Düşünebiliyor muyuz?
İnsanı tarif ederken ‘hayvanı natık’ diye kestirip atmak çok eskiye dayanan bir tercih. Ne ki eski kabullerin handiyse hepsi gibi isabetli de.
Hayvanı natık... Türkçe’ye aktarırken de ‘konuşan hayvan’ diye bir kez daha kestirip atmadayız. Hâlbuki buradaki ‘natık’ tabiri, konuşmaktan çok, o fiili mümkün kılan sürecin öncesine de sarkan bir anlam barındırmakta; düşünmenin kinayesi mahiyetinde.
Konuşmak için muhtaç olduğumuz kudret, bedenimizin merkeziyetini teşkil eden kafamızın tam ortasındaki organımız, ağzımız değil. Ağız adlı organımız, konuşma mekanizmamızın sadece tecelligâhı. Hakiki manâsıyla nutk, zihnimizde, çoğunlukla kökdeşi mantık kuralları çerçevesinde yürüttüğümüzü zannettiğimiz meram bütünlüklerinin, yine başka birçok zihni aşamadan, süreçten ve süzgeçten geçtikten sonra ifadeye gelenlerin beherinin ortak adı.
KONUŞANIN GÖZÜNE MI BAKMALI, AĞZINA MI?
Yine de ağzı hafife almamak lâzım. Ağız deyip geçtiğimiz o uzvumuz daha nelere nelere kadir. Meselâ insanoğlu karşısında birisi konuştuğunda onun ya gözlerine bakar yahut ağzına. Bu tercih üzerinden insan mizacına dair ne mühim hususların tespit edildiğini bilenlerimiz vardır.
Konuşan kişinin gözlerine bakmayı tercih edenler ekseriyetle araştıran, titiz, şüpheci, sağlamcı, herhangi bir şeyi defalarca teyit etmeden son adımını atmaktan sakınan; dahası hayatı da, onun içindeki bütün parçaları da akılla anlamaya ve anlatmaya çalışan, buna rağmen kendi menfaatlerini muhafaza etmek bakımından sezgileri kuvvetli ve gerekli tedbirleri alma mahareti geliştirmiş kişiler.
Konuşanın gözleri yerine ağzına bakmayı tercih edenlerse meramı aramak yerine ifadeyi esas almak itiyadında kimseler. Bu tür insanlar çoğunlukla karşısındakine inanmaya meyyal ve hatta eğer karşısındakinin aleyhine ise hissen farkettiklerini bile zihnen çürütmeyi önceleyen yapıdaki karakterler. Kendi menfaatlerinin aleyhine sonuçlanabilecek bir durumun zararını bile muhataplarının lehine kabullenmeye hazırdır bu kişiler. Yeter ki muhatabı haksız çıkmasın; ağzıyla dile getirdikleri gerçeğe denk getirilebilsin. Evet, sükûtu hayal yerine yenilgiyi seçmek demek bu. Fakat unutmamak lâzım ki bu insanlara göre insan hakiki manâsıyla hayvanı natıktır. Yani maksadı, zaten nutkudur.
Derin bir yanılgı bu elbette. Bu nevi insanlar, hemcinslerini de, hayatı da, bütün yaşadıklarını da yanılgılar, hatalar, yanlışlar ve kayıplar üzerinden anlamayı tercih eder bir mizaca bürünmeyi tercih etmişler bir kere.
İNSAN ANCAK HAKIKATI KONUŞUR
Bu bakışın kendisine gülüp geçmeyi tercih etsek bile aksiyomunu mühimsemek mecburiyetindeyiz: Kişinin ağzından dökülenler hakikatin ta kendisidir. Çünkü insan ancak hakikati dile getirme makamındadır. Ama bir şartla: İnsanın dile getirdiği (Daha doğrusu getirebildiği...) hakikat, hakikatin bizatihi kendisi değil, kendi hakikatidir.
Hakikat belki bir ömür aranan ama asla kuşatılamayan, kucaklanamayan, dolayısıyla kavranamayan meçhul bir mahiyet.
Ne ki hakikati kavramak ameliyesinin bütün safhalarında merkezi fakülte dil.
Evet, dilin asıl mahiyeti, hakikatin safhalarının, parçalarının veya tezahürlerinin ifadesinde değil, idrakinde. Biz hakikatin zuhuratlarından ister gerçek boyutu üzerine, ister realite düzleminde söz söyleyelim, farketmez; o hakikat kırıntısını zihnimizde yeniden canlandırabilmeyi mümkün kılan sihir dil.
DILIMIZLE GÖRÜRÜZ, GÖZÜMÜZLE DEĞIL
Biz dünyayı gözümüzle gördüğümüzü varsaymaya devam etsek de aslında gördüklerimizin arasından idrak için seçtiklerimizi, öne çıkardıklarımızı, peşisıra adlandırdıklarımızı, karşılaştırdıklarımızı, nihayetinde görünürdekilerden çıkarsadıklarımızı her daim dil üzerinden ve dille yürütürüz. O yüzden dil, zihnimizin bir nevi muadili.
Başka bir ifadeyle bir milleti öbüründen ayıran en mühim hususiyet durumundaki dili, aynı nesne, durum veya olguya ayrı kelimeler üzerinden aynı şeyi kastetme diye anlamak, dili yalnızca bu yönüyle sınırlamak ciddi bir hata. Dilin hakikati, farklı toplulukların farklı zamanlarda aynı nesne, olgu ve duruma farklı kelimeleri denk bulmasında değil, o kelimeleri icat ve yerli yerinde kullanım anlayışında saklı. Dilin o büyük sırrı. Kazdıkça derininden haberdar eden. Dilin dışarıya yansıyan tezahürü de, insanlarda ortaya çıkardığı o ortaklığın kavrayış, hissediş ve davranış ürünleri mahiyetindeki kültür dediğimiz olgu.
Antropolojinin asla bitiremeyeceği bir kazı faaliyeti.
Bir dili öbüründen ayıran fark, aynı şey için ayrı kelimeler tercih etmesi değil demiştik. Nice nesne, durum, olgu ve olay karmaşası arasında kendince icat ettiği ve fertlerinin beherine bellettiği bakış, duyuş, ölçüş, değerlendiriş ortak düzeneği. Dil bu.
Dilin esasını tertip anlayışı değil de kelimeler teşkil etseydi, aynı dil içerisindeki farklı ağızların veya lehçelerin aynı şeyi başka kelimelerle karşılama tercihinden tutun da aynı dildeki telâffuz farklarına kadar birçok ayrışmayı beraberinde getirecek bir karmakarışıklık yığınıyla karşılaşmamız icap edecekti. Hâlbuki bilmekteyiz ki işin aslı öyle değil. Demin zikredilen farklılıklar, o dil içerisinde ve o dilin ölçüleri çerçevesinde yaşandığı müddetçe, yine o dile ait kabul edilmekte. Demek ki dil hakikatini, farklı kelimeler üzerinden değil, farklı tahassüs üzerinden elde etmekte.
NEHIR VE BATAKLIK
Yine de dildeki kelimelerin mahiyeti kadar miktarı da önemli. Dil denilen ve neredeyse her türlü çerçöpü içine katıp sürükleyebilen o azgın ırmağın içine alabileceklerinin de bir istiap haddinin bulunduğunu hesaba katmak mecburiyetindeyiz. Gittiği yere hayat bahşeden bir ırmak, meselâ sanayi atıklarıyla kirlendiğinde asliyetini kaybeder ve suyunun ulaştığı her yeri zehirler. Dolayısıyla bir dili, o dilin mensuplarının tanıyamayacağı miktarda değiştirmek, dönüştürmek, farklılaştırmak, o dilin içerisinde doğan gençlerin bütün geçmişleriyle bağı mahiyetindeki köklerini zehirlemek demek. Fakat bu meselenin bir yönü. Galiba Dil Devrimi’nin sonuçlarını sayıp dökerken hep bu yönün üzerinde durduk. Bu değiş-tokuşun ta en başından hedeflediği doğrultunun ötesini görmek istemedik.
Aslında dil nehri, asırlar boyu aktıkça bir yandan içindeki bazı malzemeleri dışarı atar, bir yandan da bazı yenilerini içine alır. Ne ki tabii bir vetiredir bu; müdahaleye gelmez. Peki ya müdahale ederseniz ne olur? Irmak ırmaklıktan çıkar. Meselâ bataklığa dönüşür.
Birbirimizle bir yere kadar anlaşmaya devam ettiğimize bakarak Türkçe’nin bir dil hüviyeti arzettiğini düşünmeyi sürdürmek ne vahim hata. Aslında Türkçe bir dilin değil, bir bataklığın adı. Kendisine yabancı ne kadar malzeme varsa hepsini de sakınmadan içine alan ve asliyeti zerre miktar değişmeyen bir bataklık.
Bırakalım gerçek anlamda bu uğurda birşeyler yapmak için sahici adımlar atma azmini gösterebilmeyi, Dil Devrimi’nin devirdiğinin hakikatini ne vakit kavrayacağız? Dil Devrimi ile kaybettiklerimizin bir daha asla kazanılamayacağını anlamak için neye muhtacız? Farzı muhal, dilimizden attığımız bütün kelimeleri gerisin geri alsak bile boşluğu dolmayacak o büyük gediği daha ne kadar görmezden geleceğiz?