vehmini kurmaktan ve bunun sözde neticelerini etrafında görmekten içtinap etmeyen insan, aslen ne aciz, ne sefil bir varlık. Yaradılışının gayesini ve mahiyetini idrak ettiğinde eşrefi mahlûkat, (Yani Habil...) bunu reddettiğindeyse esfeli safilin. (Yani Kabil.)
Dikkatinizi çekmiştir, yaradılışının hem gayesini, hem de mahiyetini idrak etmeye yanaşmadığı hâlde başkalarına her ikisini de kabullenmiş gibi davranan ferdiyetin bu tasnifte yeri bile yok; münafığın yani. Çünkü biliyoruz ki münkir de kâfir de, mürted de, mülhid de, tıpkı başka din ve inançtakiler gibi hakikat karşısında kesin bir tavır almışlardır. Ama bu tercihlerinin tebellür ettirdiği husus şu: Beheri tövbe edip kendini idrak etme imkânına hâlen sahip; en azından ilkece.
Ama münafık öyle mi? O yeri geldiğinde mümin, yeri geldiğinde münkir.
Münafıklığı hep ‘içi başka, dışı başka’ veya ‘kendini olduğundan başka türlü gösterme’ şeklinde anlarız. Bu anlayış doğru elbette ama bu basitleştirmenin örttüğü bence mühim bir hakikat var: Münafıklık, sıradan bir ikiyüzlülüğün, sureti hakta görünme üçkâğıtçılığının ötesinde, hak ile batıldan herhangi birisini canı gönülden seçememe hâli aynı zamanda. (Tereddüt değil, ötesi.) Başka bir ifadeyle iman ile küfür arasında gidip gelme hâli...
Münafık ruhen de, hissen de, zihnen de kendisini bir o taifeye, bir öbür taifeye ait hissettiği için hak ile batıl arasında sürekli gidip gelir. Ama etrafına, derunundakinden başka bir manzara yansıtmak mecburiyeti hissettiği için de tam manâsıyla teslim olmadığı hakikate tarafmış gibi görünür. Ama kritik ânlarda daima aslına rücu eder: Nifak eker, kin eker, nefret eker. İnsanın mücadeleyle mükellef kılındığı ne kadar zaafı varsa beherini, zihninin kudreti çerçevesinde etrafına saçar.
Tercih ile Tavır
Habil olamayacak kadar insandan uzak, Kabil olamayacak kadar da şahsiyetten mahrumdur münafık. Evet, insanlık tarihinin ilk katili, neticede fena hislerine mağlup olarak kardeşini katleder. Ama dikkatinizi çekerim, münafıktan farklı olarak Kabil, bir tavır almış ve bir amelde bulunmuştur. Onu gayyaya iten bir amel. O amelin kötülüğüne işarete hacet yok ama münafık ancak bozan, bozgunculuk çıkaran biri iken Kabil yıkan, tarumar eden, tahrip eden bir mizaç. Biri içindeki fena hislere mağlubiyetine mütenasip bir tarzda kötülüğünü bir insanda tekessüf ettirerek bir yoketme aşamasına taşırken öbürü sinsiliğini birden çok kişinin arasını bozacak bir tarzda yayarak onların birbirlerini yoketmesini hedefler.
O yüzden kâfirin fenalığı zahiri iken münafığınki hem çok daha şedit, hem de yıkıcı. Birinde nefretin nesnesi belliyken öbüründe adeta âlemşumûl.
İman, İslâm, itikad, tevhid, küfür... Bu ve benzeri mühim tabirlere dair yekûn tutan bir külliyata sahibiz ama münafığı ve münafıklığı görmezden geliyoruz adeta.
Münafıklık meselesine dair imalifikirden ısrarla kaçındığımız bir tek benim mi dikkatimi çekiyor? Niçin bu mevzuu mütalâa etmekten sakınıyoruz acaba?
Meseleye biraz da ayaklarımızı yere basarak ve zamanımızla irtibatlandırarak bakalım:
Ülkemizde son 15-20 yıl içerisinde hem ateizmin, hem de deizmin hızla arttığı malûm. Acaba bu önlenemezmiş gibi görünen meyle bu çerçeveden bakamaz mıyız? Yani ülkemizin gençleri arasındaki bu yeni modanın hakikatini mülhidlikle veya mürtedlikle izah etmek mecburiyetindeyiz; burası doğru. Ama yükselen bu irtidat vakalarının hissiyatının arkasında bu bahsettiğim manâda münafıklığı farketmemizin vakti gelmedi mi? İçinde yaşadığımız cemiyetin ortak ahlâkıyla da alâkalı değil mi bu mesele?
“Ne Sağcıyım, Ne Solcu...”
Soruyu şöyle soralım da biraz daha canımız yansın: Neredeyse yüz senedir insanımızı itelediğimiz muhit, ister kendimizi dindar hissedelim, ister lâik, bizi bir nevi içtimai münafıklık cenderesine hapsetmedi mi? Öyle ya, insanımıza hem “Sen müslümansın.” diyoruz, hem de itikadına göre değil, Frenkler’den devşirdiğimiz tarzda yaşamasını dayatıyoruz. Cumhuriyet tarihimiz koca bir mürailik maskeli balosundan ibaret değil mi? Ama ne tam manâsıyla Frenkliği yaşamak mümkün bu topraklarda, (En basitinden ezanlar ‘engel’ buna.) ne de müslümanlığı. Yahut Türklüğü. Veya herhangi bir itikadı veya ahlâkı.
- Bu soruya vereceğimiz cevaplar, ülkemizin istikbali kadar insanımızın itikadını da, ahlâkını da tayin edecek mahiyette.
Yüzyıldır Kabiller, Habiller’in canına kastetmede bu ülkede. Canının derdine düşen insanımız da “Ne sağcıyım, ne solcu...” mürailiğinde çare aramakta.
İçinde yaşadığımız vasat, en çok münafık yetişmesine imkân tanımakta. Habil olmak da büyük cesaret, Kabil olmak da.
Öte yandan şu acı hakikat de başucumuzda dursun:
Habil de erkek, Kabil de; malûm. İnsanlık tarihi gün geçtikçe Habiller’in azalmasına, buna rağmen Kabiller’in artmasına şahitlik etmede.
Hem erkekler için cari bir vaziyet bu, hem kadınlar için. En başından beri dişi Habiller nadirattandı zaten.
Fakat bir başka zamane modası da sapkınca kadın yüceltmeciliği değil mi?
Ne ifrat, ne tefrit. Bu meseleye bir de buradan baksak. Ne kaybederiz?