İkinci Nuh Tufanı kapıda

HASANALİ YILDIRIM
Abone Ol

İkbâl hırsı, para hırsı, mevkî ve makam hırsı, iktidar hırsı, şöhret hırsı... Hırslardan örülü kalın duvarlar yüzünden burnumuzun ucundaki tehlikeleri bile göremiyoruz. İlk yaptığımız iş de, görenlerin “Tufan geliyor!” ihtarlarını ağzına tıkamak. Fakat mümin kâlp ümit kesmez! Biteviye ümitsizlik kâfirin hakkı, münafığın mecburiyeti... Mümin kâlbin vazifesi, bu bir nevi İkinci Nuh’u, peygamber olmayan ama En Büyük Peygamber’in varisinin teşrifi için zemin hazırlamak. Temenni ile dua ile veya fiil ile.

İkinci Nuh Tufanı kapıda.

Hem maddede, hem de manâda. Tufanın eli kulağında ama Nuh’tan (AS) haber yok. İnsanlığı temsil edecek kurtarılmaya değer efradı gemisine alıp enginlere açılacak ve müreffeh bir saha bulduğunda yeniden karaya çıkaracak, elbette peygamber olmayan ama peygamber soluğundan kendinde bir iz, bir koku, bir lütuf barındıran o şahıs henüz meydanda yok. Galiba onu isteyen ve bekleyen de.

Ama tufan kapıda.

Madde plânında bütün dünya büyük bir ademe doğru koşuyor. Kapitalistlerin merhametsiz yüreklerinden sefilce merhamet dilenircesine onlardan tabiatı korumalarını bekliyoruz. Hâlbuki onların açgözlülüğü, parataparlılığı ve bütün goyyimlerden intikam alma hırsları, gözlerine iyicene kin bürünmesine yol açmış, kendi torunlarının istikbâlini de hiçe sayarcasına büyük bir zalimlikle tabiatı anbean katletmedeler. Kimya, insanlığın sonunu getirmek üzere.

Gözümüzün önünde cereyan ediyor bu katliam ama hepimizin gözü sımsıkı kapalı; yeryüzünün her tarafındaki bu tabiat katlini de adeta hoş görmedeyiz. Tıpkı Doğu Türkistan’daki katliam gibi. Lâf icabı bile sesimizi yükseltme ihtiyacı hissetmiyoruz. Halklarına hangi vaatlerde bulunurlarsa bulunsunlar, bütün idareciler bu tabiat katline yardım ve yataklık etmede.

Gıdalarımız gıda değil, sularımız su. Ama biz, artık biz miyiz? Âdemoğlu artık Beni Âdem mi?

İnsan üretim makinesi

Boş bir soru değil bu. Artık insan, anne karnında değil makinelerin soğuk haznesinde dünyaya getirilecek; evet, tıpkı o mahut filmdeki gibi. İnsan üretim makinesi emrinize amade. Cinsiyetini, beden hasletlerini, şusunu-busunu sipariş verebileceğiniz bir nevi bebek fabrikasını da gördük. O günü de gördük ama şükretmeli miyiz?

Hem anne rahmetini tatmayan bu bir nevi varlığa da insan diyebilecek miyiz? İnsan yani Âdemoğlu. Peki, bu yeni ‘insan’, Beni Âdem’i kaç vakit sonra yeryüzünden kazıyacak acep?

Çalınan bizim istikbâlimiz. Çalınan, talan edilen, yağmalanan, kirletilen ve mahvedilen. Çalan belli, çaldıran belli ama handiyse bütün mal sahipleri ağızbirliği etmişçesine adeta sus-pus. Sesini çıkarmamak, bırakalım isyanı, itiraz dahi etmemek, belirsiz vakitliğine tahammül etmek, önüne ne konuluyorsa onunla iktifa etmek. Bizden istenen ve bizim de paşa paşa yaptığımız şey bu. İyi ama bu mu insanlık? Bu kaba tasvirde tarif edilen mahlûka insan demek mi daha münasiptir yoksa hayvan demek mi?

Hayvanlaştırıldığımızın farkında mıyız?

Şeytana göre anâsırı erbaa

Kasıtlı bir şekilde, sadece maddî sebeplerle değil, onların batıl itikatlarına göre manevî ve dinî sebeplerle Sanayi Devrimi’nden itibaren hayvanlaştırılıyoruz. Maksatlı ve plânlı hayvanlaştırılmanın zihnî adı modernite, fikrî adı liberalizm, iktisadî adı kapitalizm ve siyasî adı demokrasi. Şeytanın bu anâsırı erbaası, bütün dünyayı kuşatmış vaziyette. Dünyanın her karışında fiilen bizzat bulunmadığında bile gölgesiyle, türlü türlü tesiriyle galip.

Yazık ki itiraz sadedinde yegâne ikaza da Diyarı Küfür’de rastlamaktayız. Pek cılız ama gene de pek mühim bu itirazlar, niçin İslâm Ülkeleri’nde yahut Türk Dünyası’nda küçücük bir yankı bulmuyor? Yoksa binlerce senelik düşmanlarımızın zil takıp oynarcasına bayram ettikleri gibi artık ortada rekabet edilecek bir Müslüman siyasî kudretin bulunmadığı iddiasını, biz de acı acı kabullenmek mecburiyetinde miyiz? Ümmet tabirini lügatin küflü sayfalarına hapsettiğimizi ne vakit kabulleneceğiz? Dünyanın neresinde Türk varsa, şu veya bu şekilde, az veya çok, zahirî veya hakikî bir boyunduruk altındayken, bu acı manzarayı görmektense “Tarih boyunca hiçbir Türk cemiyeti esaret altında yaşamamıştır.” palavrasına inanmaya devam mı edeceğiz? Acı vaziyet bu: Hem Müslümanın hem de Türk’ün, olanı-biteni ve hele hele yaklaşan ikinci büyük tufanı anlama imkânı elinden alınmış vaziyette.

Dudaklarımızın kenarından sızan kızılcık şerbetini, başkalarına kan kusmuğu diye yutturmak için çırpınıyoruz. Ne acı ki bir vakit sonra biz de inanıyoruz bu yalanımıza: Maddede ve mânâda sefaletimizi görmektense sefaletimize övgüler düzüyoruz. Keyfiyetsizliğimizi örtmek için ahmakçasına bir kemmiyet köpürtüsünü adam olmak zannediyoruz.

Misal mi? Buyurunuz:

Üniversitemizden her sene dünya çapında bir tarihçi yetiştireceğimize, her sene binden fazla tarihçi yetiştiriyoruz ama hiçbirisi tarihin ş’sini bilmediğini bilmiyor. Tarihte eşi benzeri görülmemiş bu cehli mürekkepliği öğrenmek de istemiyor. Doğru, son on senede binlerce tarihçi yetiştirdik ve bununla da gurur duyuyoruz. İlmin yerini koyu bir cehalete terkettiğini ve gençlerimize bilgi adı altında bomboş bir özgüven ve simsiyah bir cehalet tahsil ettirdiğimizin farkında bile değiliz.

Hayır, tarih sahası bir misal sadece. Hangi ilim, fikir ve sanat sahasına el atarsanız netice aynı. Üniversitelerimiz, bırakalım bilgisizliğini, bilgisinin bile sınırlarını öğrenemeden ölecek insanlar yetiştirme derdinde adeta.

Çakma Nuhlar ve ikinci Nuh

Doğrusu herkesin işine gelen bir dümen bu. Ama kurtarıcılığa sıvanan çakma Nuhlar’ın gemilerinin dümenini hayaletler bile terk etmiş. Fenersiz, pusulasız, usturlâbsız ve rehbersiz, kapkaranlık ummanın ortasında sallanıp duruyoruz da kendimizi bir hedefe doğru yol alıyoruz zannediyoruz.

Hayır! Hiçbir vahim manzara, Efendimiz’in teşrif ettiği Araplar’ın cehaleti, sefaleti, sefahati ve kokuşmuşluğu ile kıyas edilemez. A...h en büyük Resul’ünü, en azgın kavme gönderdiğine göre illâ ki bize de bir kurtarıcı, bir yol gösterici gönderecektir. Mümin, bu istikbâlden şüphe edemez. Bilmiyoruz, Peygamberimiz’in varisi bu zat bir âlim mi, bir zâhid mi, bir ârif mi, bir asker mi, bir idareci mi, bir sanatkâr mı yahut bir mütefekkir mi? Şunu bilebiliriz ama: Efendimiz’in varisi bu müstakbel kurtarıcımız bir âlimin ilmiyle, bir zâhidin kalbiyle, bir ârifin ferasetiyle, bir askerin cesaretiyle, bir idarecinin adliyle, bir sanatkârın yaratıcılığıyla ve bir mütefekkirin meseleleri kuşatıcılığıyla mücehhez bir hüviyette tecelli edecek.

Vakit yakındır.

Öyle ya, gözümüzün içine baka baka Peygamberimiz’e küfrediliyor. Ama biz seyretmekle iktifa ediyoruz. Her türlü cinsi sapıklığı meşru saymaya zorlanıyoruz. Bu ruh sefaletlerinin meşruiyetini kanunlaştırmaya doğru gittiğimizin kaçımız farkında? Şimdilik sadece zinâ meşru, ama bir adım sonra sübyancılık da meşru kılınacak.

İkbâl hırsı, para hırsı, mevki ve makam hırsı, iktidar hırsı, şöhret hırsı... Hırslardan örülü kalın duvarlar yüzünden burnumuzun ucundaki tehlikeleri bile göremiyoruz. İlk yaptığımız iş de, görenlerin “Tufan geliyor!” ihtarlarını ağzına tıkamak.

Mümin kâlp ümit kesmez! Biteviye ümitsizlik kâfirin hakkı, münafığın mecburiyeti...

Mümin kâlbin vazifesi, bu bir nevi İkinci Nuh’u, peygamber olmayan ama En Büyük Peygamber’in varisinin teşrifi için zemin hazırlamak. Temenni ile duâ ile veya fiil ile.

Mesele şu: Etrafımızdaki herkes gibi “Benden sonra tufan.” demeye mi devam edeceğiz ve boş vermişlik içerisinde dünya nimetlerinden daha çok istifade etmenin peşine mi düşeceğiz, dünyaya haz almak için gelmişiz gibi bir körlük içerisinde mi yaşayacağız yoksa beklenen ikinci büyük tufanın akabinde hazırlıklara mı girişeceğiz?