İsrail ve İran’a suçüstü

BÜLENT TOKGÖZ
Abone Ol

Perde önünde yüksek perdeden birbirlerine racon keserlerken perde gerisinde al gülüm ver gülüm ilişkisini sürdürmenin mânâsı başından beri herkesçe merak ediliyordu ve devrin savunma bakanı Ariel Şaron, bir ABD seyahati esnasında yaptığı konuşmada bunu âdeta ağzından kaçırdı. Sebep şuydu: “İsrail, Irak’ı İran’dan daha büyük bir düşman olarak görüyordu.” Bu satışların tamamının da ABD’li yetkililerin bilgisi dahilinde gerçekleştiğini söylemeyi de ihmal etmiyordu.

İsrail-İran ilişkilerinin devrimden sonraki aldığı biçimi irdelemeden evvel devrim sürecindeki çok hayâtî bir detayı hatırlamakta fayda var.

Dönemin Mossad Tahran istasyon şefi Eliezer Şafrir, devrimin arifesinde The New York Times gazetesinin şahlık rejiminin devrilmesinin 15 yıl daha alacağı tahmininde bulunduğunu, Mossad’ın buna yakın bir tahminde bulunduğunu söyledikten sonra Kasım 1978’de patlak veren kitlesel protestolarla birlikte tahminlerin değiştiğini söylüyordu. Protestocular, İsrail havayolu El Al’a baskın yapıp ofisi ateşe vermiş, ofis çalışanları linç korkusuyla damda mahsur kalmışlar, kurtarılmaları 5 saat almıştı. Bunun üzerine Tel Aviv’den kalkan 3 uçak, İran’da iş tutan 1300 İsraillinin tahliyesi için Tahran’a iniş yapmıştı.

O günlerde yaşanan daha önemli ve ilginç gelişmeyi ise Şafrir şöyle anlatıyor: “Aralık ayında üst düzey bir yetkili bana yanaştı ve Şah’ın şahsî talebini iletti. Şah, Mossad'ın Humeyni'ye Paris'te suikast düzenlemeye istekli olup olmadığını öğrenmek istiyordu. Hemen Tel Aviv'i arayıp talepten haberdar ettim, ama gönülsüz bir 'Hayır' yanıtı aldım. Bana 'İsrail'in dünyanın polisi olmadığı' söylendi.”

Benzer bir ifşaat Mossad’dan ayrıldıktan 23 sene sonra Yossi Alfer’den gelecekti. Alfer, "Periferi: İsrail’in Ortadoğu’da Müttefik Arayışları" adlı kitabında Şafrir’i teyit eden beyanlarda bulunacaktı. Buna göre Mossad şefi İshak Hofi, Şafrir’i ve Alfer’i huzuruna çağırarak artan protestolardan sonra “Şah’ın bekçi niyetine atadığı Başbakan Şapur Bahtiyar” kendilerinden Humeynî’ye suikast düzenleme ricasında bulunmuştu. Şafrir, olumsuz bir yaklaşım göstererek “Humeynî Paris’ten dönecek olursa ordu ve Savak onun üstesinden gelecektir” şeklinde bir analizle bunu gerekçelendirmişti.

Alfer ise “derin bir nefes alarak”, “Mevcut risk hakkında hükümde bulunabilmek için Humeyni’nin neyin savunucusu olduğunu, elinde ne tür imkânlar bulunduğunu pek bilmiyoruz” demek suretiyle Mossad’ın suikasta sıcak bakmayışındaki etkisini itiraf edecekti.

“Kudüs’e giden yol Bağdat’tan geçer!”

Bu doğru olabilir fakat devrim kazanının kaynayıp kapağını fırlatacak düzeye geldiği, Humeyni zaferinden sadece birkaç ay evvel Mossad’ın gafletinin bu derinlikte olduğuna inanmak hiç de kolay değil. Yani Humeynî’nin gücünü tam kestirememek, onu hafife almak gibi gerekçeler ikna edicilikten hayli uzak görünüyor. Daha gerçekçi bir okuma şöyledir: İsrail sadece suikasta soğuk bakmak ve mâni olmakla değil, devrimin makul ve etkili yollarla bastırılması yönünde Şah’ı yalnız bırakmakla da müstakbel “düşmanına” yapabileceği en büyük kıyaklardan birini yapmıştı.

Mossad hata yapmış olamaz mı? Elbette olabilir. Tahminlerinde yanılamaz mı? Elbette yanılabilir. Gelgelelim hâdisenin peş peşe halkalar halinde devam edişine bakıldığında gaflet ve basiretsizliğin çok ötesinde iradî bir tercihin devrede olduğu açıkça görülebilir. Şöyle ki:

Şubat 1979 itibarıyla Humeyni devrimini müteakip kurulan yeni yönetim, net bir deklarasyonda bulunarak İsrail’le her türlü ilişkiyi kestiğini, bundan böyle safının Filistinlilerin safı olduğunu ilan etmiş ve sembolik mânâsı hayli meydan okumacı olacak şekilde İsrail’in Tahran büyükelçiliğini kapatarak binayı Filistin Kurtuluş Örgütü FKÖ’ye vermişti. Devrimin ruhanî ve cismanî lideri Humeynî, en önemli söylemlerinden biri olarak Büyük Şeytan-Küçük Şeytan kavramlarını ortaya atmakta, Büyük Şeytan ABD’nin yanında küçük şeytanın adını anmamaya özen göstererek ondan “Siyonist rejim” diye söz etmekteydi.

Humeyni, Filistin meselesinin devrimin gerek yurt içinde gerekse dışındaki meşruiyeti için ne denli işlevsel olabileceğini çok erken fark etmiş ve Irak’la savaşının daha ilk yıllarında (1980’lerin başlarında) “Kudüs’e giden yol Bağdat’tan geçer” sloganını kitlelerin önüne atmıştı. Onun Kur’an’dan devşirdiği Müstekbir-Mustazaf kavramlaştırmaları bile İsrail odaklı bir okumaya tabi tutuluyordu. Öyle ki İsrail o güne dek görülmedik şiddette dil kullanan bir düşmanla karşı karşıya kalıyordu.

Saddam’a karşı Humeynî

Peki, Siyonist rejim tam da o yıllarda ne yapıyor? El-cevap: İran’ı Irak’a karşı silahlandırıyordu. Saddam’a karşı Humeynî’yi destekliyordu. Hem de öyle dolaylı ve yüzeysel biçimde değil. Akıllara durgunluk veren bir kapsam ve mahiyette.

Nasıl mı?

Belli ki perde gerisindeki müzakereler ve örtülü anlaşmalarla ciddi bir biçimde İran’a silah ve mühimmat tedarikini üstlenerek. Tel-Aviv Üniversitesi’ne bağlı çalışan Yafa Stratejik Merkezi uzmanlarından Hirsh Goodman’ın araştırmasına göre bu örtülü silah tedariki 1979-1980, 1982 ve 1985-1986 yıllarında gerçekleştirildi. Chieftain ve M6 tanklarının, F-4 ve F-5 savaş uçaklarının yedek parçaları Türkiye üzerinden sevk edildi.

1981’de Yaacov Nimrodi adlı Yahudi’nin HAWK denen hava savunma sistemleri, havan mermileri ve ağır mühimmatların bulunduğu 136 milyon dolarlık malzemeyi, yedek parçalarıyla birlikte İran’a sattığı gazetelere yansıdı. Çok da gizli saklı değildi yani, Nimrodi’nin işi buydu ve Amsterdam’dan İsrail’e giden gemilere askerî teçhizat yüklemekle meşgul olduğu biliniyordu.

Nimrodi, devrimden önce Tahran’daki İsrail askerî ataşesiydi. Anlaşılan o ki, Humeynî İsrail’le ilişkilerin kesilmesiyle caka satarken ilişkiler hiç de kesilmemiş, sadece biçim değiştirmişti. Nimrodi’nin 1984’te Zürih’te İran savunma bakan yardımcısı ve istihbarat başkanıyla görüştüğü Lüksemburg Radyosu’nun haberlerinde duyuruldu. Bu görüşmenin bir meyvesi olarak 40 uçak veya tır (tek belirsiz olan kısım burası) silah, Türkiye ve Suriye üzerinden İran’a nakledildi.

1986’da ise Amerikan Gümrük Muhafaza casusları yürüttükleri bir operasyonda İsrail ordusundan emekli bir general olan Avraham Bar-Am ve 12 arkadaşının İran’a 2,6 milyar dolar değerinde silah satışı gerçekleştirdiklerini itiraf etti. İtiraf etmedikleri miktar ise bir sır olarak kaldı. Konuyla ilgili Chicago Tribune gazetesinin haberine göre Londra’da mukim bir Amerikalı avukat olan Samuel Evans’ın geliştirilmiş uçaksavar füzeler gibi hassas silahların satışını koordine ettiği ve şahsın hem Savunma Bakanı İzak Rabin hem de Başbakan Şimon Peres ile irtibatlı olduğu biliniyordu.

“İran, Irak’tan daha büyük bir düşman”

Perde önünde yüksek perdeden birbirlerine racon keserlerken perde gerisinde al gülüm ver gülüm ilişkisini sürdürmenin mânâsı başından beri herkesçe merak ediliyordu ve devrin Savunma Bakanı Ariel Şaron, bir ABD seyahati esnasında yaptığı konuşmada bunu adeta ağzından kaçırdı. Sebep şuydu: “İsrail, Irak’ı İran’dan daha büyük bir düşman olarak görüyordu.” Bu satışların tamamının da ABD’li yetkililerin bilgisi dahilinde gerçekleştiğini söylemeyi de ihmal etmiyordu. ABD’li yetkililer ise buna cevaben bu hususta görüşmeler gerçekleştiğini doğruluyor fakat izin verildiği kısmını yalanlıyorlardı.

Basına yansıyan en sansasyonel silah satışı ise 1990’larda manşetlere düştü. O da eski bir İsrailli asker olan Nahum Manbar’ın İran’a kimyasal silah satması, düşman bir ülkeye yasaklanmış malzeme satışı yapmak suretiyle işbirliği ve casusluk suçlamasıyla 16 yıl ceza almasıyla sonuçlandı. Söylemeye gerek yok Manbar, Mossad’la irtibatlıydı ve sadece verilen görevi yerine getirmişti.

İsrail ve İran’ın suçüstü yakalandığı bu tür durumlarda ağız birliği etmişçesine müracaat ettikleri birkaç argüman var: İran’daki Yahudilerin güvenliği ve göçlerine izin verilmesi karşılığında bu satışların gerçekleştiği filan. Doğrusu sözkonusu bahane bu boyuttaki bir işbirliği ve dayanışmayı izaha yetiyorsa en baştaki Mossad’ın hatalı tahmini gibi yaveler de matah sayılabilir.

O halde Küçük Şeytan İsrail ile şeytanlıkta en ciddi rakibi İran’ın ilişkilerinin mantığı ve dinamiğini çözümlemek için biraz daha mesai yapmamız gerekiyor.