Geleneği yok sayan dini de yok saymıştır
İki-üç kat bina yapacak olan proje için mimarın, inşaat için ustanın yolunu tutuyor. Başı ağrıyan, dişi ağrıyan soluğu doktorda, hastanede alıyor. Fakat mesele din olunca, kimse işin ehline sormayı akıl etmiyor, nefsine hoş geleni tercih ediyor. Diğer ilimlerin hepsi dünyada mutlu olmak için var. Oysa din ilimleri hem dünya hem de ahirette mutluluğun anahtarı, sonsuz mutluluğa açılan bir kapı. Allah’a hamdolsun Müslümanız! Peki, dinimizi kimden öğreniyoruz? Allah’ın ayetlerine, Hz. Peygamber’in (sav) hadislerine, sahabelere ve mezhep alimlerine dil uzatanların cirit attığı bir vasatta bu soruyu kendimize hiç sorduk mu? Bu mühim mevzuyu üç değerli isimle, FSMVÜ İslami İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Turan Arslan, Medeniyet Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Dr. Akif Dursun ve Sabahattin Zaim Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi Dr. Ahmet Hamdi Yıldırım ile konuştuk. Takdirlerinize arz ediyoruz.
Mâlum, İzmir İlahiyat’tan birinin Hz. İsa ile Meryem validemiz hakkında söyledikleri, Mustafa İslâmoğlu ve benzeri isimlerin çıkışları, Mustafa Öztürk’ün Peygamber kızdı ve bunları Kur’an’a soktu gibi sözleri... Bunlar önceden de vardı belki ama sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla daha görünür oldu, whatsapp gruplarında paylaşılır hâle geldi. Ne oluyor, nereye gidiyoruz?
Dr. Ahmet Hamdi Yıldırım: İnanç fıtri bir ihtiyaç. İnsanlar bir şeye inanmak durumunda. Meşhur bir söz vardır ya, “İnandığın gibi yaşamazsan, yaşadığın gibi inanmaya başlarsın.” İnsanlar bulundukları durumu bir şekilde meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Biri de onlara bu malzemeyi veriyorsa, “Sen cennetliksin” diyorsa, bu da işlerine geliyor.
İngiliz Blunt ve İslam'ın geleceği
Önceden Yaşar Nuri, Zekeriya Beyaz ve İsmail Nacar gibi isimler vardı. Biri öldü, biri Alzaymır oldu, biri de gündemden düştü. Zekeriya Beyaz’a bile rahmet okutuyor bunlar. Onun ki horoz kurbanıydı falan. Şimdikiler işi iyice çığırından çıkardı. Bu hususta genel kanaatlerinizi bizimle paylaşır mısınız?
Prof. Dr. Ahmet Turan Arslan: İngiliz Wilfrid Scawen Blunt’ın “The Future of Islam / İslâm’ın Geleceği” kitabını okuduktan sonra bu işlerin fertlerin inisiyatifinde, kendi kendine olan işler olmadığını anlamış olduk. Durum büyük ölçüde böyle. Bunlar, insanımızın bilmesi gereken gerçekler. O yüzden konuşuyoruz. Bu meseleleri gündeme getirdiğiniz için size de bilhassa teşekkür ederim. Basınımızın vazifesi bu olmalı, insanlar bu konuları doğru bir şekilde öğrenmeli. Dine, imana merakı olmakla birlikte kendini yetiştirememiş insanlarımız bir şeyler duyunca ister istemez rağbet gösteriyor. İşin asıl tarafıysa bu fikirler nereden kaynaklanıyor, bunu ortaya koymak gerek. Bir kere İslâm adına dillendirilen yanlış fikirlerin çoğu kendi kendine oluşmuş değil. Alimler arasında ihtilaflı fikirlerin olması normal. Hz. Âdem’den beri gök kubbenin altında söylenmedik söz yok, ihtilaflar süregelmiştir. İslâm âlimleri arasında da tarih boyunca münakaşalar yapılmıştır. Zahid’ül Kevseri merhum, galiba Te’nib-ul Hatib’de idi, âlimlerin birbiriyle münazarasına “tenâtuh-ut tuyûs” yani tekelerin birbirlerini süsmesi gibidir diyordu. Böyle şeyler olur mânâsına.
Bizim meselemize gelince, müsteşrikler ve Batı’nın İslâm dünyasına bakışı, İslâm dünyasındaki fikir ve kültür hayatını kontrol altına alma çabası, bunlar ferdi çabalar değil. İşte müsteşrik geldi buraya, araştırdı, çalıştı, yazdı, güzel işler yaptı filan. Ferdi gibi görünüyor ama öyle değil. Bana öyle geliyor ki bu çalışmalar hep bir yerlerden, bazı mihraklardan kaynaklanıyor, birer proje veya bir projenin parçaları gibi. Blunt’ın kitabını okurken düşündüm. Avrupalılara diyor ki: “Sizin şimdi yeni bir haçlı seferi hazırlamanıza gerek yok. Çünkü bu Türklerin eskisi gibi yeniden Viyana önlerine gelecek durumları yok.” İlk söylediği şey ise sultan devrilmeli, hilafet Türklerden alınıp Araplara verilmeli.
‘Âlimlere tesir edip kendimize benzeteceğiz’
Blunt’ın kitabı 1882 yılında Kahire’de basılmış. ‘Hilafet İstanbul’dan alınıp Kahire’ye veya Mekke’ye getirilmeli’ diyor. Sanki Arapları çok seviyormuş gibi. Amacı belli, fitne çıkarmak. Batılıların hedefi nedir? İslâm devletini, İslâm ülkesini, İslâm birliğini ortadan kaldırmak. Bunun için ne yapması lazım? Fitne sokarak bölücülük yapması lazım. Ama biliyorsunuz, kimse “al sana zehir veriyorum” demez. Zehri cazip olsun diye altın kupa içerisinde sunarlar. Bu İngiliz de sanki Arapları seviyormuş gibi bir tavır takınıyor. Hilafet Türklerin değil, Arapların hakkı diye bir tez ortaya atıyor. Sonra çok önemli bir şey daha söylüyor: “Bunların ilim adamlarının çoğuna tesir edeceğiz ve halkın fikirlerini kendimize benzeteceğiz.” Bunu misyonerlere bilhassa telkin ediyor. Yani oryantalistlerin kendi söyledikleri Müslümanlarca kabul görmeyince içimizden bazılarına o fikirleri söyletmeye, daha açık bir ifadeyle kaleyi içerden fethetmeye çalıştılar. Şöyle dünden bugüne Türkiye ve İslâm dünyasının genel ahvaline baktığımızda bu adamın fikirlerinin bir gergef işler gibi tek tek yerine geldiğini, adım adım uygulandığını görüyoruz. Mesela diyor ki, ilk iş sultanı devirmek; önce sultanı deviriyorlar. Kim bu sultan? Abdülhamid Han. Sonra adım adım, adamın yazdıkları bir bir uygulanıyor. Müsteşrikler meselesine gelince, bazı arkadaşlar diyor ki, İslâm dünyasında alimler bir şey yapmadı ama onlar yapıyor, dolayısıyla bir kıskançlık söz konusu. Kesinlikle böyle bir şey yok. Müsteşriklerin yaptığı ilmi çalışmalara akademik yönden hep takdirle bakmışımdır.
Sibeveyh’in kitabı bizde veya Araplarda değil de onlarda çıkmışsa bu bizim noksanımızdır. Onlar yapmışlar, doğru veya yanlış, neticede yapmışlar. Akademik yönden yapılan iyi işleri takdirle karşılıyorum. Fakat işin gerisinde ne var acaba? Bunu da bizim irdelememiz gerekir. Hatta bu bizim vazifemizdir.
Batılı adam yerini bilecek
O zaman “bunun arkasında kim var” sorusunu sormamız gerekiyor, öyle değil mi?
Elbette sormamız gerekir. Bu işleri yapanlar bütün İslâm dünyasına etki etmiş. Hatta Arap dünyasında bizden çok daha evvel başlamıştır. Çünkü Mehmed Ali Paşa zamanında Arap dünyasından Batı’ya giden talebe grupları bizden öncedir. O bakımdan Mısır’ın Batı ile bağlantısı, ilgisi bizden fazladır ve daha etkilidir. Batı dünyasından önemli tercümeler yapılmıştır. Müsteşriklerin projeleri doğrultusunda birtakım insanlar öne çıkmıştır. Tarihte okuyoruz nitekim, kimin kiminle ilişkisi olduğu kayıtlarda mevcut. Blunt mesela görünüşte bir diplomat. Gittiği yerlerde boş durmamış. İlim adamlarıyla teşrik-i mesai yapmış.
Bizde İslâm’a ilgi duyan Batılılara karşı bir zaaf söz konusu değil mi zaten?
Doğru. Ben Marmara Üniversitesi’ndeyken Garaudy gelmişti. Zaten meşhur bir adam. Bir de Müslüman olunca biz sanıyoruz ki, sanki İmam-ı Azam geldi. Adam yeni Müslüman olmuş ama abdestin farzına kadar her şeyi ona sormaya başlamıştı öğrenciler. Adam sosyolog yahut felsefeci olarak kendi alanında başarılı işler yapmış meşhur biri olabilir ama bu onu bir İslâm alimi kılmaya yetmez. Adam Müslüman olmuş, tamam. Hella şekakte an kalbihi / Kalbini yarıp baktın mı? Hemen hakkında iyi veya kötü bir yorum yapmaya gerek var mı? Müslüman oldum diyorsa Müslüman olmuştur, Allah mübarek etsin. Fakat böyle insanları hemen başa geçirmek, imam/önder yapmak doğru değil. Önce bir cemaat olarak İslâm’ı yaşasın, içine bir sindirsin.
Mevcut Müslüman alimlere verilmeyen itibarın yeni Müslüman olmuş birine verilmesi o şahsa da zulüm değil midir esasen?
Herkesi layık olduğu yere koymalıyız. Evet, değerlidir, bir fikir adamıdır, toplumda bir karşılığı belki vardır ama Müslüman oldu diye onu hemen başa geçirmek, bir önder gibi telakki etmek doğru değildir.
Gilad Atzmon ne dedi?
Gilad Atzmon’un şöyle bir sözü var. “Siz Müslümanlar çok safsınız, bir Yahudi hep Yahudi’dir. Müslüman da olsa, müfessir de olsa Yahudi’dir. Çünkü o, çocukluktan itibaren bir Yahudi olarak yetiştirilmiştir. Din değiştirebilir ama özündeki Yahudilikten dönmez.”
Dr. Akif Dursun: Fakat bu çok ciddi bir itham olur. Yahudilik, kültürü itibariyle gittiği her yere bir damga vurur mânâsına mı söylüyor, yoksa hangi dine geçerse geçsin yeri geldiğinde operasyon için düğmeye basılır ve Yahudilerin menfaati için çalışır mânâsına mı?
Dr. Ahmet Hamdi Yıldırım: Haince söylenmiş bir söz de olabilir bu. Bizden gidecek olanları siz damgalayın, İslâm’a girmelerine mâni olun gibisine.
Kendisi Yahudiliği reddeden, Filistin taraftarı, İsrail’e girmesi yasak olan biri söylüyor bunu.
Kendi içinde çelişiyor o zaman. Netice itibariyle bu hüküm kendisi için de geçerli. Çünkü o da aslen bir Yahudi. Bir de şöyle bakmak lazım hâdiseye. Fıkıhta evlilik bahsinde küfüvvet/denklik meselesi var. Yeni Müslüman olmuş birine küfüvvet/denklik meselesinde diyoruz ki: “Sen yeni Müslüman biri olarak bizim atadan dededen Müslüman kızımıza denk değilsin.” Bunu biraz açıklamak gerekirse Hanefi fıkhında yeni Müslüman olmuş birinin İslâmî yaşantısıyla ilgili birtakım sıkıntıları olabileceği, kültür uyuşmazlığı ve sosyal uyuşmazlık gibi hususlar yaşanabileceği için babadan dededen Müslüman kıza talip olacak kişinin aynı şekilde babadan dededen Müslüman olması gerekiyor ki bir denklik oluşsun. Buna dinde denklik deniyor. Zahid’ül Kevseri’nin Makalat’ının sonlarına doğru bir zatın tercümesi verilir. Orada Bulgaristanlı bir müftüye vatandaşın biri gelir, kızına bir mühtedinin talip olduğunu söyler. Müftü de hemen verme, bekle der. Bir müddet sonra gelir, yine bekle der. Üçünce kez geldiğinde ise “Müftü hazretleri, bu adam beklemez. Vereyim mi kızımı?” deyince müftü şöyle karşılık verir: “Evladım, ben bir devşirmeyim. Osmanlı geldi, beni anamın babamın elinden alıp İstanbul’a götürdü. Okudum, gördüğün gibi müftü oldum. Fakat zaman zaman aklıma ‘Eski dinim acaba hak mı?’ diye şüphe düşerdi. Ne zamanki hacca gittim, o maşeri kalabalığı gördüm; içimdeki şüpheler işte o zaman kayboldu.” Bunu niçin anlattık: Yeni Müslüman olan birine hürmet gösterelim ama hemen de baş köşeye oturtmayalım diye… Ahmet Turan Arslan hocamızın söylediklerine de şöyle bir dipnot ilave edeyim. Emin Saraç hocamız Mustafa Sabri Efendi’den bir söz naklederdi. “Nerede kafası karışık bir adam varsa bir el geliyor ve onları öne çıkartıyor.”
İçimizdeki Taha Hüseyinler
Prof. Dr. Ahmet Turan Arslan: Delilini, belgesini görmedim, siz gazeteci olarak belge isteyebilirsiniz. Fakat yapılanları birbirine bağladığımda böyle bir durum ortaya çıkıyor. Arap dünyası olsun, Türkiye ve diğer İslâm beldeleri olsun, mevcut vaziyete bakınca dışarının etkisini görüyorsunuz. Mesela Mısır’dan Taha Hüseyin’i ele alalım. Ezher’de doktorasını yapmış, sonra Paris’teki Sorbonne Üniversitesi’ne gitmiş. Gözleri görmeyen Taha Hüseyin orada bir Fransız kızıyla evleniyor. Eşi Müslüman oluyor mu, evliliği nasıl yürüyor bunu bilmiyorum ama Taha Hüseyin’in eserlerinde ve fikirlerinde bariz bir Fransız damgası, Fransız kültürünün tesiri gözden kaçmıyor. Arap şiirine ve İslâm dinine dair eleştirileri mevcut. Yine radyoları dinlerken bakıyorum, Kahire Radyosu’nda mesela, Taha Hüseyin’den bahis geçmeyen hafta yok âdeta. Evet, iyi bir edebiyatçıdır, eserleri ortadadır ama koca Mısır’da başka edebiyatçı mı yok? Dışarının etkisi derken bunu kastediyorum. Bunlara verilen bir destek söz konusu. Öne çıkarılıyor böyle tipler. Afgani ve Abduh meselesi de bu şekilde. İran’da çıkan bir kitap var, burada Fransız bir kadınla mektuplaşmalar mevcut. Ayrıca mason teşkilatına girmişler.
Afgani masondu
Masonluğu Mısır’a taşıyan kişiler değil mi bunlar?
Bunlar boşuna girmez, bu klübün ne olduğu ne işler yaptığı belli. Takipçilerinin de neler yaptığı belli. Mesela demin bahsi geçen Blunt Mısır’a gitmiş, orada kalmış. Abduh ile ahbaplığı ve irtibatı var. Mısır’da Arnavut asıllı Ali Yakup hocamız vardı, Ali Yakup Cenkçiler. Mısır’da uzun süre okuyup kaldı, sonra ülkemize yerleşti, ders okuttu. Hocamız Osmanlı’ya meftun bir zattı. Derdi ki: “Azizim Osmanlı olmasaydı ben şimdi Katolik biri olacaktım. Osmanlı geldi de bu sayede Müslüman olduk, hak dini bulduk.” Dedeleri Katolik imiş çünkü. Arapça ile Türkçenin yanında Balkan dillerini, Fransızca ve İngilizceyi de bilen, yabancı yayınları takip eden biriydi. Şu sözü de önemlidir: “Azizim, Batı medyası Türkiye ve İslâm ülkelerinde birini kötülüyorsa o bizim için, Türkiye ve İslâm dünyası için hayırlı biridir. Bir adamı da göklere çıkarıyorlarsa, orada bir bit yeniği mevcuttur.”
Hocamızın bu mühim tespitinden hareketle bu tip insanları ben de iki sınıfta mütalaa ediyorum. İslâm’ın esaslarına, Kitap ve Sünnet’e, genel İslâm geleneğine aykırı sözler söyleyenler ya gafildirler yahut haindirler. Ya gafildir; birilerinin maşası ve oyuncağı olmuştur. Akademik bir çalışma, şan-şöhret amacıyla bu yolu tutmuştur. Yahut dışardan birilerine bağlanmış, bilerek isteyerek bu yolu takip ediyordur. İşte bu da haindir. İslâm ülkesinde Müslüman zihinleri kasten bulandırmaya, sabote etmeye çalışmak hainliktir çünkü.
Netice itibariyle bu iki sınıf insan arasında bir fark var mıdır peki?
Şöyle bir fark söz konusu: Gafil olana gereği gibi deliller sunarak bir ikna ihtimali mevcut. İkna olup hatasından dönebilir. Hatadan dönmek de bir fazilettir.
Bir özür beyanına ihtiyaç olmuyor mu o vakit?
Tabi, mazide yaptıklarından özür dilemesi, yanlış yaptım demesi gerekiyor. Böylelerini ilzam edecek ilim ehline ihtiyaç var.
Türkiye'nin bir din politikası var mı?
Hatasından özür dileyip geri dönmek iyi de işin içine nefsî sıkıntılar giriyor sanki. Mesela biri çıkmış, Hz. Ebubekir için “Peygamber devrinde öyle gerekiyordu, erkeksen gel bugünün şartlarında Ebubekir ol” diyebiliyor. Bu şahsın dilinden Osmanlı da başkaları da kurtulamıyor. Üstelik Ehl-i Sünnet kimliği altında yapıyor bunu. Fatih Sultan Mehmed için “Dil öğreneceğine tefsir okusaydı” diyor mesela. Bunların bir kısmının da dışarda okuduklarını görüyoruz. Suud, İran, Mısır, Batı ülkeleri... Sıkıntılı tipleri tespit edip özel mi yetiştiriyorlar?
Dr. Ahmet Hamdi Yıldırım: Önce rahmete vesile olsun diye ahir ömründe evine gidip feraiz dersi aldığımız Ali Fikri Yavuz hocamdan bir nakille söze girelim. Mısır’a gideceğimiz dönemlerde kendisine gidip geliyorduk. “Hocam biz Mısır’a gidip okumak istiyoruz” dedik, bize “Ne yapacaksınız Mısır’a gidip de. Burada iki fakülte hariç maksat bir üniversite diploması almaksa alırsınız” demişti. İki fakülteden kastıysa ilahiyat ve hukuk fakülteleri idi.
Kastı neydi hocanın?
Allah-u âlem o dönemdeki hocalarımızın şöyle bir koruyucu tavrı vardı. Mısır’da birçok akım mevcut. Hatta rahmetli Emin Saraç hocamız anlatırdı, Ali Haydar Efendi demiş ki, “Oğlum Emin, sen oraya gideceksin, orada şeyhler ve tarikatlar çoktur, sakın birine girme. Senin virdin her gün bir cüz Kur’an okumak ve Riyazü’s Salihin’den hadis okumak.”
Ali Haydar Efendi biliyorsunuz, bugünkü İsmailağa cemaatinin bir önceki şeyhidir ve Mecelle telif heyetinde bulunmuş önemli bir âlimdir. Mısır’a giderken Emin hocamıza şunlara gideceksin demiş. Zahid’ül Kevseri’ye, Mustafa Sabri Efendi’ye emanet etmiş. Emin Saraç hocamızın şöyle bir ifadesi vardı. “Mısır’da din bulandırıldı. Türkiye’de ise dinin kafası koparıldı.” Dolayısıyla yaşadığımız bütün sancıların sebebi, bizim gelenekten kopmuş olmamız.
Bir uzakdoğu ülkesinde elçi olan Marmara İlahiyat hocası bir zatı elçilik makamında ziyarete gittik. Bize dedi ki: “Türkiye ne yaptığını bilmiyor. Elin İranlısı gittiği yerde Şiilik propagandası yapıyor. Elin bilmem ne ülkesi gittiği yerde Selefilik propagandası yapıyor. Bizim Türkler ise Diyanet’ten birini gönderiyor adam tarikatçı, diğerini gönderiyor adam mezhepsiz. Başka birini gönderiyor başka türlü. Yani neyin propagandasını yaptığımız belli değil.”
‘Müslümanları hıristiyan yapamayız fakat hıristiyan'a benzetebiliriz’
Devletin Osmanlı’da bir şerif ekolü vardı. Şeriften kastım ne? Mesela Buhari-i Şerif, Şifa-i Şerif, Mesnevi-i Şerif... Halkın etrafında kümelendiği koltuk dersleri dediğimiz ikindiden sonra cemaate, halka bir kimlik kazandıran dersler mevcuttu camilerde. Biz bunu kaybettik. Hatta Muhammediye’siz ev yoktur eski zamanlarda. Ahmediye, Muhammediye köy camilerinde okunan kitaplardı bunlar. Sarayda bile bu dersler yapılırdı. Bu bir kültürdü ve biz bu kültürü kaybettik. Temel problem bu.
Dr. Akif Dursun:Tahrifatı destekleyen dört grup olduğunu düşünüyorum.
Birincisi, küresel şeytanlar.
İkincisi, devletler.
Üçüncüsü papalık.
Dördüncüsü ise içerideki Roma hayranları. Devletler daha kolay yönetmek için yapar bunu. Özellikle İngilizlerin dış politikadaki en önemli araçlarından biri, dînî gruplar üzerinde operasyon yapmaktır. Bunu da kimini bizzat kurmak, kimini ele geçirmek, kimini ise yönlendirmek şeklinde yapar. Amerikalılar ise daha çok ticaret ve para operasyonları yaparlar. Dînî operasyonlara destek verseler de o konuya fazla hâkim değiller herhalde. Papalık dünyada Hıristiyanlığın güç kaybettiğini görüp kendi iktidarının devamı için bunu yapıyor. 1800’lerin ortalarında Amerikan Board ile çok sayıda misyoner Anadolu’ya yayılıyor. İlk önce Müslümanlara yöneliyorlar ama kimseyi Hıristiyan yapamıyorlar. Sonra azınlıklara yönelip şöyle bir karar alıyorlar: ‘Biz bu Müslümanları Hıristiyan yapamayız. Fakat Hıristiyan’a benzetebiliriz.’ Ve bu konuda hiç acele etmiyorlar. Mesela yemeklerimizi masalarda yememiz, yılbaşı ve doğum günü kutlamamız, dekanlıkrektörlük gibi kurumlarımız... Bunlar çok küçük örnekler ama bu çalışmaların ürünüdür. Küresel şeytanlar ise tüm dinlere düşman. Diğer dinleri büyük oranda hallettiler ve istedikleri kıvama getirdiler. İslam’ın kaynakları korunduğu, daha net ifade ile Allah’ın korumasında olduğu için istediklerini elde edemiyorlar. Ancak Müslümanları sadece adı Müslüman bırakmak için de ellerinden geleni yapıyorlar.
‘Neredeyse kıblemizi Paris'e çevirecektik...’
Peki, bu gavurlara meyledenler nasıl düşünüyor? Bence bunlar da kısım kısım. Birincisi, dünyevî zaafları olanlar. Operasyonlarla içimize yerleştirilenleri söylemiyorum. Onların çok başarılı olma ihtimalini zayıf görüyorum. Çünkü kalpler bir şekilde yansır dışarı. Ama içeride bunlarla işbirliği yapanların derdi dünyevî zaaflar. Mal, kadın, makam yâhut da meşhur olma gibi zaafları var bu insanların. Üçüncüsü ise kabiliyetli olanların özel olarak seçilmesi ki, bunlarla irtibata geçiyorlar ve sonra tabiri caizse ava çıkıyorlar. ‘Samimi insan’ avına. Operasyonla içimize yerleştirilenler gibi dünyevi gayesi olanları da az çok teşhir edebiliyorsunuz. Asıl mesele bunlara iyi niyetle tabi olan insanlar. Bunlar da çeşit çeşit. Bir kısmı gerçekten dini yaşamak istiyor ve sunulanlar ona cazip geliyor.
Bunlar daha çok avam galiba...
Evet bunların çoğu avam. Bir kısmı İslâm dünyasının şu andaki hâline çözüm bulmaya çalışıyor. En fazla okumuşlar arasında çıkıyor bunlar. Afgani ve Abduh söylemi gibi. Benim gördüğüm kadarıyla Abduh iyi niyetli olanlardan. Osmanlı hilafetinin yıkılma sürecinde bir sürü iyi niyetli insan var böyle. Mehmet Akif’i ayrıca zikretmeye gerek yok. Afgani’ye övgülerini biliyorsunuz. Sid Nursi de öyle. Bunların dertleri şu: “İslâm ümmetinde bir yıkılma var. Ben buna bir çözüm bulmalıyım.” Ama bu güzel niyet, bazen yanlış neticelere yol açabiliyor.
Dr. Ahmet Hamdi Yıldırım: Burada ek olarak, merhum Emin Saraç Hocamdan bir hatıra nakletmek isterim. Mısırlı âlim Muhammed Ebu Zehra dermiş ki; “Şu iki cihan harbi olmasa, Müslümanların Batı hayranlığı o dereceye varmıştı ki, neredeyse kıblemizi Paris’e çevirecektik.”. Yani o derece bir hayranlık var. Tabii bu hayranlığın kökeninde Batı’nın refahı kadar bizim çaresizliğimiz de var. “Allah’tan bu iki cihan harbi oldu da onların ne kadar vahşi oldukları ve gerçek yüzleri göründü” diyor.
‘Batıni fikirlerde farisi parmağı…’
Dr. Akif Dursun: Mâlum pirincin içindeki en tehlikeli taş beyaz taştır. Bu insanlar gayet samimi olarak bir şeyler yapmak istiyorlar. İslâm tarihinde bunun çok güzel örnekleri var. Hem Hariciler hem de Mutezile. Kendilerince çok samimiler. Hariciler için zaten “onları alınlarındaki ve dizlerindeki secde izlerinden tanırdık” deniliyor. Savaş zamanı bütün geceyi Kur’an okuyarak geçiriyorlar. Ama sabah olduğu zaman Müslümanlarla savaşıyorlar. Bugünkü DAEŞ ve El-Kide gibi. Mutezile de o zamanki yeni Müslüman olanların getirdiği yanlış anlayışlar ve inançlarla mücadeleyi esas almışlar. Ancak zaman içerisinde farklı yönlere savrulmuş ve “mihne” diye anılan sürece yol açmışlar. Sonra batınî fikirler ortaya çıkmış. Bu da bazı insanlara cazip gelmiş. Halen de çok sayıda takipçisi var bu fikirlerin. Burada şunu ifade etmek gerekir ki, İslâm dünyasında çıkan bâtınî fikirler ve sapkın düşüncelerin hemen hepsinde bir Farisi parmağı mevcuttur. Bu şimdi de böyledir.
Batılılar sürekli ‘İnsan haklarına, kadın haklarına, hayvan haklarına dikkat etmiyorsunuz. Mâdem bu kadar iyisiniz neden geri kaldınız” argümanlarını öne sürüyor. Bazı iyi niyetliler de bunlara cevap vermek istiyor. Ama cevap vermek isterken küresel şeytanların ağına takılıyor.
Yani kendilerine yapılacak muhalefeti bile dizayn ediyorlar.
Dr. Ahmet Hamdi Yıldırım: Mesela İslâmcı bir ablamızın bir sözü var; “Benim Peygamberim böyle söylemez” diyor. Yani Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) kavlini anlamayınca akıl ölçeğinden bakıp böyle bir sonuç çıkarıyor. Tehlikeli bir bakış açısı bu. ‘Benim aklım buna yetmiyor’ diyebilmeli bir insan.
Mesela şu anki modern Müslüman kadının Nisa suresi 34. âyete ciddi bir tepkisi var. Âyeti kabulleniyor ama sindiremiyor. Bir türlü çözemiyor içinde kalan ukdeyi.
Dr. Akif Dursun: Çözemiyor ama dininden de vazgeçmek istemiyor. Sonra ‘aslında bu böyle değil’ demeye başlıyor. Kimisi hâşâ Allah-u Teala’nın yerine soyunuyor. Tarihselciler büyük oranda bunu yapıyor. Bir kısmı ise Peygamber Efendimizin (s.a.v.) yerine soyunuyor. Sonuçta hadisleri kaldırırsan Kur’an’ı kim anlayacak? Böylece güya dini yeniden insanlara benimsetecekler. Ama özet olarak bunlar tarih boyunca olmuş ve bundan sonra da olacak şeyler. Bunlar dengeli tutulduğunda ümmeti de diri tutar. Mesele ‘biz ne yapacağız?’ meselesi.
Bu yapılara dînî çevrelerden, siyasetten, Diyanet’ten, şöhreti yüksek cemaatlerden sizce yeterince tepki geliyor mu? Kamuoyu önünde kimseyi rencide etmeden toplumun da anlayabileceği şekilde sağlam reddiyeler var mı? Şayet varsa, neden bunlar fazla gündeme gelmiyor?
Dr. Ahmet Hamdi Yıldırım: Belki öncelikle, bu tür sapkınlıklara karşı halk olarak kendimizi nasıl koruyabiliriz kısmına eğilmeliyiz. Akif Dursun hocamla birlikte İmam Şatibi’nin Muvafakat’ını okuyoruz. Eserin hemen başında deniyor ki “Kitap tek başına yeterli değildir, âlimsiz olmaz.” Tarihte hocasız, kitaptan yetişmiş olan âlimlerden de misaller veriyor. “Bunlar ilmi alırlar belki ama ilmin yorumlanmasını ve sindirilmesini tam olarak alamazlar” diyor. Mesela bu örneklerden biri İbn Hazm. Onun müthiş zekasıyla hocasız yetişmiş biri olduğunu söylüyor. Bununla birlikte kitaplarda okuduklarıyla nerede duracağını kestirememiş biridir. Bunun bir benzeri olarak İbn Teymiye vardır tarihimizde. Onun için ‘şunun talebesidir’ diyebileceğimiz biri yok. Koruyucu olması hasebiyle bizim Osmanlı’dan beri gelen bir icazet geleneğimiz var. İcazet almış, hocaları tarafından onaylanmış kişileri belki öne çıkartmak gerekir.
Bu tür meselelerde bizim hocalarımızın iki türlü tavrı olmuş. Reklamın iyisi kötüsü olmaz prensibiyle, bâzen bu insanlara yapılan reddiyeler, onların daha tanınır hale gelmesine sebep oluyor. Ben bu insanlardan birinin, bir grup arkadaşımıza ‘niye benim aleyhime yazmıyorsunuz, bana reddiye yapmıyorsunuz’ diye ricacı olduğunu biliyorum. Çünkü muhatap alınmak istiyor. Bu sinsi bir propaganda. Burada tavır ne olmalı? Bir kıymeti olmayanları muhatap alıp onlara kıymet kazandırmak mı, yoksa onları tarihin çöplüğüne havale etmek mi? Bu bir mesele olarak ortaya çıkıyor.
Kitlelerin hocası olmak
Sadece bu mudur, yoksa kamuoyu tepkisinden, akademik unvan endişesinden kaynaklanan korkular da mevcut mu?
Eskiden sultanların âlimleri vardı, artık kitlelerin hocaları var. Bu hocalar doğruları o kitlelerin ayarlarına göre seçip söyleme ihtiyacı hissediyor. Bu çok ciddi bir baskı. Kadınlar veya eşcinseller hakkında söyleyeceğiniz her söz dönüp sizi vurabilir. Bunun bir bedeli olacaktır. Bu bedeli ödemeye ne kadar hazırsınız?
İkincisi ise Müslümanlar olarak acaba bu işleri dile getirebilecek mecralarımız var mı? Tabiri caizse birinin elinde un, birinde su, birinde şeker var ama bir araya gelip de helva yapamıyoruz. Zahid Efendi’nin beni en çok vuran bir sözü vardır; ‘Tevfikat-ı Samadaniyesine mazhar eylesin’. Yani Allah kimseye muhtaç etmeden tencereyle kapağı buluşturup muvaffakiyet versin. Dolayısıyla herkes elindeki imkanları bu iş için seferber etmeli diye düşünüyorum. Bir gencimiz sosyal medyayı çok iyi kullanıyorsa, beslendiği hocanın kaynaklarını oradan yaymalı. Her şeyi tek başımıza yapma alışkanlığımızdan vazgeçmemiz gerek.
Bir de medya, affedersiniz ama maymun arıyor. Kitleleri cezbedecek, onları heyecanlandırıp sürükleyebilecek karakterler arıyor. Hakikati söyleyen insanları aramıyor. En düzgün kanala gittiğinizde bile ‘hocam ağlayacak mısınız?’ diyorlar. Çünkü ağladığınızda reyting geliyor. Bir de böyle bir sorunumuz var.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Kur’an’ı Kerim’i bize tefsir ediyor, yani ilk müfessirdi. Sonra mescidde talebe yetiştiriyor. Sonra o talebeler başka talebeleri yetiştiriyor. 20. yüzyıla kadar icazetle gelen bir ilim geleneği var. Bu birden kesilince imamesi kopan tespih gibi dağılıp Batı’dan gelen yeni usûlle ne olduğumuzu şaşırdık galiba…
Prof. Dr. Ahmet Turan Arslan: O şaşkınlık var tabi. Kazan’da bir konuşma yaparken bir Arap dinleyici ‘siz niye hilafeti kaldırdınız, harfleri değiştirdiniz’ falan diye sordu. Dedim ki, kardeşim, Türkiye’de ve dünyada Birinci Cihan Savaşı oldu. Dünya bir tsunami yaşadı, her şey hercümerc oldu. Bir sel geldi ki, her şeyi sildi süpürdü, yok etti. Şimdi her şey yavaş yavaş filizlenmeye başladı. Yani ben o zamanın işlerine cevap veremem. Hadi bizde böyle oldu, Arap coğrafyasında ne oldu? Sizde çok mu güzel şeyler oldu diye sordum. Yani olayları meydana geldikleri zamana ve zemine göre değerlendirmek zorundayız. Yoksa herkes birbirini suçlar. Dış güçlerin de istediği bu.
Belki her şeye cevap verilmemesi gerekir ama bazı olumsuz, çizgi dışı hatta sapıklık düzeyinde şeyler yayınlanabiliyor. Adam Hz. Meryem’e, Kur’an’a laf ediyor. Bu olmaz, bunlara cevap verilmeli. Âlimlerin vazifelerinden biri de kitap yazmaktır. İşte aklı orada kullanacaksın. Doğruyu öğretmek için ne kadar delil varsa ortaya koyması âlimlerin üzerine vazifedir. Çünkü ilmi Allah sana nasip etmişse, öbür insanlar muhtaçtır ve sen açları doyurur gibi onları bu mânâda doyurmalısın.
Vaktiyle İngilizler Hindistan’da hâkimken önce Kur’an ayetlerini bozmaya çalışmışlar. Fakat bakmışlar ki hadisler orda durdukça bu mümkün değil. Sonra hadislerle uğraşmaya başlamışlar. Derken bakmışlar ki mezhepler ve mezhep imamları oldukça hadislere de tesir edemiyorlar. Bu kez oraya hücum etmişler. Daha sonra tasavvuf ehline saldırmışlar. Bu yüzden İslâm âlimlerinin bu meseleleri özetleyip cevaplar üretmesi lazım.
Bir de âyetlerde dediği gibi ‘Hikmetle ve güzel öğütlerle insanlara hitap etmek’ ve ‘insanların akıllarının alacağı şekilde hitap etmek’ gerek. Âlimlerimiz Mutezileyi mesela hemen reddetmemişler. Çünkü orada bir birikim var. Dolayısıyla onları tekfir etmemişler. Şimdilerde dini müdafaa eden insanlarımızın çoğu çok acele ediyor. Kaş yapayım derken de göz çıkartıyorlar. Fakat şimdiki Mutezile yolunu tutanlara bakınca, eski Mutezilenin dini imanı var yani. Namazı var, niyazı var adamların.
Namaz kılmayan İslamcılar
İslâmcılık yapıp da hiç namaz kılmayan bir kitle türedi. İslâm’ı kimseye bırakmıyor ama namaz da kılmıyor. Bunlar bir de güya münevver bir zümre. Buna dair ne düşünüyorsunuz?
Kimseleri ayıplamak değil niyetim ama böylelerini de Allah ıslah etsin. Ayet-i Kerime’de dediği gibi “Rabbimiz bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi batıla meylettirme.” Meşhur bir ilahiyatçı hoca zamanında bir şey yazmış. Biraz çizgi dışı ve yanlış anlamaya müsait şeyler. Yazı konusunda benim de fikrimi sordular. “Bu âyet sadece halka nazil olmamış ki, alimler de bundan mesul” dedim. Üzülüyorum böylelerini görünce. Daha önce bir büyüğümüze “Benden çok okumuş ve daha fazla bilen insanlar neden böyle yapıyor” demiştim. O da “Tahsil cehaleti alır, eşeklik baki kalır” demişti.
Bugün Batı tarzı bir gelenek var. Eskiden hocanın karşısında diz çöküyordunuz. Hocayı seçiyordunuz. Hoca da talebeyi seçiyordu.
Dr. Akif Dursun: İrade-i cüziye kalktı ortadan, herkes külli iradeye ram oldu.
Külli irade dediğiniz yeterli eğitim veremiyor. Diyanet mesela vaiz olmak isteyenleri yeniden eğitime sokuyor. Dini eğitimi YÖK yapıyor ama bunu istihdam eden Diyanet. Peki Diyanet bu işin tam olarak neresinde? Bir de istidad yerine puanla öğrenci doldurup içlerinden ulema, filozof, hekim, mimar çıkarmaya kalkmak ne kadar doğru?
Dr. Ahmet Hamdi Yıldırım: Ahlâk parametremiz yok, ahlâk ölçemiyoruz. Ancak skor ölçüyoruz. Ona göre başarılı olan bir yerlere giriyor.
Kabiliyeti test mi ölçer?
Kabiliyeti de ölçemiyoruz. Kabiliyet sadece test çözebilecek zekaya sahip olmak mıdır? Herkesin istidadı farklı değil mi?
Dr. Akif Dursun: Şu an sadece üç ölçüm var. Matematik zekâ, sözel zekâ ve yabancı dil zekâsı. Çocuk mesela iyi bir sanatkâr olacak ama o ölçülmüyor.
Prof. Ahmet Turan Arslan: Duygusal zekâ da ölçülemiyor.
Dr. Akif Dursun: Duygusal zekâsı yüksek biri insanlarla çok iyi ilişkiler kurabilir. Organizasyon yapabilir. Ticari zekâsı çok iyidir. Ama bunların hiçbiri ölçülmüyor.
İnsan kaynağının hebası değil mi bu?
Evet, bu büyük bir problem. Bu işle uğraşan bir arkadaş söylemişti. Üniversiteyi kazanan ilk 10 binin 6 bin küsuru kendi alanıyla ilgili bir iş yapmıyor. Korkunç bir zayiat var. Ama bizim alanımız dînî alan olduğu için oraya fokuslanıyoruz.
Medrese ile ilahiyat arasında bir çatışma olduğu kamuoyuna yansıyor. Siz hem medrese hem üniversite okumuş birisi olarak ne dersiniz? Nerede hata yapıyoruz, neyi düzeltmemiz lazım?
Dr. Akif Dursun: Bu büyük bir iş. Kırık dökük herkes uğraşmaya çalışıyor. Önce Diyanet ile alakalı kısmı anlatayım. Tevhid-i Tedrisat Kanunu sebebiyle lise düzeyinde dini eğitim veren imam hatipleri Diyanet’e bağlayamıyoruz. Halbuki Diyanet’e bağlı olması lazım. YÖK sebebiyle de İlahiyatı bağlayamıyoruz. Yeni bir üniversite kurdu Diyanet Vakfı. Burada da YÖK’ün kurallarına bağlılar. Böyle bir handikap var.
Dr. Ahmet Hamdi Yıldırım: Herhalde bir hazırlık var. Enstitü kurma hazırlığı.
Prof. Ahmet Turan Arslan: Diyanet akademisi bugün TBMM’den geçti.
Dr. Akif Dursun: Harp okulu akademisi gibi mi hocam?
Prof. Ahmet Turan Arslan: Belki de öyle bir şey yapacaklar. Detayları bilmiyorum.
Diyanet bu işin neresinde?
Dr. Akif Dursun: Balkan ülkelerindeki Baş müftülük örgütlenmesinde dînî eğitim hep müftülüğe bağlıdır. Bulgaristan’da vazife yaptım. Hem İmam Hatip hem de Yüksek İslâm Enstitüsü Baş müftülüğe bağlı. Normali de budur. Bu eğitimin Diyanet tarafından verilmesi lazım.
Dr. Akif Dursun: İşte Türkiye’nin şartları. Bu şartlar çerçevesinde ne kadar ne yapılabilirse. Medrese geleneği çok önemli bir gelenek. Fakat şunu da görmek lazım. Medrese geleneğimiz Osmanlı’nın son devrinde ne haldeydi? Ona da bakmak lazım.
Dr. Akif Dursun: Medrese geleneğinin üstüne kapanmak da çok sağlıklı değil.
Dr. Akif Dursun: Medrese geleneği ile yeni sistemin kattığı güzelliklerin birleşmesi taraftarıyım. Nasıl yapabiliriz? O hususta çalışan bir sürü yer var. İlahiyat ve İslâmî ilimler eğitimlerinin yanı sıra halka dersi veren vakıflar, dernekler; İSAR, İFTAM, İLEM, LADEP gibi hem İslamî ilimler hem de sosyal ilimler vermeye çalışan kurumlar var. Diyanet’in de bu konuda çalışmaları var. Şu anda bu süreç böyle gider. Daha sonra kanuni düzenlemelerin yapılması lazım.
Medreselerde dini eğitim benim bildiğim 12 yıldı. İmam- Hatip + İlahiyat olursa 12 yıla tamamlanıyor. Fakat liseden de talebe gelebiliyor. İmamhatiplerimizin büyük oranı imam hatip değil aslında, büyük oranda. Niçin? Aslında imam hatiplerimizden şu anda beklenen insanımızı dindarlaştırmak. İnsanların da dünyevi dertleri yüksek. Ne yapalım? İmam hatip fen lisesi açalım, İmam hatip sosyal bilimler lisesi açalım, İmam Hatip güzel sanatlar, musiki… Yahu bu şekilde olur mu normalde? Olur tabi çünkü insanlar başka türlü çocuklarını göndermiyor. 28 Şubat’ı hepimiz yaşadık. Bir düdük, herkes siperlere gitti hocam. İmam hatipler neredeyse öğrencisiz kaldı. Öyle değil mi?
Dr. Ahmet Hamdi Yıldırım: Neredeyse değil, tam öyleydi.
Aileler İngilizce peşinde
Dr. Akif Dursun: Direnen okullardan olduğu halde. Böyle bir sosyolojik gerçekliğimiz var. Bu gerçeklik içinde dini en azından insanlara ulaştıralım diye bu tip liseler artırılıyor. Dini eğitim vermeyi önceleyen imam hatipler de var. Fakat onların puanları bu sefer düşüyor. Mesela Beyoğlu İmam Hatip. Oğlum, yeğenlerim orada okudu. Arapça hazırlık var. Benim çocuk oraya girdiğinde Kartal İmam Hatip ile yakındı seviyesi. Hatta önüne geçmek üzereydi. Sonra Kartal İmam Hatip İngilizce hazırlık başlattı. Böyle yapınca Arapça hazırlık olan bütün İmam Hatipleri geçmeye başladı. Çünkü insanlar çocuklarına İngilizce öğretmek istiyordu.
Dr. Ahmet Hamdi Yıldırım: Çok da İngilizleri sevdiğinden değil, piyasa böyle.
Dr. Akif Dursun: Elbette kimsenin İngiliz sevdiğinden değil. Bu sosyolojik gerçekliği bilmemiz gerekiyor. Buna göre hareket etmemiz lazım. Eğer buna göre hareket etmezsek, planlar yaparsınız ama boşa çıkar. Mesela çok tartışılan bu katsayı meselesi. Bizim de hani çok kızdığımız bir mesele. Belki uygulansa düzgün bir şey. Çünkü katsayıda diyordu ki; lisede nereye gittiysen üniversiteyi orada oku. İyi niyetle bakarsak katsayının özelliği buydu. Sonucu öyle olmadı. Herkes çocuklarını meslek liselerinden aldı. İmam Hatip tahribatının yanında, büyük bir meslek lisesi tahribatı oluştu. Hatta ben “İmam Hatip’i gösterdiler meslek liselerini öldürdüler” diyorum. İmam-Hatipler büyük oranda durumu toparladı ama meslek liseleri bir türlü toparlayamadı kendini.
Prof. Ahmet Turan Arslan: Amaç belki de buydu. Bilemiyoruz.
Dr. Akif Dursun: Ben o kanaatteyim yani.
Dr. Ahmet Hamdi Yıldırım: Ben o kanaatte değilim hocam. İmam-Hatiplerin kapatılmasının arkasında belli bir kesime ait okulların önünü açmak vardı.
Dr. Akif Dursun: Tabii ki öyle. Bu kararı alanlara İmam-Hatibi gösterdiler başka tahribatlar yaptılar diyorum.
Bir çıktısı da bu. Türkiye’de sanayinin belini büktüler.
Dr. Akif Dursun: Bu sosyolojik gerçekliği bilerek hareket etmek lazım. Medrese geleneği ile -ki çok önemli bir gelenek gerçekten- şu anki sistemin birleştirilmesi lazım. Şu anda bu tip çalışmalar var. Haklarını yememek lazım. Allah razı olsun, ellerinden geleni yapan insanlar mevcut. Eğer arzu ederse her İlahiyat talebesi medrese usulü ile okutulan bir ders halkasına katılabilir. Öyle değil mi?
Dr. Ahmet Hamdi Yıldırım: Kendini yetiştirmek istiyorsa öyle.
Pozitif ayrımcılık var
Dr. Akif Dursun: Hatta bir de burs alamayacak ilahiyatçı yok mesela. Ekonomik imkânlar önlerinde. Bütün öğrenciler o kadar yurt parası filan ödüyor. Genelde ilahiyatçılar bedava kalıyor, bedava okuyorlar. Yeter ki İslâmî ilimle ilgilen diye pozitif ayrımcılık var. Bunu da ayrıca söylemek lazım.
Tıbbi açıdan şüpheli bir durum zuhur ettiği zaman; “Tıpçılar ne diyorsa odur” kavliyle bütün eleştiri kanallarını kapatıyor ilahiyatçıların çoğu. Bir çok yanlışa kapı aralamaz mı bu? Doğru mudur bu tavır?
Çok güzel söylediniz. İslâm fıkhında, ölüm tanımını araştırıyordum. Kaç tane hocamız; “Tıbbın ölü dediğine ölü deriz” diyor. Yahu yapmayın! Dinen bir kişiye ölü denilmesi için belli şartların oluşması lazım. Ölümün tanımını dinî kaynaklara istinaden alimler yapar. Sonra tıpçılar bu ölçülere istinaden bir kişinin ölümüne karar verirler. Ölüm tarifini de tıptan alırsak ortalık karışır. Milletin fark edemediği çok bela var. Mesela İnsan Hakları! İnsan Hakları konusu tam bir bela. Şu anda insan hakları denilince Avrupa’nın ön ayak olduğu sözleşmelerde tanımlanan haklar esas alınıyor. Ancak bunların tamamının İslam’ın ilkeleriyle uyumlu olduğu söylenemez. En başta felsefesi farklıdır. Bu sebeple insan hakları söylemiyle başladığınızda kendinizi bir süre başka bir yerde bulabilirsiniz.
Peki, din adamlarının en azından bir kesiminin hem tıp ve ilahiyat, hem sosyoloji ve ilahiyat, hem psikoloji hem ilahiyat gibi multidisiplinler çalışması çözüm olabilir mi?
Dr. Akif Dursun: Bu çok güzel bir teklif ve düşünce. Bununla alakalı bazı çalışmalar var ancak yetersiz. Ben de hukuk okuyanlara İslâm Hukuku yani fıkhı öğretmek için bir proje yapmıştım. Kısmen de uyguladık. Benzerini diğer disiplinler için de yapmak lazım. Mesela, tıp okuyanlara Tıbbi Nebevi, İbn Sina tıbbını, tıpla ilgili fıkıh bilgilerini öğreteceksiniz. Her gördüğüm tıpçıya takılıyorum. İbn-i Sina’nın El Kanun’unu öğretecek biri var mıdır memlekette? Bu projelere üst düzeyde sahip çıkmak ve imkan ayırmak gerekiyor. Özellikle sosyal bilimler ile dinî ilimlerin birlikte öğretildiği projelerin çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Marifet iltifata tabidir
Sapkın görüşlerini açıklayanların sayısı diyelim ki 10 kişi olsun. Mutedil çizgide bulunan her halde 10 bin kişi vardır. Bu 10 bin kişiden sadece bir kişi konuşup kamuoyu önünde zor duruma düşüyorsa ve diğer 9 bin 990 kişi susarak bunu izliyorsa, burada problem yok mu?
Dr. Ahmet Hamdi Yıldırım: Biz Allah rahmet eylesin Emin Saraç Hocamla birebir okuduk. Bu medrese geleneği midir? Evet. Cebrail gelip Efendimiz (a.s.)’ın dizine dizini dayadı. Yanında sorular vardı, o soruları sordu. İki üç arkadaştık, hocamla beraber okuduk. Emin Saraç hocamın Osmanlı’dan anlattığı bir hâdise var. Kendisi görmemiş, görenlerden naklediyor. Tokat Erbaa’da bir hoca efendinin üst üste icazet verdiği duyuluyor. Sultan Hamid, o hoca efendiye bir kese altın gönderiyor. 100 tane altın var kesenin içinde. Bir Cuma namazından sonra cemaatin huzurunda teker teker sayılarak o altınlar hoca efendiye teslim ediliyor.
Bunu gören talebenin hayalinde icazet veren âlim, hoca efendi olmak var. İltifat var, marifet ona yöneliyor. Şimdi öyle bir şey yok. Üniversite talebe ile ilişkimize baktığımız zaman ise not ilişkisi kurulduğunu görüyoruz. Asıl konuşulması gereken bu soğuk ilişkidir. Medresede ise sıcak bir ilişki vardır. Bizim ne yapıp ne edip medrese ile fakülteyi bir araya getirmemiz lazım.
Geleneği atmak yanlıştır
İslâm adına yalan yanlış konuşanları tanıma babında insanlara ne tavsiye edebilirsiniz? Şöyle kısa maddeler halinde.
Prof. Dr. Ahmet Turan Arslan: 1400-1500 yıllık geleneği bir çırpıda atmak yanlıştır. Hocalarımızdan biri de rahmetli Mehmet Sofuoğlu idi. Arapçayı okumuş fakat Vehhabilikten etkilenmiş bir arkadaşımız vardı. İkindi namazının sünnetini Hz. Peygamber (sav) çoğu zaman terk etmiş deyip kılmıyordu. Arkadaşlar da onunla dalga geçiyorlardı. Neyse, bir gün Taç kitabının birinci cildini okuyordum. Baktım ki bir hadis geçiyor, af ederseniz idrar abdesti bozar mı, bozmaz mı bahsinde. Farklı rivayetler var. Bu arkadaşa “Usûl-i Fıkıh okudun mu?” diye sordum. Yok okumadım dedi. Peki, hadis usulü okudun mu? Ona da yok dedi. Ben mezheplere uymam hadislere bakarım diyor. Gel dedim o zaman al sana hadis kitabı. Bu da var, bu da var. Hangisiyle amel edeceksin şimdi?
Derken rahmetli Sofuoğlu hoca geldi derse. Hocamdan müsaade isteyip arkadaşın ismini vermeden meseleyi kendisine arz ettim. “Ben Müslim’i tercüme ederken Arapça biliyorum, lügat de elimde ama baktım ki olmuyor. Bunun üzerine Ankara’da bulunan Hasan Hüsnü Erdem hocamın yanına gittim. ‘Bunları anlaman için şu şu hadis şerhlerine bakman lazım. Bakmadan bunları anlayamazsın’ dedi. Dediğini yapınca dünyanın kaç bucak olduğunu anladım. Daha önce şu bid’at, bu bid’at diye reddettiğim şeylerin hepsine tevbe ettim” demişti.
Eskiler bir şeyi okutmuşlarsa, medresede bir program varsa, asırların tecrübesinin sonucudur bu. Asırların tecrübesini bir kenara atamayız. Geleneği bir kenara atamayız.
Konuya dönecek olursak; Kuran ve sünnete bağlılık ile geleneği muhafaza. Ekleyeceğimiz başka başlık var mıdır?
Dr. Akif Dursun: Diyorsunuz ki aslında bize bir formül verin ki insanlar anlasın. Birileri mesela “aslolan Kuran’dır diyor.” Cümle doğru fakat niyet kötüdür. “Aslolan Kuran’dır” ve “Kuran ile sünnete dönmeliyiz” evet doğru, gayet güzel bir sözler bunlar. Ama içini neyle dolduruyorsun? “Mezhepleri devre dışı bırakmalıyız. Ben Rasülullah’a uyuyorum” dersen olmaz. Çünkü böyle yaparsan Rasülullah’a değil kendi nefsine veya sana bunları kim anlatıyorsa ona uymuş olursun. “Bu ayeti anlamamışlar, mânâsını ben buldum” iddiasını taşıyanlar var, haşa vahiy geliyor demek ki kendisine.
“Aslında ayet o manaya gelmez” cümlesine de dikkat etmek gerekiyor. Çünkü bizlerin yeni bir mânâ bulma hakkı yok. Mânâ Rasülullah ve sahabe döneminde bulundu zaten. O sahih mânâyı günümüze nasıl yorumlarız, bizim meselemiz bu! Birisi söze “Bu din hurafelerle doldurulmuştur” cümlesiyle başlıyorsa bilin ki orada bir problem vardır. Bir de tasavvufa saldırıyorsa, yani sapkın bir uygulamayı değil de genel olarak tasavvufu hedef alıyorsa orada da bir problem vardır. Özet olarak bunları söyleyebilirim.
“Dininizi kimden öğrendiğinize bakın”
Dr. Ahmet Hamdi Yıldırım: Sahte din tâcirleri her zaman olmuştur, olmaya da devam edecek. Bugün yaşadığımız problemler aslında 5. hicri asırda yaşadığımız problemlere göre çok daha basit problemler. Bakınız hicri 5. Asırda Mısır’da Batini devleti var. Ezheri biliyorsunuz, Batinilik propagandası için kurmuşlar burayı.
Batinilik nedir? Allah’ın senin namazına, orucuna ihtiyacı yok. Haramları terk etmişsin, zinadan kaçmışsın, kumarı bırakmışsın, bunların hiçbirine Allah’ın ihtiyacı yok.
Nedir mesele? Senin kalbin temiz mi, sen ona bakacaksın. İşte bununla mücadele eden bir İmam Gazali çıkmış o dönemde. Ve bir kitap ve bir eser ortaya koymuş ki, başlığı bile çok güzel; “Din ilimlerinin canlandırılması”. Çok enteresan, hemen kitabın başına ilmi koymuş, ilmi teşvik eden ayetler hadisler.
Hadislerden birisi şu: “Allah, hakkında hayır murad ettiği kimseyi dinde fakih kılar.” Bu hadisin peşinden ise şunu ifade ediyor: “Zamanımızın hocalarına bakın, hayır bunların neresinde?” Çünkü din demek, fıkıh demek, ahiretin dünyadan hayırlı olduğunu bilmektir. Eğer bir hoca efendi insanları ahirete yönlendiriyorsa, ahiret endişesini gündeme getiriyorsa, kardeşim bu dünyada işini yoluna koyarsın ama Allah bunun hesabını ahirette sana sorar diyorsa bu ölçüye uymuş demektir.
İmam Gazzali bu sözü hicri 5.asırda söylüyor. Zamanın fakih fukahasına bakıyor, “bunlar Allah için fıkıh tahsil etmiyorlar” diyor. Niye? Çünkü döneminde vakıflar çoğalmış, orada fıkıh okuyanlara özel tahsisatlar var. İnsanlar dünyalık için buralara gidiyorlar. Bir hoca efendi insanları ahirete yönlendiriyor, ahiretteki hesabı gündeme getiriyorsa değerlidir. Diğer taraftan insanlar, üç buçuk kuruşluk bir mesele için elli tane danışmana danışıyorlar. Ama din meselesi olunca maşallah herkesin kendi görüşü var. Bunlardan sakınmak lazım. Din meselesi ciddi bir meseledir.
İbn-i Abbas diyor ki: “bu ilim dindir, dininizi kimden öğrendiğinize bakın.” Kuran’da Cin suresi var ama adam cine inanmıyorsa bu adamdan ilim tahsil edilmez. Bir de hocaefendi anlattığı şeyleri yaşıyor mu? Namaz kılmayan, oruç tutmayan, eyyamcı bir tipten din öğrenilir mi? Baştan aşağı ilim olsa, böyle birinden ilim öğrenilmez. Az olsun, öz olsun, bir adamın ilmi onu amele götürmüyorsa onda hiçbir hayır yoktur. İlim bir aksesuar değildir, ilim amel içindir.
“Evvel yoğ idi işbu rivayet yeni çıktı”
Bir insan dînî meselelerde güvenebileceği bir hatta birkaç tane hoca efendi bulmalıdır. Niye? Olabilir ki bir hoca efendi yanlış anlayabilir yanlış yorumlayabilir. Bir de “filan cemaattenim, bizim cemaatte bu kitabı okumayın, başka kimseye sormayın deniyor”, bu da yanlış bir şey. İmam-ı Azam hazretleri diyor ki, “bir adamı başkalarının sohbetine gitmekten engellersen, bu adam yanlışı nerede tespit edecek?”
Türkiye araba üretmeye kalktığı zaman herkesin ağzında bir söylem vardı, “kardeşim piyasaya girmek kolay mı?” yeni bir markayla gireceksin. Din alanında bir şey söyleyene atlıyoruz ama. Yani müşrikler bile, biz bunu analarımızdan atalarımızdan duymadık demedi mi? Müşrik iken bunu söylüyor da benim babam Müslüman, dedem Müslüman, dedemin babası, dedesi hepsi Müslüman. “Evvel yoğ idi, işbu rivayet yeni çıktı.” İyi de kim söylüyor bunu? Neye dayanarak söylüyor? Bunu sorma hakkımız var bizim. Bir silsile var öğrenmekte. En büyük problem bu silsilenin, bu geleneğin bitmesidir. Osmanlı’nın bırakın en güçlü devrini, yıkılma dönemine bakıyoruz da kimler yetişmiş kimler! Zahid el Kevseri, Mustafa Sabri, Hamdi Yazır gibi dev isimler. Bugün Hamdi Yazır’ın tefsirini onlarca profesörümüz sadeleştireceğim diye bir araya gelip ancak tahrif etti. Bırakın aşmayı, daha anlamaktan bile aciziz. Peki, bu adamı yetiştiren medrese nasıl bir medreseydi? Bir de bunu tasavvur etmek lazım.