İran-İsrail muhabbetinin mazisi
Başka kavimlere kin ve nefretle kaleme alınmış muharref Tevrat’ta hayırhah ifadelerin kullanıldığı tek yabancı Pers kralı Kiros'tur. Ezra, Daniel ve İşaya’da geçen ifadeler o kadar cömerttir ki Kiros âdeta bir çeşit mesihtir. Tanrı Yehova onu seçmiş, Yahudileri kurtarmak ve Kudüs’e döndürmekle görevlendirmiştir. Nitekim İsrail kuruluşunu ilan ettiğinde onu ilk tanıyan ABD’nin başkanı Eisenhower, kendisine teşekküre gelen Yahudi heyetine “Ben sizin İkinci Kiros’unuzum!” diyecektir.
7 Ekim’deki Hamas’ın sürpriz Aksâ Tufanı taarruzu, gözlerin bir anda İran’a çevrilmesine sebep oldu. Hamas’ı bu muazzam hücuma ikna ederek eğitip donatan İran mıydı? 40 yıldır söylenip duran o büyük İran-İsrail veya İran-ABD savaşının başlaması için olabilecek en büyük mazeret işte müttefiklerin elindeydi ve Batı da arkalarında hizalanmaya hazırdı. Hâl böyleyken neler oldu ve olan bitenin tarihî bagajında neler vardı?
Talimatın Tahran’dan mı geldiği iddiasını garip bir biçimde neredeyse İran’dan evvel reddeden ABD oldu. 11 Eylül sonrasında sudan gerekçelerle küresel bir işgal başlatıp, Afganistan ve Irak’ı talana öncülük eden Amerikan istihbarat birimleri bu defa Tahran’ın masumiyeti için tanıklık etmeyi seçti. Bu tavır sürerken Akdeniz’e donanma yığma hamlesi olanca dağdağasına rağmen kurusıkı bir gözdağından öteye geçmedi. ABD, İran’la yaptıklarından ötürü hesaplaşmaya hevesli değildi; anca bundan sonra büyük bir çılgınlığa kalkışacak olursa devreye girecekti.
İran’ın “Rehber”i Ali Hameneî, Aksâ Tufanı üzerinden 3 gün geçmişken havayı yeterince kokladığına inanarak şu beyanda bulundu: “Bu operasyonu düzenleyen Filistinli gençlerin omuzlarından öpüyoruz. Filistin direnişini destekliyoruz. Ancak saldırının arkasında başkalarını arayanlar yanlış hesap yapıyor.”
Bir yandan desteklerini ikrar ederken bir yandan saldırıyla ilgilerinin olmadığını söylemek bugüne dek yürüdükleri güzergâhtaki en dar geçitte bile işlerini görmeye yetmişti. Çok sonradan bir-iki aykırı örnek dışında ağız birliği ederek tüm yetkililer bu parametrenin dışına çıkmadı, misillemeye bahane olabilecek ibarelerden ısrarla kaçındılar.
Aksâ Tufanı, pek çok göstergeden anlaşıldığı kadarıyla sahiden İran için de büyük bir sürpriz olmuştu velakin bu şimdilik tâli önemdeydi. Önemli olan şimdi bu eylemin diplomatik ve stratejik semerelerini derlemekti. ABD’nin Ortadoğu halkları nezdindeki gayrimeşru konumunun pekişmesi İran’ın elini güçlendirmiş ve iç kamuoyunda ihtiyaç duyduğu birlik duygusunu tahkim etmişti. İsrail’in bölge ülkeleriyle tek tek normalleşme ve uzlaşma anlaşmaları yaparak İran’ı yalnızlaştıracak bir denklem kurma süreci aniden sekteye uğramış görünüyordu. İran’ı taş devrine döndürebilecek bir gelişme hiç de korkulan yönde seyretmiyor, pek çok imkân bahşediyordu.
Gri bölgelerde düşük yoğunluklu çatışma
ABD ve Batı’nın Ukrayna savaşı sürmekte iken ikinci bir cephe açamayacakları, buna asla niyetli olmadıkları aşikâr olduktan sonra İran’ın cüretini toplamaması için bir sebep kalmamıştı. Gazze savaşının olanca kıyıcılığına rağmen Tahran hengâmeye dâhil olmak zarureti duymadı. Düşmanları onu savaşın dışında tutmuşken Tahran zoraki burnunu sokma çabası göstermeyecek denli serinkanlıydı. Dar geçitte her zamankinden daha fazla ihtiyatlı ve temkinliydi.
Öyle bir temkin ki 27 Ekim’de muhtemelen önceden planlanmış olan tatbikatta, yine muhtemelen tatbikatın bir parçası olduğu hâlde balistik füze denemelerine yer vermedi. Keza Basra Körfezi’nde her kriz döneminde yapageldiği üzere Deniz Kuvvetleri’nin gövde gösterisinde de muhtemel provokasyonlara karşı hayli tedbirliydi.
Doğrudan savaş yerine gemlerini elinde tuttuğu vekil güçler eliyle caydırıcılık oluşturmayı en makul seçenek olarak gördü. Bu en az riskli tercihti. Irak ve Suriye’deki ABD üslerini “Direniş Cephesi” unsurlarıyla vurmak, Husilerin füze saldırısıyla İsrail’e diş göstermek, Lübnan’ın güneyinde Hizbullah’ın bayrak sallamasıyla ben buradayım demek, bu stratejinin bir parçasıydı. Böylece hem gücünü gösteriyor hem kapsamlı bir savaşı tetikleyecek aşırılıklardan beri duruyordu. “Gri bölgelerle sınırlı tutulan düşük yoğunluklu çatışma”, İran’ın savaşı uzakta ve kontrol altında tutma tutumuyla en uyumlu ve akılcı seçimdi.
İran’ın bu özgün stratejileri belli bir tarihî arka plana yaslandığından, bu arka planı bilmeyenlerce anlaşılması kolay olmamaktadır. Hâlbuki günümüzdeki tuhaf arbedeyi çözümleyebilmek için İsrailoğulları ile Persler arasındaki münasebet ve muhabbetin kadim tarihine vakıf olmak zaruridir. Bunun için milattan öncesine, Yahudilerin ilk sürgününe kadar gitmek gerekmektedir.
Tevrat’taki tek iyi yabancı
Günümüz Irak’ına tekabül eden Babil’in kralı Nebukadnazar MÖ 587’de Kudüs’ü işgal ederek Yehuda Krallığı’na son vermiş, tapınağı yıkmış ve İsrailoğullarını katledip kalanları yanında köle olarak ülkesine götürmüştü.
Babil sürgünü, Yahudi muhayyilesindeki en büyük kırılma ve ilk diaspora tecrübesiydi. Yahudi akidesi ve fıkhı bu sürgün döneminde şekillenmiş, günümüzdeki şeklini ana hatlarıyla o devirde almıştı. Meselenin İran’la ilgisi Persleri tarih sahnesine çıkartan “Büyük” Kiros’un Babil’i zapt ederek İsrailoğulları için af çıkartması ve Kudüs’e dönüş hakkı tanımasıydı.
Bu o kadar önemli bir müdahale ve himmettir ki başka kavimlere kin ve nefretle kaleme alınmış muharref Tevrat’ta hayırhah ifadelerin kullanıldığı tek yabancının Kiros olmasının sebebi olacaktır. Ezra, Daniel ve İşaya’da geçen ifadeler o kadar cömerttir ki Kiros adeta bir çeşit mesihtir.
Tanrı Yehova onu seçmiş, Yahudileri kurtarmak ve Kudüs’e döndürmekle görevlendirmiştir. Ona duydukları minnet o denli büyüktür ki kendilerine büyük himmetlerde bulunmuş devlet adamları hep onu hatıra getirmiş, Kiros benzetmeleriyle şükranlarını sunmuşlardır.
Nitekim 1917’de Siyonist örgütlerin Filistin’e dönüş taleplerine olumlu bakan Balfour Deklarasyonu yayımlandığında bu hâmiliği hemen Kiros’unkiyle mukayese etme cihetine gitmişlerdi. Öte yandan İsrail kuruluşunu ilân ettiğinde onu ilk tanıyan ABD’nin başkanı Eisenhower, kendisine teşekküre gelen Yahudi heyetine “Ben sizin İkinci Kiros’unuzum!” dediğinde o malum tarih şuuruna atıfta bulunuyordu.
Kiros geri dönüş hakkı vermiş, sonraki krallar Darius ve Artaserhas bu dönüşü malî bakımdan desteklemiş, Kudüs’ü çevreleyen surların yapımı onların fermanıyla mümkün olmuştu. Yahudilerin tarihte en çok minnet ve sadakat duydukları kavim Persler olarak kalacak ve Mısır ile Roma’ya karşı İran’ın yanında duracak, onun kazanması için çabalayacaklardı.
Yahudileri Nazilerin elinden kurtaran persler
Bu işbirliği İkinci Dünya Savaşı zamanında da sürecek. 1941’de Hitler Yahudileri Avrupa’dan temizlemeye giriştiğinde İran hükümeti devreye girerek Nazilere, İran Yahudilerinin 2500 yıldır ülkelerinde yaşadığını, Pers kavminin bir parçası ve eşit vatandaşları olduğunu söyleyerek dokunulmamasını isteyecekti. Naziler bu söylemi kabul edecek ve İranlı diplomatların sağladığı sahte İran pasaportları sayesinde binlerce Yahudi, Nazilerin elinden kurtarılacaktı.
Aynı şekilde 1958’de Irak’ta gerçekleşen darbe sonrasında müşkül duruma düşmesiyle birlikte İsrail’in yardım talebine istinaden Yahudi azınlığın güvenli nakli için İran devreye girecek, Tahran-Tel Aviv arasında uçak seferleri düzenlenecekti.
Şahlık rejiminin İsrail’le dostluğu, devrim sürecinde MOSSAD’ın Humeynî’yi suikasttan kurtarışı, devrim sonrasında Irak’la savaş boyunca İran ordusunu donatması başlı başına bir yazı konusudur. İran ile İsrail tarih şuuruna yüksek seviyede sahip iki millet olarak bir savaş oyununa karar kılmış durumdalar ve bu oyunu hakkıyla çözümleyebilmek için o tarihin yakın geçmişteki izdüşümlerini de etraflıca ele almaktan başka çare yoktur.