Enflasyon bir canavar mı, iktisâdî gelişmenin parçası mı?
Almanya’nın eski başbakanlarından Ludwig Erhard “Bir milletin zenginliği parasının çokluğu ile değil, ürettiği mal ve hizmetin çokluğu ile ölçülür” diyor. Enflasyon kelimesi, David Humes’un 1752 yılındaki para arzının fiyatlara etkisini açıklayan makalesinden bu yana dünya literatürüne girdi. 19. yy ve sonrasında fiyatların artması anlamında tüm ekonomistlerin mercek altına aldığı bu kavram, sebepleri, neticeleri ve önleme teorileriyle en mühim ekonomik mefhum olarak hayatiyetini sürdürüyor.
Kimilerinin âdeta bir canavar olarak tanıttığı bu mefhum, aslında insan ve tabiat ilişkisinin bir neticesi olarak tüm asırlarda ve mekânlarda varlığını sürdürmekte. İster köyde ister şehirde yaşayın tabii hayatın getirdiği tüm gelişmeler tükettiğimiz her şeyin değerini etkiler. Bolluk ve yokluk arasındaki her çizgi ve buna yol açan etkenler, tüketim için en kolay anlaşılır şekliyle fakirlik veya refah dengesini oluşturur. Meyvelerin yapraklandığı bir dönemde ortaya çıkan aşırı soğuklar meyvelerin az üretilmesi veya yokluğuna (fiyat artışı), ideal hava şartları ise bolluğuna (fiyat düşüşü) vesile olur.
İnsanın yaratılışından bu yana gelen bu tabii döngü, Allah (c.c.)’ın koyduğu kâideler çerçevesinde döner durur ve insanlığı etkiler. Bir canavar olarak görülen enflasyon yani fiyat artışları, aslında hava ve su gibi hayatın bir parçasıdır. Son yıllarda kahve üretilen bölgelerdeki kuraklık, dünya kahve fiyatlarını çok etkiledi. 260 dolara çıkan fiyatlar, ertesi yıllarda kuraklığın kalkmasıyla günümüzde 154 dolara kadar indi. Bu ‘tabii dengesizlik’ durumu farklı yöntemlerle (kontrollü tarım teknolojileri) asgariye indirilmeye çalışılsa da etkisini sıfıra indirmek mümkün değil. O zaman ortaya koymaya çalıştığımız şey “enflasyon engellenemez” mi teorisi değil, tabi ki enflasyon öncelikle doğal süreçtir, bazen deflasyon dediğimiz fiyatların gerilemesi de mümkündür ama bu genel tespitlerle başlayan başka konulardan bahsetmek gerekir.
Para basmak ciddi iştir
Para ortaya çıktığından bu yana modern bir ticaret aracı olarak kabul gördü ve hızla yaygınlaştı. Tüm kıymetli madenleri geçerek dünyanın en önemli aracısı oldu. Ama bu aracının bir büyük problemi var: İstediğin kadar basılıyor. Sadece uygun bir kâğıt ve matbaa bunun için yeterli. Bu güzel araç bu kadar kolay çoğalınca tabiî hâdiseler haricinde yeni bir denge insanoğlunun karşısına çıktı: Para basma miktarı. İşte oyunun adı bu.
Ne kadar elma, armut, buğday üretelim değil, ne kadar para üretelim yani basalım ki (tabii hâdiseler hariç) para miktarı bizim fiyatları (diğer fiyat artışlarının aksine azlığından değil bolluğundan dolayı) şişirmesin. Çünkü para bollaşınca fiyatlar artıyor, şişiyor, azalınca ekonomi duruyor veya yavaşlıyor.
1920’lerde Almanya’da bir valiz dolusu parayla ancak bir ekmek alındığı rivayet olunur (sonucunda Hitler iktidara geldi). Enflasyonun %3000’lerde olduğu Afrika ülkeleri vardır. Para basmak ciddi bir iştir ve azlığı da çokluğu da sorun olur.
50 yılda her şeyi gördük
Bizim bu kısa yazıda bahse konu etmek istediğimiz şey, enflasyonu ülkemiz açısından değerlendirmek olacak. 63 yıllık hayatımızın berrak bir şekilde hatırladığımız 50 yılında enflasyon kavramı sürekli vardı. Ve belki de her hastalıktan daha fazla duyduğumuz bir hastalık gibi hafızamıza kazındı. Yüzde 100’leri aşan enflasyonu gördük, gece yarısı %66 artan dövizleri gördük, gecelik faizlerin %3000’leri bulduğu zamanları gördük, yani Batılı teorisyenlerin yazdığı her şeyi biz 50 yıl içinde yaşadık. Bir sanayici olarak para politikası, mâlî politika ve üretim arasındaki ilişkilerde gözlem ve teoriyi aşan reel deneyimlere sahip olduk.
Sabit gelirlinin geçim sıkıntısı, çoğunluk esnafın ve sanayicinin sermaye kaybı, bazen de iflası anlamına gelen bu kara belâ bizim ülkemizde âdeta bir akut hastalık haline geldi. Kimse kazancının erimesini istemez, herkes yatırımının değerlenmesini, fiyatının artmasını ister, birbiriyle çelişen bu durum (bazı istisnaları olsa da) aslında mutsuzluk veya mutluluk kadar var olan ve başa gelmesi kaçınılmaz sonuçlar doğurur. Aynı hastanede bir doğum mutluluğu getirirken, alt katta ortaya çıkan ölüm büyük bir acıya vesile olur, aynı çatı altında farklı duygular oluşur. Birisinin değer artışı sizin kaybınız anlamına gelir yani her kaybın karşısında bir kazanan olur. Bu yönüyle enflasyon bazılarını mutsuz ederken bazılarını mutlu eden bir durumdur. Fındığın fiyatı artarsa satan mutlu, alan mutsuzdur.
Fiyat istikrarı yok
O zaman bu paradoks nasıl çözülecek? ABD’ ye yaptığım bir ziyarette oradaki büyük bir tüccar, tarım ürünlerini Türkiye’den almak istememesini fiyat istikrarsızlığıyla açıkladı. Aynı ürünü kendi ülkesinde 10 yıldır +\- %5 farklarla alırken, Türkiye’de yıllar içinde %100 ü aşan farklılıklardan bahisle, sizde fiyat istikrarı yok dedi. Gelişmiş ülkelerde zirâî ürünlerde bile istikrarı temin edici sistem ve teknolojik çalışmalar süreklilik arz ediyor ve aşırı gelişmeler haricinde başarılı olduklarını da söylemek mümkün.
Bütün bunlara ek olarak, seçimli yönetim sistemlerinde (gelişmiş ekonomiler hariç) seçimler yaklaştıkça enflasyonun artması da güzel bir örnektir. Seçimler, halkın taleplerini karşılamakla mükellef iktidarları bu ihtiyaçları karşılamak zorunda bırakarak matbaayı çok çalıştırmaya veya aşırı borçlanmaya iterken, muhalefetin de iktidar olmak için bol keseden vaatlerde bulunması ateşi körükleyen bir etken olmaktadır.
Oy karşılığı refah gerçekçi değil
Vaatler havada uçuşurken iktidarlar kaynak yaratıp büyük oy kaybını engellemeye çalışır. Ortaya çıkan neticeler halkın talepleri ile başladığı için enflasyona etki eden sebepler içinde halkın taleplerini de koymak gerekir. Herkese istediği refahı sağlamak sürdürülebilir ve karşılanabilir bir istek değildir, ama demokratik sistemin en büyük zaaflarından olan popülizm buna yol açmaktadır. Neticesi ise yüksek enflasyon, vergi artışları, istikrarsızlık vs. olarak karşımıza çıkmaktadır.
Demokrasinin en büyük sorunu
Tüm bunlar göz önüne alındığında, matbaanın çok çalışması nasıl kontrol altına alınacak ve bunun sonuçlarına kim katlanacak? İşte gelişen demokrasilerde en önemli soru bu oluyor.
Erhard noktayı koymuş
Meşhur Alman iktisatçı ve daha sonra Şansölyesi (1963-1966) olan Ludwig Erhard’ın bir sözüyle devam edelim: “Bir milletin zenginliği parasının çokluğu ile değil, ürettiği mal ve hizmetin çokluğu ile ölçülür”
Almanya’da yönetimde olduğu dönemlerde fiyat sabitlemeleri ve üretim kontrollerini yasaklayan Erhard, tüccar bir ailenin iktisat mezunu çocuğudur. 2. Dünya Savaşı sonrası yıkılmış, iflas etmiş bir ülkede dünyanın en güçlü para birimi haline gelen Alman markının kurucularından biridir. Bütün bunlar söylediği şu sözü çok değerli kılıyor.
Kanaatimce buradan çıkan netice, “İktisat politikası, para politikacılarına bırakılmayacak kadar geniş perspektifli, para politikasına önem vermeyenlere bırakılmayacak kadar hassas dengeler içerir” oluyor.
Para bir ülkenin namusudur
Para basılır ve öz değeri yoktur, kâğıt parçasıdır ama aynı zamanda her şeydir, tüm iktisâdî değerleri temsil eder, ülkenin âdeta iktisadi bayrağıdır, iktisadi namusudur. Değerinin yükselmesi, en azından değerini kaybetmemesi ve iktisadi istikrarın sembolü olması beklenir. Sadece dolar veya euro değil, İsviçre frangı veya yeni güçlenen Avustralya doları bunun günümüzdeki örnekleridir, diğer ülkeler başarılı yönetimlerin paralarını kısmi rezerv para olarak alır.
Para hiçbir şeydir noktasından her şeydir noktasına giden çizgide nerede durulacak veya nereye gidilecektir?
Kanaatimizce iktisat politikasının temeli, ülke potansiyeli ve hedef tespiti olmalıdır. Türkiye’nin potansiyeli ve hedefleri nelerdir? Eğer iktisadi gelişme yönlü bir politika hedefliyor, ihracatı ve cari fazlayı hedefliyorsanız üretimde sürekliliği sağlamak temel hedefiniz olmalıdır. İhracata yönelik ve ithalatı azaltacak iç üretimi destekleyici para ve mali politikalar öncelik arz etmelidir. Parasal daralmayı değil, disiplini ve bilhassa kamu harcamalarını kısmak ve kaynakları ana hedefe akıtmak gerekmektedir.
Vergiyi rantiyeden alacaksın
Erhard’ın dediği gibi mal ve hizmetin artması kalıcı gelişmeyi, refahı getirecek ve o zaman gelir paylaşımı akılcı zemine oturacaktır.
● Herkesin beklediği refah seviyesi bol kepçe dağıtmakla değil, kazanmak ve hakça paylaşmak ile sağlanabilir.
● Vergilendirme üst gelir gurubundan, servetten ve spekülatif kazanç sağlayanlardan (rantiye) başlamaz ise hakça bir paylaşım sağlanamaz.
İçerdeki spekülasyon ve ithalat lobileri bundan (yatırım ve teknolojik gelişim) hoşlanmaz ama bunlarla mücadele etmek de başarının önemli bir ayağını oluşturur.
● İçerde yapılanan monopol ve oligopol üretim ve ticaret yapılanmaları da fiyat artışı ve enflasyona sebep olur.
● Borsaya gelen her yabancı paraya sevinmek safdillik olur, kısa vadede kâr bekleyenlerden uzak durmak iktisadi aklın gereğidir.
● Yatırım ve teknolojik gelişim ile ihracat getirecek yabancı sermayeye öncelik vermek gereklidir.
● Kendi sanayicisine yatırım ve işletme kredilerinde öncelik tanımak, vergi avantajlarıyla desteklemek esastır.
● Yüksek enflasyon dönemlerinde üreticinin vergilerini arttırmak yanlış reçetedir.
● Sermayesini enflasyonla eritenlere vergi indirimi getirerek sermayelerini güçlendirmelerini sağlamak ülke hedefine uygun icraat olur.
IMF reçeteleri yanlıştır
● IMF reçetelerine benzer piyasayı sıkacak para politikalarından uzak durmak istikrarlı gelişimin anahtarıdır. Bu reçeteler uygulandığı tüm ülkelerde işsizlikle başlayan sosyal sorunlara ve sonucunda ciddi siyasi dalgalanmalara yol açmıştır.
● İç tüketimi çok sıkmak yerine disipline etmek, mesela kredi kartına uzun vadeli alışverişlere sınır getirmek akılcı uygulama olur.
● Başarı getirecek iktisadi modelin adı “teknolojik gelişimle desteklenen ihracat arttırıcı ve ithalatı azaltıcı üretim ve buna bağlı gelişen hizmet sektörü” olmalıdır.
● Lobilerin etkisinde gelişen, rekabete kapalı fiyat sabiteleri içeren, faydası olmayıp şeklen devreye sokulan hizmet sektörlerinden kurtulmak ayrı bir gerekliliktir.
● Fiyat kısıtlamaları sürdürülebilir değildir. Devleti üretimden, ticaretten tamamıyla çıkarıp; bilgili, yönlendirici ve güçlü denetçi konumuna sokmak esastır. Yazılan cezaların çokluğu, gelişmişlik ölçüsü değildir.
Teknoloji her alanda olmalı
● Teknolojiyi sadece savunma sanayisinde değil, tarım başta olmak üzere tüm sektörlerde seferberlik hâline getirmek önemlidir.
● Üniversitelerimizi sanayi ile entegre etmek, sanayicinin talepleri doğrultusunda eğitim vermek ve meslek liselerinin sayısını acilen artırmak zorundayız.
● Enflasyon ancak bu reçetelerle kalıcı şekilde ve tedricen gerilemeye geçer. Ülkenin hızlı gelişimi evresinde âni çıkış ve inişler piyasayı sıkar, gelişirken belirli düzeyde enflasyon gelişim döngüsünün kaçınılmaz neticesidir ve her gelişmiş ekonomi bunu yaşamıştır. Hem %3-5 enflasyon hem yüksek oranlı gelişme birlikte olmaz, geçmişte böyle bir istatistiği şahsen görmedim.
● Ergenlik ekonomisinde yani gelişme çağında enflasyon döngüsünden çok reel gelişim ve süreklilik, yatırım iştiyakı ve cari fazla önemlidir, enflasyon dördüncü sırada gelir.
IMF tuzağına dikkat
● Enflasyonu düşürmek için faiz artırmak, modası geçmiş yanlış IMF uygulamasıdır, sadece parayı daraltıp fiyat düşürme çabası, okul kapatıp eğitim sorununu ortadan kaldırmaya benzer. Asıl beceri, bütçe disiplinini sağlamak ve kaynakları potansiyel içeren hedeflere kanalize etmekten geçmektedir.
● Enflasyonun altında veya üstünde faiz uygulaması, kime ve neden sorularının cevabı verilmeden askıda kalan sorular olur.
● Enflasyon önemlidir, yüksek enflasyon haksızlıktır, önem sırasına bakmadan tedavi uygulamak yanlış yöntemdir.
● Türkiye’nin kendi potansiyeli içinde ve hedefleriyle uyumlu bir yol haritası çizmeden, sadece enflasyona endeksli bir politika benimsemesi IMF reçetesi gibi olur ve ülke gelişimine sekte vurur.
İstikrar ve kalıcı tedavi için:
1) Üretim
2) İhracat
3) Cari fazla
4) Daima muhafaza edilecek serbest rekabet
5) Girişim hürriyeti
Tüm bunları başarıp enflasyon ehlileşmiş şekilde kontrol altına alındıktan sonra kendiliğinden yanımıza gelecektir.
Kalıcı başarı mümkündür ama kolay ve hızlı bir reçete değildir.
Vesselam…