Japonya’nın zelzeleleri, Türkiye’nin depremleri!
Japonya; imparatorluğu yıkmadı, Çin’den aldığı alfabesini değiştirmedi, bir kimseyi kurtarıcı ilân etmedi, lâiklikle ilgilenmedi, köklü değerlerine, bir anlamda dinine sahip çıktı. Onlar ilimde fende ilerlerken, Türkiye harf inkılâbı yapıyor, dilini deviriyor, dinî inkılâp için ezanı Türkçeleştiriyor, din üzerinde lâiklik ilkesine dayanarak tahakküm kuruyordu.
Türkiye’de bir deprem vukuunda en çok sorulan sorulardan biri budur: Neden Japonya’da bu kadar zâyiat ve tahribat olmuyor? Kötü yönetilmekten, hükümetlerin beceriksizliğinden, bürokrasiden, belediyelerin vazifesini iyi yapmamasından, müteahhitlerin çalıp çırpmasından şikâyet edilir. Bunların hepsinde hakikat payı bulunabilir. Bu aktüel gerçeklerin temelinde ne vardır peki? Bunu sorgulayan pek çıkmaz. Başlıktaki soruya karşılık vermeden önce şu soruları cevaplamamız gerekiyor: Neden Japonya ilimde, fende, teknikte ileridir?
Cümleyi tekrar kuralım: Japonya bu hususlarda dünyanın sayılı ülkelerinden biridir de Türkiye neden gerilerde kalmıştır?
Hadi Osmanlı’yı bir kenara bırakalım... Cumhuriyet döneminde ilim, fen, teknik, teknoloji… bu kadar yüceltilmesine rağmen neden bu mevzularda yol alınamamıştır?
Cumhuriyet pozitivizmi, müspet ilmi esas almadı mı? Liderin vecizelerinde, konuşmalarında bunlar vurgulanmıyor mu? Resmî ideoloji bu esası -kafamıza vururcasına- sürekli tekrarlamıyor mu?
Bütün bunlar doğru, fakat esas olan söz değil zihniyettir ve uygulamadır.
“Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz” buyurmuş Ziya Paşa üstadımız.
Cumhuriyet’in ilk dönemi için rahatlıkla konuşuyorum: Bu dönemde ilim, fen, teknik konularında ciddi bir merhale katedilememiştir. İlmin sesine kulak verilmemiştir. “En hakiki mürşit” lâfı bir fakültenin alın yazısı olarak kalmıştır.
“Osmanlıyı bir kenara bırakalım” dedik, fakat batı tarzı pozitif ilimlerin Türkiye’ye girişi Osmanlı dönemindedir. Mühendishâneler, tıbbiyeler, sanayi mektepleri-teknik okullar, Cumhuriyetten 100 yıl önce 19. yüzyılın başından itibaren açılmaya başlanmıştır. Osmanlı üniversitesi Darülfünun için 1863’te bir başlangıç yapılmak istendiğinde, ilk ders kimyager Derviş Paşa tarafından verilmiştir. Bu hususta Abdülhamid devrinin ayrı bir yeri vardır.
Darülfünun neden kapatıldı?
Darülfünun daha geliştirilmiş şekilde açıldıktan başka, orman ve madencilik mektebi, ziraat ve baytar mektebi, çoban mektebi, sulama drenaj mektebi gibi öğretim kurumları onun döneminin eseridir. Darülfünun 1900’de tekrar ve uzun soluklu faaliyete geçtiğinde, bünyesinde "Ulûm-i Riyaziye ve Tabiiye (Matematik ve Tabiî ilimler) Şubesi” vardır ki, bu fen fakültesinin nüvesini teşkil eder.
Darülfünun, İstanbul’un işgaline karşı sesini yükseltir, Millî Mücadele’yi destekler. Millî Mücadele’nin önderi Mustafa Kemal’e, fahri müderrislik payesi verir. Fakat bir müddet sonra bunlar kâfi görülmez. Bir ilim kurumu olarak Darülfünun’un, inkılâpları yeterince desteklemediği öne sürülür. Basın, devlet kontrolündedir. Harf inkılâbı gazetelerin muhalefet yapma ihtimâlini, gerçekleri yazma imkânını ortadan kaldırmıştır. Okuyucularına dayanarak ayakta kalacak bir basın mümkün değildir, çünkü okuyucu sıfırlanmıştır. Devlet bütçesinden beslenen basın bu devrin gerçeğidir. Geride ilim kurumu Darülfünun kalıyor!
Darülfünun’un tıpkı gazeteler gibi “büyük kurtarıcı eşsizdir, inkılâplar müthiştir, kurtuluşumuz sırf bundadır” demesi bekleniyor.
Türk basını 1930’larda müthiş inkılâpçıdır! İnkılâpçılık var olabilmeleri için mecburiyettir. Fakat Darülfünun için bu mevzubahis değildir, çünkü “ilmi istiklâl”i vardır. Daha sonra buna “ilim muhtariyeti”, en sonunda da “özerklik” denilecektir. Evet, Darülfünun kendi “Emin”ini yani rektörünü seçecek kadar “özerk”tir.
Darülfünun’u savunan adamı beğenmediler
Darülfünun’u ıslah için (sonra “reform” denilecektir) Avrupa’dan “uzman” getirilir. İsviçreli profesör Albert Malche (Malş) Milliyet’in haberine göre darülfünunumuzu beğenmiştir (8.2.1932). Fakat hocaların ders saatlerini fazla ve maaşlarını az bulmuştur.
Gazeteler zaman zaman Prof. Malş haberleri verirler.
12 Mayıs 1932 tarihli Son Posta’da “Talebenin elinde kitap yoktur. Tercüme ve telif suretiyle ilmi ve fenni eserler vücuda getirmek lâzımdır.” der.
20 Mayıs tarihli Cumhuriyet’te “Darülfünun için ne iyi ne de fena diyemem!” dediği aktarılır. “Avrupa darülfünunlarında içtimai (sosyal) ilimlere çok fazla ehemmiyet verildiği halde İstanbul Darülfünununda bu cihet ihmâl edilmiştir. Profesör M. Malş, Darülfünunumuzda derslerin izah suretiyle verildiği, ilmi taharriyât (araştırma) yapılmadığı iddiası hakkında da şunları söylemiştir: ‘Bu iddia Tıp ve Fen Fakülteleri için varit değildir. Fakat Hukuk ve Edebiyat Fakülteleri bu vesaite malik değildir. Buralarda dersler iddia edildiği gibi yalnız izah şeklinde verilmektedir. Fakat şunu da itiraf etmelidir ki bu fakülte hocaları bu şekil takipte haklıdırlar. Çünkü bugün elde ilmi ve fenni kitaplar mevcut değildir.”
Adam ne demek istiyor? Siz harf inkılâbı yaptınız, eski harfli literatürünüzü iptal ettiniz, Latin harfleriyle hepi topu 900 kitap bastınız, bunlarla ilim olmaz. Yazılı kültür yerine, hocaların sözlü ifadeleri ile yetinmek zorundasınız.”
Malş, neden davet edilmiş olabilir? Muhtemelen yöneticiler, mevcut Darülfünun’un yetersizliği, hatta kötülüğü hakkında ondan bir rapor beklemişlerdir. Malş ise bazı eksiklikler bulmakla beraber Darülfünun’un ıslâh edilebileceği kanaatindedir. Bir müddet sonra gazetelerde başka türlü haberler çıkar. Bunlardan biri Darülfünunun muhtariyetinin kaldırılacağı hakkındadır. Fakat Malş’ın böyle bir görüşü yoktur (17.6.1932 Cumhuriyet)
Malş, sosyal ilimlerin zayıf olduğunu beyan etmiştir ya, gazeteler Darülfünun’da 30 muhtelif kürsünün lağvedileceği haberini yaparlar. “Son tarih kongresi, ıslahat lüzumunu iyiden iyiye kendini göstermiştir.”
“Bazı müderrislerin kongreye hazırlıksız gelmiş olmaları, bir müderrisin hazırlıksız geldiğini, bu mes'eleleri iyice tetkik etmediğini, hatta bir iki müderrisin de kongre münasebetiyle fikirlerini tashih ettiklerini söylemeleri nazari dikkati celbetmiştir. Hükûmet bilhassa edebiyat fakültesinde ıslahat yapacaktır. Bütün fakültelerde 30 kadar kürsünün ilga edilmesi ihtimali kuvvetlidir. Bunların hangi kürsüler olduğu şimdilik malûm değildir.” (Cumhuriyet 17.7.1932)
Ülkenin kaderi 24 yaşında bir kadına emanet
Tarih Kongresi, ilimle ideolojinin bağdaşmazlığını açık olarak ortaya koymuştur. Tarih kongresinde resmî tez, 24 yaşında bir ilkokul öğretmeni hanımla (Âfet İnan), bir tabip (Dr. Reşit Galip) tarafından savunulmuştur. Memleketin üniversitesinde hocalık yapan tarihçiler ise dinleyici mevkiindedir! (Bugüne kadar “bunda bir tuhaflık yok mu?” sorusunu soran inkılâp tarihçisine rastlamadım!)
Darülfünun kapatılacaktır, bu hususta yukarının iradesini açıklamak için sofra müdavimlerinden, kullanışlı bir gazeteci devreye sokulur: Falih Rıfkı (Atay). “Darülfünun” başlıklı yazısı 23 Temmuz 1932 tarihli Cumhuriyet’te yayınlanmıştır.
Darulfünunun büyük suçu: İnkılâbı kafalarda ve ruhlarda yerleştirmemek
“Maarif Vekilimiz Darülfünun işinin Heyeti Vekilede (bakanlar kurulunda) olduğunu söylemiştir. Gazetelere bakılırsa, İstanbul'dan başka Ankara'da ve Şark vilayetlerinin birinde ayrı ayrı üniversitemiz olacaktır. Cumhuriyetin onuncu senesinde ortaya İstanbul Darülfünununu düzeltmek veya yeniden üniversite kurulmak gibi bahisler çıkmasını tabii beklemez ve istemezdik. Fakat Ankara'nın başka bir kafası vardır; zevahire kanmaz ve en çetin mes'eleleri cesaretle karşılamağı bilir.”
“Darülfünunda Türk inkılabı için en iyi yazılmış esere verilmek üzere 5000 liralık bir mükâfatın senelerden beri durmakta olduğunu biliriz. Bu mükâfatın hiç kimseye verilmemiş olması, fikir hayatının pek durgun olduğu hükmünü verdirebilir.”
“Fakat Darülfünun dahi, Türk inkılabına dair on seneden beri henüz bir tek sayfa telif etmemiştir. Darülfünunun memleketin maddi manevi müesseselerinin hepsine dokunan, yepyeni maddî, mânevî bir nizam yaratan Türk inkılabına karşı bu vaziyeti acaba nasıl tahlil olunabilir? Biz ne bitaraflığı ne de kifayetsizliği kabul ederiz. Darülfünun yalnız ilim müessesesi bile olsa, müstesna inkılap zamanlarında ilim müesseseliğinden fedakârlık ederek inkılaba hizmet etmekle, inkılabı kafalarda ve ruhlarda yerleştirmek vazifesini en başa almakla mükelleftir. Kaldı ki Darülfununlar, millidirler. Alman, Fransız ve Amerikan Darülfünunlarında okuyup gelen Türklerin zihniyetleri aralarındaki derin fark nereden geliyor? Paris Darülfünunu Fransız'dır. Berlin Darülfünunu Alman’dır. Kembriç veya Oksford Darülfünunu İngiliz'dir. Türk Darülfünunu bütün medreseli tarafını atarak, Osmanlı tarafını, hatta şehirli tarafını atarak, düpedüz, apaşikâr bir Türk inkılap ocağı olacaktı. İnkılabın nabzı orada vuracaktı…”
İlim değil İnkılâp mühimdir
Burada kısaca şu söyleniyor: İlim değil, inkılâp mühimdir! İlmi bir kenara bırakın, kültürel süreklilikten vaz geçin, şehirli dahi olmayın! Bir de “millî olun” deniliyor. Darülfünun zaten millîdir, bunu Millî Mücadele sırasında da ispat etmiştir. Fakat bunların istediği millîlik sentetik bir millîliktir, “gerçek millîlikten vaz geçin, uydurulmuş millîliği benimseyin” denilmektedir.
‘Devletçi bir hükümet Darülfünunu kendi başına bırakamaz’
Konuyla ilgili devrin meşhur eğitimcilerinden Kâzım Nami (Duru)’nin yazısı da yeterince açıktır. Yazının başlığı “Ne istiklâli?”dir.
“M. Malş, memleketine giderken, gazetelere bazı beyanatta bulunmuştu; bu beyanat üzerine İstanbul Darülfünunu müderrislerinden bazıları, anonimlik arkasına saklanarak, Darülfünun istiklalinden bahsettiler. İstiklal, istiklal! Artık senelerdir Darülfünunluların ağzından düşmeyen bu kelime hezeli bir mahiyet aldı. Anlaşılan bu zatlar bilmiyorlar ki, ‘İstiklal verilmez, alınır.’ Devletçi bir hükümet, darülfünunu kendi başına bırakamaz, çünkü ilmi spekülasyon yapıyoruz diye hükümetin prensiplerini yıkıcı fikirler de neşredilebilir.” (Cumhuriyet 28.8.1932)
Japonları koruyan şey neydi?
Gelelim Japon modernleşmesine ve üniversitesine…
Japonlar da bizim gibi yükseköğretimle ilgili kurumlaşmaya 1860’lı yıllarda başlamışlar. 1868 yılında Keio Üniversitesi, 1877’de Tokyo Üniversitesi, 1882’de Waseda Üniversitesi kurulmuş. Bütün öğretim kurumlarında batının ilmi, fenni okutulurken, milletin köklü değerlerinin korunması için Konfüçyüs ve Şinto değerleri, eğitim programlarına dâhil edilmiş. Japonya’nın okuryazarlık konusunda Avrupa’ya 20. yüzyılın ilk yarısında fark attığını, ilköğretim çağındaki çocukların %99.5’ini öğretim sistemine dâhil ettiğini bilmemiz lâzımdır. Sonraki dönemde de Konfuçyüsçü ve Şintoist değerler, ahlâkî terbiyenin esasını teşkil etmeye devam etmiştir.
Sonuç: Japonya; imparatorluğu yıkmadı, Çin’den aldığı alfabesini değiştirmedi, bir kimseyi kurtarıcı ilân etmedi, lâiklikle ilgilenmedi, köklü değerlerine, bir anlamda dinine sahip çıktı.
Onlar ilimde fende ilerlerken, Türkiye harf inkılâbı yapıyor, dilini deviriyor, dinî inkılâp için ezanı Türkçeleştiriyor, din üzerinde lâiklik ilkesine dayanarak tahakküm kuruyordu.
Japonya’nın okullaşmada yüzde doksanları aştığı yıllarda, Türkiye Cumhuriyeti’nin Milli Eğitim bakanı, okul çağındaki çocukların ancak yüzde 15’ine ulaşabildiklerini açıklıyordu (1932). Yine 1932 yılında bütün ülkede 70 ortaokul ve 24 lise olduğu açıklanıyordu. Bu rakam, Osmanlıdan devralınanın altında idi.
Aynı yıl Darülfünun hukuk fakültesinden 121 erkek 8 hanım, ilahiyattan 7 erkek, felsefeden 8 hanım 10 erkek, edebiyattan 6 hanım 7 erkek, kimya ve fizikten 11 hanım 17 erkek, eczacıdan 13 erkek 1 hanım, dişçiden 7 hanım 33 erkek talebenin mezun olacağı açıklanıyordu. Darülfünun’u güçlendirmek, en azından fen bölümlerine rağbeti artırmak hiçbir idarecinin meselesi olmuyordu…